Ebedî Fecre
Yıl: 2007 Ay: Haziran Sayı: 28
“Kur’ân, bir ucu Allâh’ın, diğer ucu da sizin elinizde olan ip gibidir. Ona sıkıca sarılın, işte o zaman sapıtmaz ve helâk olmazsınız.” (Hadîs-i Şerif)
KUR’ÂN İLE ALÂKAMIZ O’NUNKİ GİBİ Mİ?
Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber’i, bütün beşeriyete, kendisine tâbî olunacak en mükemmel ve yegâne bir örnek olarak takdim buyurur:
“Andolsun ki, sizin için; Allâh’a ve âhiret gününe kavuşacağını uman ve Allâh’ı çok zikreden (mü’min)ler için Rasûlullah’ta en mükemmel bir örnek (üsve-i hasene) vardır.” (el-Ahzâb, 21)
Bu şekilde en mükemmel örnek oluşun en belirgin özelliğini de Hazret-i Âişe annemiz şöyle açıklar:
“O’nun ahlâkı Kur’ân’dı.” (Müslim, Müsâfirîn, 139)
Bu demektir ki O’nun ahlâkına bürünmenin özü, Kur’ân-ı Kerim ahlâkına sahip olmaktan geçer. Yani canlı bir Kur’ân olarak yaşayabilenler, O’nun, ahlâk itibarıyla Kur’ân-ı Kerim’de övülen:
“Şüphesiz ki Sen, yüce bir ahlâk üzeresin” (el-Kalem, 4) sırrına mazhar olurlar.
O hâlde hâlimizi, O’nun yüce hâline benzetebilmenin bariz ölçüsü olarak Kur’ân-ı Kerim ile alâkamızı mizan etmemiz zarurîdir. Acaba Kur’ân ile alâkamız, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’inki gibi mi? Ne kadar?
Kur’ân ki;
EN BÜYÜK KIYMET VESİLESİ…
Cenâb-ı Hak, insanoğlunun insanlık haysiyeti ve şerefi içinde yaşamasının reçetesini, Hazret-i Peygamber’in de yüce ahlâkını oluşturan Kur’ân’da beyan etmiştir. Bu itibarla insan rûhu, ancak Kur’ân ile canlı olur. Ehl-i Kur’ân olanlar, bahar mevsimi gibi yemyeşil, çiçek çiçek, meyve meyve güzelliklere sahiptirler. Ehl-i Kur’ân olmayanlar ise, çorak bir arazi gibi canlılık ve ilâhî güzellikten mahrumdurlar. Bu itibarla Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, ashâbını Kur’ân ikliminde yetiştirmiş ve Kur’ân’ı ezberleyenlere ayrı bir değer vermiştir. Buyurmuştur ki:
“Ümmetimin en şereflileri, Kur’ân-ı Kerîm’i ezberleyen hâfızlar ve gecelerini ihya edenlerdir.” (Suyûtî, I, 36/1063)
Ashâb-ı kirâmın en büyük gayreti, bu hadîs-i şerîfi gerçekleştirmek yolunda olmuştur. Onlar, canlı bir Kur’ân olarak hayatı yaşamak hususunda Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in mübarek izinden bir nefes bile ayrılmamışlardır.
Kettânî’de anlatılır:
“Ashâb-ı kiram, Kur’ân-ı Kerîm’i çokça okur; onu okumadıkları ve sayfalarına bakmadıkları bir günün geçmesini istemezlerdi. Günlerine Kur’ân’la başlarlar, göz rahatsızlığı olanlara da mushaf-ı şerîfe bakmayı tavsiye ederlerdi.” [Nizâmü’l-hukûmeti’n-nebeviyye, II, 197]
Bu hassasiyet içinde İkrime -radıyallâhu anh-, Kur’ân’ı alır, yüzüne- gözüne sürer ve:
“Rabbimin kelâmı! Rabbimin kitâbı!” diyerek ağlardı. (Hâkim, III, 272)
Bu muhabbetle bağlılığın bin bir güzelliği de hiç şüphesiz ki ashâbın hayatında tecellî hâlinde idi. Hattâ ölürken bile. Nitekim Hazret-i İkrime, Yermuk Harbi’nde ağır yaralanmıştı, şehid olmak üzere idi. Susuzdu. Dudakları kurumuştu. O sırada kendisine ikram edilen suyun, şehid olmakta olan bir diğer kardeşine götürülmesini istedi. O anda bile kendisini değil başkasını düşünmesi, ne büyük Kur’ân ahlâkı idi. Neticede Hazret-i İkrime, son nefesinde bir yudum su içemeden şehid oldu. Böylece aslında daha lezzetli bir âb-ı hayatı/şehâdet şerbetini yudumladı. Yani hidayet bulduktan sonra kalan ömründe gönül testisine doldurmaya çalıştığı Kur’ân ırmağının sonsuzluk kevserinden içti, hem de kana kana.
