Hakk’ın Yeryüzünde Şâhidi: Mükerrem İnsan (Kur’ânî Tâlimatlar 56)

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2023 Ay: Temmuz, Sayı: 222

HAKK’IN HALÎFESİ

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Rabbin meleklere;

«–Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım.» buyurmuştu…” (Bkz. el-Bakara, 30)

Müfessir İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri şöyle buyurur:

“Mahlûkattan hiçbiri için, Hak Teâlâ’yı, Âdem -aleyhisselâm- gibi temsil etmek mümkün değildir. Çünkü Hakk’ın sıfatları, Âdem -aleyhisselâm-’da toplandığı gibi başka hiçbir varlıkta bir araya gelmemiştir. Allah Teâlâ’nın sıfatlarından herhangi biri, insanın kalp aynasına tecellî ettiği gibi, başka hiçbir şeye tecellî etmemiştir.

Hayvanatta, insanda bulunan sıfatların bir kısmı vardır. Fakat bunlar, kendilerini yaratan birinin olduğunu bilemezler. Melekler ise her ne kadar kendilerini yaratan Allâh’ın var olduğunu biliyorlarsa da ilimleri, bütün sıfatlarıyla kendi nefislerini ve yine bütün sıfatlarıyla Hakk’ı bilip tanımaya yetmez.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyan, c. 1, s. 296, el-Bakara, 30)

Zira melekler; hastalanmadıkları için, Şâfî ismini; günah işlemekten uzak yaratıldıkları için, Gafûr, Gaffâr, Tevvâb isimlerini tam mânâsıyla idrâk edemezler.

Cenâb-ı Hakk’ın Hazret-i Âdem’i yaratıp halîfe kılma iradesindeki hikmeti, melekler fehmedemediler. İnsandaki beşerî sıfatları ileri sürerek, onun yeryüzünde Hakk’ın halîfesi olamayacağını ihsâs ettiler. Bunun üzerine;

“Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra bu isimleri(n delâlet ettiği şeyleri) meleklere gösterip;

«Eğer sözünüzde sâdık iseniz (her şeyin içyüzünü bildiğinizi sanıyorsanız) şunları isimleriyle birlikte Bana bildirin!» buyurdu.” (el-Bakara, 31)

Melekler Allâh’ı tesbih ve tenzîh ettiler. Bunun üzerine Allah Teâlâ;

“Ey Âdem! Onların (eşyanın) isimlerini meleklere haber ver, dedi. Âdem, (eşyanın) isimlerini onlara anlatınca (Cenâb-ı Hak);

«Ben size; ‘Göklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı ve içinizde gizlemekte olduğunuz şeyleri de bilirim.’ dememiş miydim?» buyurdu.” (el-Bakara, 33)

Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’a öğretilen isimlerden maksat; -bir görüşe göre- yeryüzündeki bütün eşyanın isimleri, mâhiyetleri ve husûsiyetleri idi. Bütün varlığın, Cenâb-ı Hakk’ın esmâ tecellîlerinden ibâret olması hasebiyle, Âdem’e öğretilen esmâ, aynı zamanda Rabbimiz’in mübârek isimleridir.

ESMÂ-İ HÜSNÂ

Hazret-i Âdem’i, meleklerin kıblesi hâline getiren, tekrîm-i ilâhî; onun Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatlarına mâkes bir kalp hâline gelebilme istîdâdıdır.

İnsan; bu istîdâdı kuvveden fiile çıkarabildiği nisbette, Cenâb-ı Hakk’a dostlukta mesafe kazanır.

Zira;

Muhabbet, müşterek vasıflara meyil hâlindedir.

Meselâ;

Hazret-i Yâkub, 12 evlâdı içinde, kendi vasıflarına en yakın ve benzer bulduğu Hazret-i Yûsuf’a muhabbet besledi.

Cenâb-ı Hak da, halîfe / şâhit olarak halk ettiği insanda, kendi cemâlî sıfatlarının yansımasını görmeyi arzu eder.

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-, seferden gelen bir dostuna;

«–Bana ne hediye getirdin?» diye sorar.

