1996 – Ocak, Sayı: 119, Sayfa: 034
Allah’ın -celle celâlühû- mübarek isimlerinden biri de “el-Hakk”dır. Bu sıfat-ı ilahîyenin îcabı olarak mutlak hakimiyet ve saltanat O’na aittir.
Hakk’ın bu saltanat ve hakimiyetini kabul etmeyenler, eninde sonunda Hakk’ın acı intikamına dûçar olur ve sefalete sürüklenirler. Hakk’a sığınmak, hakkı yaşamak, faili için izzet; zıddı olan nefse yaltaklanmak ise, zillet ve hüsrandır.
İnsan, ahsen-i takvîm üzere yaratıldığı için, ilahî bir ta’yînle bütün mahlûkat onun emrine verilmiştir. Bu da ona birtakım üstün haklar kazandırmış, onu şereflendirmiştir. O, Allah’ın yeryüzündeki halîfesi olmak itibariyle de, bütün mahlûkata karşı adalet ve merhametle mükelleftir. O derecede ki, Kıyamet mekanında hayvanlar, hakları ile mahkeme olduktan sonra, onlara “Toprak olunuz!” buyrulacak, insan ise, ihlal ettiği hayvan hakları da ceza hanesine ilave olunarak hesap verecektir.
Kur’an-ı Kerîm‘in yarısından fazlası, geçmiş kavimlerin hayatındaki ibret verici hadiselerle doludur. Tevhîd mücadelesi ile abad olanlara mukabil küfür ve isyan ile helak olanların hazin akıbetleri, akıl sahiplerine bir ibret olarak sergilenmektedir.
Ölüm ötesinin gaybî hakîkatlerini idrak edemeyen insan, acz noktasında; gaybın lisanına ve irşadına muhtaçtır. Bu vazîfe de, hususî bir surette vazîfelendirilmiş müstesna kullar olan peygamberler vasıtasıyla îfa olunur.
Meleklerin secdeye mecbur kılındığı Hz. Adem -aleyhisselâm-;
Semavî hayranlığın esrarını taşıyan Hz. İdris -aleyhisselâm-;
Zayıf ve fakîr mü’minlere “reziller” diyen kibirli münkirleri tufanlar içinde boğduran Hz. Nuh -aleyhisselâm-;
İlahî ni’met ve ihsanların sefih nankörleri olan Ad ve Semûd kavimlerini kasırga ve ses ile alt üst ettiren Hz. Hûd -aleyhisselâm- ve Hz. Salih -aleyhisselâm-;
Nemrûd’un zulüm ve tehditlerine meydan okuyan, ateş yığınlarını teslîmiyeti ile gül bahçelerine çeviren Hz. İbrahîm -aleyhisselâm-;
İhlas, sadakat, tevekkül ve teslîmiyeti ile sembolleşen, kıyamete kadar hac ibadetinde bütün mü’minlere kıssaları hatırlatılan Hz. İsmaîl -aleyhisselâm-;
Muhabbet ve hasretle kavrulan ve sabırda abîdeleşen Hz. Ya’kûb -aleyhisselâm-;
Bir müddet kölelik, sonra zindanda yalnızlık, gariplik, çile, ızdırab, meşakkat, riyazat ve nefs mücahedesini müteakip Mısır’a ve gönüllere sultan olan Hz. Yusuf -aleyhisselâm-;
Sabrın bileyi taşı ve teslîmiyetin zirvesindeki Hz. Eyyûb -aleyhisselâm-;
Esrar-ı ilahiyeyi Hz. Mûsa’ya talim eden Hz. Hızır -aleyhisselâm-;
Tevhîd sancağını meşrıkdan mağribe taşıyan Hz. Zülkarneyn -aleyhisselâm-;
Ahmak Firavun’u Kızıldeniz’in girdaplarında yok eden mûcizeli, asâlı Hz. Musa -aleyhisselâm-;
Büyük bir vecd halinde, istiğfar, dua ve zikrin hakîkatinde derinleşerek karanlıkları aşan Hz. Yunus -aleyhisselâm-;
Zikri ile dağları, taşları, vahşî hayvanları istiğrak haline getiren Hz. Davud -aleyhisselâm-; Yüz senelik bir ölümden sonra tekrar diriltilerek, kıyametteki yeniden yaratılışa misal olan Hz. Üzeyr -aleyhisselâm-;
Testere ile ikiye bölünürken dahi “aah!” demeden tevekkül ve teslimiyetini muhafaza eden mazlum peygamber Hz. Zekeriya -aleyhisselâm-;
Babası gibi ölümü şehitlikle karşılayan Hz. Yahya -aleyhisselâm-;
Muazzam Dünya serveti ve tasarrufunu kalbinin dışında taşıyan Hz. Süleyman -aleyhisselâm-;
Farik vasfı nefis tezkiyesi olan ve iltica tazarrûsu ile hastalara şifa veren, ölüleri dirilten, semavî Hz. İsa -aleyhisselâm-;
Nihayet Hira’dan Cihanı uyandıran ve insanlığı nûra gark eden Hz. Muhammed Mustafa -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, hep bu gayb aleminin tercümanlığını şerefle îfa ettiler. Peygamberlerin fanî hayatlarıyla kaim olan bu ilahî vazîfe, onların Dünya sahnesinden çekilmeleri ile nihayete ermeyip, veresetü’l-enbiya olan ulema ve meşayıhın dest-i mübarekleri ile kıyamete kadar devam edecektir.