Bu şekilde ehl-i Kur’ân olanlar, daha nice güzelliklere ve tecellîlere mazhar olurlar. Zira Kur’ân:
HER DERDE DEVA…
Cenâb-ı Hak buyurur:
“Ey insanlar! Rabbinizden size bir öğüt ve kalplerde olana şifa, inananlara doğruyu gösteren bir rehber ve rahmet gelmiştir.” (Yunus, 57)
“Kur’ân’dan inananlara rahmet ve şifa olan şeyler indiriyoruz…” (el-İsrâ, 82)
Bu âyetlerde de belirtildiği gibi Kur’ân-ı Kerim, ebedî kurtuluş reçetesi olması itibarıyla her derde devadır. İnsanoğlunun asıl dert ve hastalığı bu, fânîye mahsus olan geçici ıstıraplar değil, ebediyete mahsus olan kalıcı azaplardır. Bu noktadaki bütün dertlerin şifası da ancak Kur’ân-ı Kerim’dir. Kur’ân’ın şifası, bütün şifaların üstündedir. Dolayısıyla;
İnsanoğlunu kasıp kavuran vahşî duyguların şifası, Kur’ân’dadır. Yine insanı hayvanlaştıran ahlâksızlığın çaresi de Kur’ân’dadır. Adalet hislerinin zulme dönüşmemesine çare, yine Kur’ân’dadır. Nefsin kıştan beter çoraklığına gönül gönül bahar bereketi, yine Kur’ân’dadır. Son nefeste rahmet vesilesi, yine Kur’ân’dadır. Cennetin kapısı da yine Kur’ân’dadır. Bu itibarla Hazret-i Peygamber «Veda Haccı»nda buyurmuştur ki:
“…Size öyle bir emanet bırakıyorum ki, ona sımsıkı sarıldığınız müddetçe yolunuzu şaşırmazsınız. O emanet, Allâh’ın Kitâbı ve Nebîsi’nin sünnetidir…” (Hâkim, I, 171/318)
Abdullah ibn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- der ki:
“Kim ilim istiyorsa Kur’ân’ın mânâlarını tefekkür etsin, tefsiri ve kıraati üzerinde yoğunlaşsın! Zira onda öncekilerin ve sonrakilerin ilmi mevcuttur.” (Heysemî, VII, 165; Beyhakî, Şuab, II, 331)
Çünkü Kur’ân, murâd-ı ilâhîyi ifade eder. Onun her harfinde bin bir mûcize gizlidir. Kim Kur’ân’a daha yakınsa Allâh’a daha yakındır, Allâh’a yakın olan da Kur’ân’ı daha iyi anlar, daha iyi tefekkür eder, daha iyi yaşar. Bu hususiyeti Cenâb-ı Hak, mü’minlerin en bariz özelliği olarak şöyle beyan eder:
“Allâh’ın âyetleri okunduğunda sağır ve âmâ bir şekilde davranmazlar.” (el-Furkân, 73)
Kim ki Kur’ân-ı Kerîm’e âmâ ve sağır davranmazsa, Allah onları iki dünyada da âmâ ve sağır eylemez. Onlara iki dünyada da bambaşka bir göz nûru verir. Saadet yurdu olan cennette cemâl-i ilâhîyi temâşâ ettirecek olan nûr-i ilâhî de işte budur. Yani:
KUR’ÂN NÛRU…
Kur’ân nûruna mazhar olanların ebedî mükâfatları yanında bu dünyada da nice ilâhî lütuflara mazhar olduklarını Hazret-i Mevlânâ şu kıssa ile ne güzel ifade eder:
Fakir bir şeyh, günlerden bir gün âmâ bir ihtiyarın evinde bir mushaf gördü. Temmuz ayı idi. Şeyh ona misafir oldu. Böylece her iki zahid, birkaç gün beraber bulundular. Şeyh:
“Burada mushafın ne işi var; bu derviş âmâ?” diye düşündü.