Dostu cevâben;

«–Sende mevcut olmayan nedir? Ancak senin cemâlinden daha güzel bir şey olmadığı için sana bir ayna getirdim ki, her vakit sendeki cemâl tecellîlerini onda müşâhede eyleyesin!..» dedi.”

Rabbimiz, her şeyin yaratıcısı ve sahibidir. Dolayısıyla O, her şeyden müstağnîdir. O’na kulluk ve şükür duygularımızın ifadesi olarak götürebileceğimiz hiçbir hediye yoktur ki O’nun sonsuz hazinesinde daha güzeli bulunmasın. O, Hüsn-i Mutlak’tır; bütün güzelliklerin menbaıdır.

Dolayısıyla varlıklar içinde en güzel ve en kıymetli şey, ancak Hakk’ın güzelliğinin mâkesi olabilecek kadar saf ve berrak bir «kalp»tir. Cenâb-ı Hakk’a götürülmeye en lâyık hediye; O’nun cemâlî esmâsının tecellî hâlinde olduğu, münevver, musaffâ, mücellâ, pâk ve latîf bir gönül aynasıdır. Yani Rabbimiz’in bizden istediği; «kalb-i selîm, kalb-i münîb ve nefs-i mutmainne» işte budur.

Hak Teâlâ, kulunun kalp âleminde cemâlî sıfatlarının tecellîlerini görünce onu sever ve ondan râzı olur.

Lâkin insanoğlu, -Allah muhafaza- bu rûhânî istîdâdı köreltip, nefsânî arzularına mağlûp olur, insanlık haysiyetini kaybederse, «belhüm edall / hayvandan da aşağı» bir derekeye düşer. Varlıkların en şerlisi olur.

Dolayısıyla, insanın mükerrem hâlini muhafazası, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarına göre hayat sürmesi ve güzel ahlâkı yaşaması şartıyladır.

Bir hadis rivâyetinde;

“Allâh’ın ahlâkı ile ahlâklanınız.” (Münâvî, et-Teârîf, s. 564) buyurulduğu üzere, güzel ahlâk; Allâh’ın cemâlî sıfatlarının, mü’min gönüllerdeki tecellîleridir.

“Allah Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır. Bunları hıfzeden cennete girer.” (Buhârî, Deavât, 68) meâlindeki hadîs-i şerîfin gösterdiği gaye de budur. Burada geçen «hıfzetmek»ten maksat; ilâhî isimlerin sadece zâhirinde kalmayıp ifade ettiği mânâların tefekküründe derinleşmek ve muktezâsınca yaşamaktır. Yani cemâlî sıfatların tecellîsine mazhar olabilmektir.

Hadîs-i şerifte buyurulmuştur:

“(Her türlü sûret ve tasavvurdan münezzeh olan) Allah, Âdem’i kendi sûretinde yarattı.” (Müslim, Birr, 115)

Bu hadîs-i şerifte ifade edilen hakikat; cismânî sûret değil, bâtınî ve mânevî sûrettir. Beden ve nefis tarafı değil, ruh ve sır tarafıdır.

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarından biri, «Muhâlefetün li’l-havâdis»tir. Yani Rabbimiz, cismânî olarak sonradan yaratılmışlara benzemekten münezzehtir. Zaten Allah Teâlâ’nın Zâtı bizim idrâkimizin dışındadır.

Gönül dünyamızın, cemâlî sıfatlara hakkıyla mâkes olabilmesi için; kalbin, başta akîde bozukluklarından, kötü ahlâktan, cismânî duyguların bulanıklıkları ve nefsânî arzuların hoyratlıklarından temizlenmesi zarûrîdir.