İnsanın en çok muhtaç olduğu, kalb gözü ile görebilmek, kalb kulağı ile işitebilmektir. Kur’an-ı Kerîm’de buyrulduğu gibi, “sağır” ve “a’ma” olanlar, Dünya ve Ahiret mahrumlarıdır.
Neml sûresi 80-81. ayetlerinde;
“Elbette sen ölülere duyuramazsın! Arkalarını dönüp giderlerken sağırlara o daveti işittiremezsin!”
“Sen körleri sapıklıklarından çevirip doğru yola getiremezsin. Ancak ayetlerimize inanıp da teslîm olanlara duyurabilirsin!.” buyrulur.
Küfür, isyan, zulüm ve haksızlık tarihi, ilahî intikam tatbîkatının dehşetli örnekleri ile doludur. Allah’a -celle celâlühû- ve peygamberlerin gösterdiği yola muhalefet ve isyan edenlerin, er-geç ilahî kudretin acı azabı ve çetin tecellîleri ile karşılaşmaları kaçınılmaz bir mecburiyet ve değişmez ilahî bir kanundur.
Hz. Mevlana -kuddise sirruh- bu ibretli manzaraları mısralarında şöyle sergiler:
“Rüzgarın Ad Kavmine ne yaptığını görmedin mi? Suyun da Tûfan’da ne yaptığını işitmedin mi?”
“O kin denizinin (Kızıldeniz’in) Firavun’u nasıl helak ettiğini; Karun’un nasıl yerin dibine geçtiğini!..”
“Ebabîl kuşlarının fil ordusuna ne yaptığını, tanrılık iddia eden Nemrûd’un başını küçücük bir sineğin nasıl yediğini!.. “
“Lût’un ahlaksız kavmi üzerine taşların nasıl yağdığını ve onların nasıl karanlık ve mülevves bir su gölüne gömüldüğünü bilmiyor musun?”
“Dünya’daki cansız zannedilen varlıkların (cemadatın) sanki akıllı insanlar gibi peygamberlere yardım ettiklerini uzun uzadıya söylesem…”
“Mesnevi o kadar büyür ve o derece hacim peydah eder ki, kırk deve onu taşımaktan aciz kalır.”
“Eğer gözüne, sana cefa vermek için emir verilse, gözün senden yüz türlü intikam alır.”
“Eğer dişine seni muzdarip etmesi için emir verilse, sen dişinden ne acı cefa görürsün. “
“Tıp kitabını aç da hastalıklar bahsini oku. Ten askerinin neler yaptığını gör.”
“Madem ki her şeyin canının canı Allah’dır -celle celâlühû-; canın canı ile düşmanlığa girmekten kork! O’nun emirlerine itaat et!” buyurur.
Tarihin ibret dolu sahîfeleri, adeta bir milletler mezarlığıdır.
İmansızlık, ahlaksızlık ve zulüm, milletlerin en belli başlı helak ve yok oluş sebepleridir. İmansız ve zalim kavimlerin “sekerat-ı mevt”i ne müthiş bir azab ve ilahî intikam tablolarıdır. Aradan bin dokuz yüz sene geçmesine rağmen bugün Pompei, sanki ahlaksız insanların taşlaşmış ibret levhalarını sergilemektedir. Sanki manen hayvanlaşan insan siluetleri!..
Bu ibret tecellîleri, onların hakîkatini göremeyen, hadiseleri nefsanî bir duyuşla seyreden idrak mahrumu alıklar için de basit heykellerden ibarettir.
Yerin dibine geçen azgın, iffetsiz ve hayasız bedbahtların mekanı Sodom-Gomore’yi ve Dünya’yı kendilerine saadetbahş bir taht zanneden, nefislerini putlaştıran Ad ve Semûd’un o taştan oymalı ihtişamlı malikanelerini bugün ancak baykuşlar şenlendiriyor!..