Bu düşünce ile aklı karıştı. Kendi kendine diyordu ki:
“Burada bu âmâ dervişten başka kimse de yok. Burada âmâ derviş yalnız bulunuyor. Duvarda da mushaf asılı duruyor. Ben, ev sahibime bunun sebebini soracak kadar idraksiz değilim. Acaba sorsam mı? Hayır; susayım, sabredeyim de muradıma ereyim.”
Bu merak ve sıkıntı içinde birkaç gün sabretti, sonunda iş aydınlandı. Çünkü sabır, ferah ve neşenin anahtarıdır. Âmâ bir ihtiyarın evinde, duvarda bir mushafın asılı bulunmasını merak eden misafir sabretti. Sonunda o zor işin hikmeti açıklandı.
Bir gece yarısı şeyh, Kur’ân sesi işitti ve uykudan sıçrayıp kalktı, şu şaşılacak hâli gördü:
Âmâ ev sahibi Kur’ân’ı yanlışsızca okuyordu.
Artık sabredemedi ve âmâ adamdan o hâli sordu:
“Âmâların gözleri görmediği hâlde, nasıl olur da Kur’ân’ı okuyorsun? Nasıl oluyor da satırları, harfleri görüyorsun? Hem de eğilmişsin, okuduğun satıra bakıyorsun; elini âyetlerin harfleri üstüne koyuyorsun? Okudukça parmağını yürütüyorsun, harflere bakıyorsun; herhâlde onları görüyorsun?”
Âmâ adam misafir şeyhe dedi ki:
“Ey insan bedeninin ne büyük bir sanat eseri olduğunu bilmeyen kişi! Bu hâli, Allâh’ın yaratma gücü ve kudreti için çok mu görüyorsun da şaşıyorsun?
Ben, Allâh’a yalvardım:
«Ey kendisinden yardım beklenilen Rabbim! Bir kimse canına ne kadar düşkünse, ben de Kur’ân okumaya öylesine düşkünüm. Hâfız da değilim; okuyacağım zaman gözlerime kesintisiz bir nur ver! Rabbim! Mushafı elime aldığım zaman gözlerimi bana geri ver de, âyetleri apaçık, duraklamadan, yanlışsız okuyabileyim!»
Allah’tan bana bir ses, bir nida geldi:
«Ey Kur’ân âşığı! Ey ibadet eden, amel-i sâlih işleyen, insanlara yararlı olan; ey her zahmette, her dertte bizden ümidini kesmeyen kulum! Senin güzel bir zannın, hoş bir ümidin var ki, onlar sana her an: “Daha da yüksel, daha da yücel!” demektedirler. Bunun için ey güzel kul; ne zaman Kur’ân okumayı istersen, kitabı eline alınca onu rahatça okuman için gözlerini, yani görme yeteneğini sana geri vereceğim!»
O ihsan sahibi Mevlâ’m, dediği gibi de lûtfetti.
Okumak için Kur’ân’ı ne zaman açsam; O her şeyi bilen, hiç bir işten gafil olmayan büyük Rabbim, O ulu padişah, O eşsiz, O benzeri olmayan sultan; görüşümü bana geri verir. O vakit ben, gece karanlığını gideren bir çerağ gibi olurum.”
Bu gerçekten hareketle Hazret-i Mevlânâ der ki:
“Kaybettiğimiz büyük ve değerli bir uzvumuz bile olsa, madem ki bize, karşılık olarak ihlâsımıza göre Rabbimiz ihsanlarda bulunuyor, şu hâlde râzı olmamak bizden gitti.”
“Madem ki bana ateş olmadan da bir hararet geliyor, şu hâlde ateşimi söndürse de râzıyım. Yani Hak, madem ki bana bedelsiz ve sebepsiz lütuflarda bulunuyor, «sebep» elden kaçarsa da râzıyım. (Yani göz olmadan da görmemi temin ediyorsa, niye göz isteyeyim?)”