Tasavvufta tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalp olarak hulâsa edilen bu hakikat, Cenâb-ı Hakk’ın şu fermanında ifade buyurulmaktadır:

“Nefse ve onu tesviye edene, sonra da ona günahını ve takvâsını (neyin isyan, neyin itaat olduğunu bildirerek) ilhâm edene (yemin olsun ki;)

  • Nefsini kötülüklerden arındıran (maddî ve mânevî kirlerden temizleyen) mutlaka kurtuluşa ermiş;
  • Onu kötülüklere gömen de elbette hüsrâna uğramıştır.” (eş-Şems, 7-10)

Kelime-i tevhid de bu vazifenin bir başka ifadesidir:

«لَا اِلٰهَ» faslında; önce fücurdan, kötülüklerden uzaklaşılacak, kalp saflaşacak, temizlenecek, berraklaşacak. Yani Allah’tan uzaklaştıran her şey kalbimizden tahliye edilecek. İçimizde hiçbir put kalmayacak.

Sonra «اِلَّا اللّٰه» safhasında kalp, Cenâb-ı Hak’la beraber olmaya başlayacak ve cemâlî sıfatlar o kalpte tecellî edecek;

“–Sadece Sen varsın, yâ Rabbî!” denilecek.

Abdülkādir Geylânî Hazretleri, Cenâb-ı Hak ile dostlukta dereceler kazanmış kullar hakkında Cenâb-ı Hakk’ın yüce ifadelerini şöyle hulâsa eder:

“Ben kulumun sırrıyım, kulum da Ben’im sırrımdır.” (Fusûsu’l-Hikem Terc. ve Şerhi, I, 48)

Bu sır, kalbin, esmâ-i hüsnâya tecellîgâh olmasıyla zuhûr eder.

Yani;

Kalp temizlenecek, esmâ-i hüsnâ kalpte tecellî edecek. Böylece kul Cenâb-ı Hak ile dost olacak. Dost olduktan sonra, Cenâb-ı Hakk’ın dilediği kadar sırlar, o kalbe verilecek. Bu hâlin zirvesi peygamberlerdir. Onların zirvesi de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.

RAHMET İNSANI

Yeryüzünde Allah Teâlâ’nın halîfesi, bir başka ifadeyle Cenâb-ı Hakk’ın şâhidi olmak; mahlûkāta rahmet, mağfiret, kerem, ihsan, afv, hilim ve sabır gibi güzel ahlâk ile muâmele etmek demektir.

Bu ahlâkın temelinde, «kendisine yapılmasını istediği muâmeleyi, kardeşi için de istemek» fazîleti vardır.

Bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurulmuştur:

“Ey Âdemoğlu! İnfâk et ki, sana da infâk olunsun!” (Buhârî, Tefsîr, 11/2, Nafakât, 1)

Bütün cemâlî sıfatlarda bu sır geçerlidir:

  • Affet ki affedilesin.
  • Bağışla ki bağışlanasın.
  • Merhamet et ki sana da merhamet edilsin.
  • İhsanda bulun ki sana da ihsân edilsin.
  • Ayıpları ört ki senin de ayıpların örtülsün.
  • Izdırapları dindir ki senin de ızdırapların dindirilsin.
  • Kardeşinin bir sıkıntısını gider ki senin de sıkıntıların giderilsin…

Nitekim, Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-; kızı Hazret-i Âişe Vâlidemiz’e atılan iftiraya karıştığı için, daha evvel yardımda bulunduğu fakir bir muhâcire artık yardım etmeyeceğine dair yemin etmişti.

Âyet-i kerîmede fazîlet sahiplerinin böyle; yardım etmemek, alâkayı kesmek üzere yemin etmemesi gerektiği bildirildi ve bunun esbâb-ı mûcibesi de şöyle ifade buyuruldu:

 “…Allâh’ın sizi bağışlamasını istemez misiniz?..” (en-Nûr, 22)

Hazret-i Ebûbekir, derhâl;

“–Elbette isterim!” dedi. Fakir muhâcire yardım etmeye devam etti. Yemin keffâretini de ödedi. (Buhârî, Meğâzî, 34; Müslim, Tevbe, 56; Taberî, Tefsîr, II, 546)

Demek ki;

Ancak affede affede affa lâyık hâle gelebiliriz.