Meryem sûresi, 98. ayette:
“Biz, onlardan önce nice nesilleri helak ettik. Sen, onlardan herhangi birinden (bir varlık emaresi) hissediyor veya onlara aid cılız bir ses işitiyor musun” ?
A’raf sûresi, 179. ayette:
“And olsun ki biz, cin ve insandan bir çoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, bunlarla idrak etmezler. Gözleri vardır, bunlarla görmezler. Kulakları vardır, bunlarla işitmezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta daha sapıktırlar. Onlar, gaflete düşenlerin ta kendileridir.”
Haşr sûresi, 20. ayette
“Ateş (cehennem) yârânı ile cennet yârânı bir olmaz. (Ancak) Cennet ehli olanlar muradlarına erenlerdir.” buyruluyor.
Hem sûreten ve hem de sîreten, yani manen insan olanlar, Cennet yârânları, sûreten insan, sîreten (manen) hayvan olanlar ise, Cehennem yârânlarıdır.
Cehennem yârânları kendilerini uyanık sanırlar. Halbuki hakkın lezzetini tatmamış saadet fukaralarıdır.
Hem madden hem manen insan olanlar ise, uykuda bile kalben uyanıktır. Nitekim Hz. Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:
“Benim gözlerim uyur. Kalbim uyumaz… ” buyurmuştur.
Gönlü Rabbi ile dolu, Rabb’in gören gözü, işiten kulağı olan bir devlet adamı Sultan Alparslan’ın şu hali bu gerçeğe ne güzel bir misaldir:
Alparslan, 1071’de Malazgirt Meydan Muharebesi’ne girmeden bembeyaz elbiseler giyindi:
“Bu benim kefenimdir!” dedi. Yâni kendini cihan şöhretine değil, vecd ve heyecan içinde şehitliğe hazırladı. İhlası, O’nu, kendisininkinden beş misli büyük bir orduya sahip Romen Diyojen’e karşı muzaffer kıldı. Askerine harbe girmeden şu veciz hitabede bulundu:
“Ya muzaffer olur, gayeme ulaşırım, ya da şehîd olarak Cennet’e giderim. Sizlerden beni ta’kîb etmeği tercih edenler, ta’kîb etsin. Ayrılmayı tercih edenler, gitsinler. Burada emreden sultan ve emredilen asker yoktur. Zira bugün ben sizlerden biriyim. Sizlerle birlikte savaşan gazîyim. Beni ta’kîb edenler ve nefislerini yüce Allah’a -celle celâlühû- adayarak şehîd olanlar, Cennet’e; sağ kalanlar ise, gaziliğe kavuşacaktır. Ayrılanları ise, Ahiret’te ateş, Dünya’da da alçaklık beklemektedir.”
Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazî, vefâtı sırasında oğlu Orhan Gazî’ye ve onun şahsında devam edecek 620 senelik bir İslam devletinin idarecilerine vasiyetinin bir bölümünde:
“Ey oğul! Sakın orduna ve zenginliğine mağrur olma! Hakîkî alim ve ariflere hürmet edip sarayında onlara yer ver! Benim halimden ibret al ki, zayıf, güçsüz bir karınca misali hiç layık olmadığım halde buraya geldim ve Allah Teâlâ’nın nice nice ihsanlarına ve inâyetlerine kavuştum. Sen de benim uyduğum ve tatbik ettiğim nizama ittiba eyle!”
Muhammed -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in dînini, bu yüce dînin mensuplarını ve O’na itaat eden diğer teb’anı himaye eyle! Allah -celle celâlühû-‘ın hakkını ve kullarının hakkını gözet! Dînimizin tayin ettiği beytülmâldeki gelir ile kanaat eyle!
Dâima adalet ve insaf üzerine bulun! Zulme meydan verme. Zulümden son derece uzak dur! Seni zulme sürükleyenleri devletinden uzaklaştır ki, bunlar seni yıkılışa sürüklemesin!..” buyuruyor.
Târih şahiddir ki, şu zikrettiğimiz iki misaldeki gibi, nefsini aşıp hakkı yaşayanlar, âbâd, azîz ve insanlığa meşale bir örnek olmuşlardır. Hakkı çiğneyenler ve bu sûretle nefislerine esîr olanlar ise, zillet ve meskenet içinde aşağılaşmış ve tarihin çöplüğünde en alçak mevkîlere düşerek insanlığın yüz karası olmuşlardır.
Ya Rab! Hakkı yaşamayı ve hakkı yüceltmek yolunda bulunmayı, biz aciz kullarına nasîb eyle! Amin…