Bir başka hadîs-i şerif de yine Allah’tan umduğumuz muâmeleyi; çevremize, mes’ûlü bulunduğumuz varlıklara göstermemiz gerektiğini bildirir:

“Merhametli olan kişiye Allah merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki gökyüzündekiler de size merhamet etsin…” (Tirmizî, Birr, 16; Ebû Dâvud, Edeb, 58)

Bu merhamet, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ifadesiyle; bütün mahlûkātı şümûlüne alan umûmî ve şâmil bir merhamettir.

  • Bir ağacın dahî zarar göreceği tarzda silkelenmesini reddeden bir merhamettir.
  • Bir karınca yuvasının yakılmasına, bir kuşun yavrularından ayrılmasına rızâ göstermeyen bir merhamettir.

SONSUZ KEREM

Esmâ-i Hüsnâ’nın, cemâlî sıfatların birçoğu; cömertlik, ikram, kerem, bağış ve ihsân üzerinedir. Cenâb-ı Hak; Zâtını inkâr edenlere dahî bu dünyada rızık, afiyet ve daha nice bağışlarda bulunur.

Bu sebeple Cenâb-ı Hakk’a dostluğun birinci şartı cömertliktir. Hak dostlarının en fârik vasıflarından biri, îsâr seviyesinde cömert olmalarıdır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz öyle cömert, öyle ikrâm edici idi ki, eline geçeni derhâl infâk ederdi. Ashâb-ı suffa, fakir muhâcirler ve şehre gelen muzdaripler dâimâ O’nun mahşer gibi kaynayan gönlünde idiler.

Hâne-i saâdete ikramlar ve ganîmetler gelirdi. Fakat hemen infâk edilirdi. Fahr-i Kâinât Efendimiz; infâk edip doyurmakla doyar, bu mânevî lezzet O’na kendi açlığını unuttururdu.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; zengin ve fakir bütün mü’minlerin, kendi imkânlarına göre cömert olmasını arzu ediyordu. Buna teşvik için şöyle buyurdu:

“–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.”

Ashâb-ı kiram;

“–Bu nasıl olur, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sorunca, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu cevabı verdi:

“–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini tasadduk etti. (Yani malının yarısını tasadduk etmiş oldu. Kendinden koparıp verdi. Kendisi muhtaç olduğu hâlde başkasına infakta bulundu.)

 

(Çok varlıklı olan) diğer bir kimse de malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.” (Nesâî, Zekât, 49)

Rasûlullah Efendimiz’in teşvik ettikleri «îsâr / diğergâmlık / nefsinin yerine başkasını tercih etmek» fazîletinin zirve bir nümûnesini Yermük Harbi’nde görüyoruz. Orada her biri susuzluk içinde şehîd olmak üzere olan üç mücâhid; son nefeslerinde dudaklarına uzatılmış bir bardak suyu, büyük bir fedâkârlıkla birbirlerine devrettiler. O sudan hiçbiri içemeden, her biri şehâdet şerbetini tattılar. Son sâlih amelleri bu îsâr oldu. O şartlarda o bir bardak suyun infâkı, belki birçok «büyük» zannedilen infakları aşıp geçmiştir.

(O takvâ sahipleri) ki, bollukta da darlıkta da Allah için infâk ederler…” (Âl-i İmrân, 134) meâlindeki âyet-i kerîme nâzil olunca, bu dünyada hiçbir şeye mâlik olmayan fakir sahâbîler de gittiler, hamallık yaptılar, bahçe suladılar, odun topladılar, kazandıkları bir avuç hurma ile tasaddukta bulundular. Allâh’ın merhametinden nasîb almak için gayret ve fedâkârlık gösterdiler.

Cömertlik ve ikram, sadece maddiyattan değil, aynı zamanda mânevî kıymetlerden de sergilenmelidir.

HİDÂYET MEŞ‘ALESİ

Cenâb-ı Hakk’ın; el-Hâdî, en-Nûr ism-i şerifleri de bir mü’minin, hidâyetten mahrum kalan insanlığa ve takvâdan habersiz mü’min kardeşlerine, tebliğ ve irşâd için ulaşma iştiyâkını artırır.

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; taşa tutulduğu ve çok hüzünlendiği Tâif Seferi’nin dönüşünde, Addâs isimli bir kölenin hidâyetiyle yaşadığı ızdırapları unutmuştu. Mübârek kızının vefâtına sebep olan Hebbâr bin Esved’in, kelime-i şahâdeti getirerek yanına geldiğini görünce, onu derhâl af ve merhamet dolu sînesine kabul etmişti.

Sahâbe-i kiram da; Fahr-i Kâinât Efendimiz’in ardından, o Nûr’un meş‘aleleri oldular. Cihânın dört bir yanına seferler ederek, müsterşidi irşâd için ömürlerini fedâ ettiler. Yorulmadılar, bezginlik göstermediler. Sînelerinde, dâimâ Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile cennette de beraber olmak arzu ve iştiyâkını taşıdılar ve bu müjdeden enerji aldılar.

Bir mü’minin en çok mes’ul olduğu, evlâtlarıdır. En başta onlara İslâm karakter ve şahsiyetini mîras bırakabilme gayreti içinde olmalıdır. Onlara kazandıracağı hasletlerden biri de cömertlik olmalıdır. Bu maksatla, evlâtlarına harçlık verirken bir miktarını da infâk etmeleri şartıyla vermelidir.

Babam Musa Efendi -rahmetullâhi aleyh-, bu edebe çok riâyet ederdi.

Bize harçlık verirken;

“–Şu kadarıyla da fakir bir arkadaşınıza çikolata ve benzeri bir ikramda bulunacaksınız.” diyerek verirdi.

Mahallede bir hasta varsa, ona yemek yapılır ve evlâtlarla gönderilirdi. Çocuklar hizmete alıştırılırdı.

Muhterem pederim, bizi Bursa’da Ulu Cami, Emir Sultan gibi camileri ziyarete götürdüğünde, bize önceden hazırladığı bozuk paraları verir ve onları mahrumlara ikrâm edip, duâlarını almamızı temin ederdi. Yaşlı ve muhtaç fukarânın;

«–Allah râzı olsun evlâdım!»

«–Allah ne murâdın varsa versin!» ve benzeri duâları küçük yaştaki kalplerimize büyük bir sevinç kaynağı olurdu. Gönüllerimiz, cömertliğin verdiği bambaşka bir huzur ve lezzetle dolardı. Yani vermenin hazzını ve ikrâm etmenin en güzel duygularını tatmış olurduk.

Çocuklara ufacıkken verem aşısı, kızamık aşısı gibi aşılar yapılıyor. Böylece onların ileride hastalanmamaları sağlanmaya çalışılıyor. Bundan daha mühimi «Namaza, cemaate alıştırmak; haramlardan korumak» gibi mâneviyat aşılarını da erkenden evlâdın rûhuna işlemek gerekir.

En lüzumlu mânevî aşılardan biri «verebilmek, cömertlik» aşısıdır. Küçüklükten itibaren kendilerine cömertliğin aşılandığı evlâtlar, bi-iznillâh büyüdüklerinde «cimrilik, hasislik ve egoistlik» gibi mâneviyâta zehir saçan, kalbi öldüren hastalıkların pençesine düşmezler.

Tabiî ki; evlâtlar sadece söz telkiniyle değil, daha ziyade anne-babalarını o hayırları işlerken görmekle, örnek almakla terbiye olurlar.

Yetişen çocuklar, anne-babanın sanatını gösterir. Ağaçlar yaşken eğilir. Zira ashâb-ı kiram, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e tâbî olmakla sahâbî oldular.

ADÂLETİN TESİSİ

Cenâb-ı Hakk’ın el-Adl ve el-Hak isimlerinin mü’min yüreklerdeki tecellîsi de; yeryüzüne hâkim olup, zulme mâni olmayı, mazluma imdat etmeyi gerektirir.

Vazifeli olarak gittiği Hayber’de Abdullah bin Revâha -radıyallâhu anh-’ın gösterdiği dürüstlük ve adâlet, orada yaşayan yahudilerin şu itirafına vesile olmuştu:

“Dünya bu adâletle ayakta duruyor!”

Üç kıtada asırlarca adâletle hükmeden ecdâdımızın nizâm-ı âlem mefkûresi, gayr-i müslimler tarafından dahî itiraf edilmiştir.

Fetihten önce; «Roma’dan yardım isteyelim!» tekliflerine karşı, Râhip Notaras;

“Başımızda kardinal şapkası görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi yeğlerim!” diyerek, adâlet timsâli Fatih ordusunu, İstanbul’u daha önce baştan sona tahrip ve yağma eden Katoliklere üstün tutmuştur.

Lehistan’da;

“Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülke hürriyet ve istiklâle kavuşamaz!” sözü darb-ı mesel hâline gelmiştir.

Bugün yeryüzünde bilhassa müslüman beldelerin mâtem ülkeleri hâline gelmiş olması, müslümanların, İslâm’ın izzetini temsil edememelerinin hazin bir neticesidir.

SÛFÎ GÖZÜYLE

Meşâyih-i kiramdan Yâkub Çerhî Hazretleri, kulun Esmâ-i Hüsnâ’dan nasiplerini şöyle hulâsa etmiştir:

  • er-Rahmân ve er-Rahîm isimleri kalp ve bedene işaret eder. Kalp zikirle, beden de ibâdetle meşgul olursa, o kişiye merhamet edilir.
  • el-Melik isminin ârifteki tezâhürü; zâhirî hükümdarları âciz bilip onların fânî saltanatına aldanmamak ve onlara iltifat etmemek, yalnızca Hakk’a ibâdet etmektir.
  • el-Kuddûs isminin tezâhürü; kişinin kalbini beşerî bağlardan temizlemesi, nefsin hevâ ve heveslerinden ve şeytanın vesvesesinden uzak durmasıdır. Bunun için de, her hâlükârda dînin emirlerini büyük bir vecd ile îfâ etmesidir.
  • el-Mü’min isminin tecellîsine mazhar olan kişi; mâsivâdan uzaklaşır, rûhundan bütün mahlûkāta rahmet taşırır, herkese emniyet telkin eder, garipleri ve kimsesizleri muhafaza eder.
  • el-Mütekebbir ismine mazhar olan kişi hiçliğe erer. Zira dünyaya bedelsiz ve sermâyesiz olarak geldik, üzerimizdeki her şey, hattâ îmânımız bile Cenâb-ı Hakk’ın lutfudur. Bu nimetlerin mukabili olarak kul; dünya ve âhiretin fânî nimetlerine aldanmaz, sadece Hakk’a yönelir. Dâimâ hamd, şükür ve zikir hâlinde olur.
  • el-Hâlık, el-Bârî ve el-Musavvir isimlerinin tecellîsine mazhar olan kişi, yaratılmışlardan Yaratan’a intikal eder. Bütün mahlûkātın yaratılışındaki ilâhî sanatı tefekkür eder.

Ressamlar birtakım tablolar meydana getirir ve galerilerde sergilerler. İnsanlar da vakit ayırır gider, bu tabloları hayran hayran temâşâ ederler.

Lâkin gafletten dolayı aynı insanlar, kâinatta büyük bir ihtişamla sergilenen Cenâb-ı Hakk’ın emsalsiz gerçek tabloları karşısında aynı takdir hissini maalesef duymazlar. Hele ki o ilâhî sonsuz sanata karşı gözü perdeli kimseler, onlara âdetâ alık, abus ve nâdan bir şekilde duygusuzca bakarak hiç görmemiş gibi geçip giderler. Ne acı gaflet ki, bütün hârikaları sıradan işler olarak telâkkî ederler.

Ancak;

Musaffâ / saf ve berrak hâle gelmiş tertemiz bir kalp sahibi olan Hak dostları ise, ressamın sırf nâmını devam ettirmek için vücuda getirdiği bu tablolardan ziyade, asıl sanatkâr yani Cenâb-ı Hakk’ın o muazzam sanatı karşısında hayret ve heyecan duyan bir kalp ile yaşarlar. Kudret-i ilâhiyyenin tabiatta vücuda getirdiği sonsuz hârikalardaki ilâhî sanatı tefekkür etmenin zevkine ererler.

Çünkü; tefekkür bir îmân anahtarıdır.

  • es-Settâr ve el-Ğaffâr isimlerinin tezâhürü; insanların ayıplarını örtmek, kusurlarını bağışlamak ve onlara nasihatte bulunmaktır.
  • el-Kahhâr isminin tezâhürü, nefs-i emmâreye karşı mücadele etmektir. Zira takvâ hayatı, nefse karşı sulhü olmayan bir cenktir.
  • er-Rezzâk isminin tezâhürü; kişinin ihtiyacını Hak’tan başkasına açmaması, gündelik üzüntülere kapılmaması ve rızık endişesinden kurtulmasıdır.
  • el-Fettâh isminin tezâhürü, zâlimlerin zulmünü bertaraf edip mazlumlara yardım etmektir.
  • el-Alîm isminin tezâhürü, insanın zâhirî ve bâtınî ilimleri tahsil etmesidir. İlim sayesinde kişi takvâ sahibi olur ve neticede kendini günahlardan muhafaza eder.
  • el-Bâsit isminin tezâhürü; darlıkta sabır, ferahlıkta şükürdür.
  • el-Basîr isminin tezâhürü; kulun kendi ahvâlini, söz ve davranışlarını devamlı murâkabe ederek îmandan «ihsân»a ulaşmanın gayreti içinde bulunmasıdır.
  • el-Hakem isminin tezâhürü, kişinin Hakk’ın hükümlerini cân u gönülden kabul edip ehl-i bâtıldan uzak durmasıdır.
  • el-Hafîz isminin tezâhürü; kişinin nefsin hevâsından, şehvet ve öfkeden kendini uzak tutmasıdır.
  • el-Hakîm isminin tezâhürü, mahlûkātın yaratılış gayesini görmek ve;

“…Rabbimiz, Sen bunu boş yere yaratmadın! Sen’i bütün noksanlıklardan tenzih ederiz! Bizi cehennem ateşinin azâbından koru!” (Âl-i İmrân, 191) diye tazarrû ve niyazda bulunmaktır.

  • el-Vedûd isminin mü’mindeki tezâhürü, Allâh’ı ve dostlarını dost edinmektir. Muhabbeti Cenâb-ı Hakk’a ve O’nun sevdiklerine tevcih etmektir.
  • el-Bâis isminin tezâhürü, kulun âhirete hazırlanması ve ölü kalpleri irşadla diriltmeye gayret etmesidir. Allah’tan gafil bir kalp, her ne kadar zâhiren yaşıyor gibi görünse de hakikatte ölüdür. Kalpleri diriltmek de hak ve hakikati yaşayıp tebliğ etmekle mümkündür.
  • el-Vâcid, el-Mâcid, es-Samed, el-Muahhir isimlerinin tezâhürü; kişinin kendisini muhtaç, âciz ve zayıf bilmesidir. Bütün izzet ve ikram Hak’tan; itaat, ibâdet ve duâ da yine Hakk’adır.
  • el-Müntakim isminin tecellîsi, büyük ve küçük cihâda devam etmektir.
  • el-Bedî‘ isminin tezâhürü, Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî kudret akışları ile sonsuz ve hârikulâde sanatını tefekkür etmektir.
  • el-Vâris isminin tezâhürü; hiçbir şeyi idareciden ve hükümdardan bilmemek, her şeyin Allâh’ın kudretinde olduğunu fark etmektir.
  • es-Sabûr isminin kuldaki tecellîsi; kişinin işlerinde sebat göstermesi; günahlardan sakınma, ibâdetlere devam etme ve musîbetlere tahammül husûsunda sabırlı olmasıdır. (Bkz. Çerhî, Şerh-i Esmâ-i Hüsnâ, s. 16-33)

Cenâb-ı Hak, kalplerimizi cemâlî sıfatlarıyla mücellâ eylesin. Hayatlarımızı, bu sıfatların tecellîsi olan sâlih ameller ve fazîletli davranışlarla tezyîn edebilmemizi müyesser kılsın.

Âmîn!..