“Çerağsız, mumsuz aydınlık verdikten sonra çerağın, mumun sönmüş; ne diye feryat ediyorsun?”
Dolayısıyla bütün mesele, gözümüzü ve gönlümüzü; o sönmeyen aydınlığa, nûra, yani Kur’ân’a yöneltmektir. O zaman nûr-i Kur’ân’dan istifade mümkün olur. O zaman Kur’ân iki dünyada da bize şefaatçi olur. Aksi hâlde Kur’ân’ın şikâyeti yakamıza yapışır. Bu itibarla bir ömür dikkat edeceğimiz birbirine zıt iki mühim husus var:
KUR’ÂN’IN ŞİKÂYETİ VE ŞEFAATİ…
Her vesileyle: «Ümmetî, ümmetî!» diyerek bizlerin kurtuluşu için çırpınan Hazret-i Peygamber, mahşer günü büyük günahkârlara bile şefaatte bulunacak, lâkin Kur’ân ve sünnetten ayrılanları kanatları altına almayacaktır. Onları Allâh’a havale edecektir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Peygamber (kıyâmet günü) der ki: «Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’ân’ı büsbütün terk etti.»” (Furkan, 30)
Bu terk edişin vebali ve neticesi de çok ağırdır. Çünkü Kur’ân, kendisini terk edenleri Allâh’a şikâyet edecek ve bu da geçerli olacaktır. Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Her kim Kur’ân’ı öğrenir de (mushafı asar) ilgilenmez, bakmaz (istikametlenmez) ise, kıyâmet günü (Kur’ân) gelir, yakasına sarılır ve (Allâh’a şikâyet ile) der ki:
«–Yâ Rabbi bu kulun beni hapsetti. Beni terk edip uzak kaldı. Benimle amel etmedi. Benimle onun arasında Sen hüküm ver.»” (Âlûsî)
Bir başka hadîs-i şerifte de şöyle buyurulur:
“Kıyâmet günü Kur’ân kime şefaat ederse, o kişi kurtulur. Kur’ân’ı okuyun, çünkü o, kıyâmet günü kendisini okuyana şefaatçi olarak gelir.” (Müslim)
Bu hakikatler dolayısıyla Hazret-i Ömer, şu tavsiyelerde bulunmuştur:
“Biliniz ki Kur’ân, sizler için bir sevap ve şeref hazinesidir. O’na tâbî olunuz. O’nu kendinize uydurmayınız. Kim Kur’ân’ı kendisine uydurursa Kur’ân o kimseyi tepe üstü düşürür, tâ cehenneme atıverir. Her kim de Kur’ân’a tâbî olursa, Kur’ân onu Firdevs cennetlerine ulaştırır. Gücünüz yeterse Kur’ân’ın sizlere şefaatçi olmasını, hasmınız olmamasını temine çalışınız. Zira Kur’ân’ın şefaat ettiği kimse cennete, dâvâcı olduğu şahıs da cehenneme gider. Biliniz ki bu Kur’ân hidayet menbaı ve ilimlerin en parlağıdır. O, Rahman’dan gelen ve kendisiyle âmâ gözlerin, sağır kulakların ve kilitli kalplerin açıldığı en son kitaptır…” (Kenzü’l-ummâl, II, 285-286/4019)
O hâlde gerçek mânâda ehl-i Kur’ân olmak, onu sadece sözü itibarıyla değil özü itibarıyla da dimağ ve gönüllerimize yerleştirmekten geçmektedir. Bu da, Kur’ân ikliminde güzel bir kul olabilmek demektir.
Yani Peygamber edebinin temel harcı olan;
KUR’ÂN, BİZDEN EDEP İSTER…
Hazret-i Mevlânâ’nın ifadesiyle: “Îman edepten ibarettir.” Çünkü îmanın istikamet kitabı Kur’ân-ı Kerîm’in bütün mevzuları, en kısa tabirle edepten/kulluk edebinden ibarettir. Bu sebeple İbrahim Desûkî -kuddise sirruh- Kur’ân’ın feyzinden tam anlamıyla istifade edilebilmesi için ehl-i Kur’ân’ı edep ve olgunluğa davet ederek der ki:
“Kur’ân okumak isteyen kimse evvelâ dilini kötü ve çirkin sözlerden temizlemelidir. İsrafa kaçmamalı, haram ve şüphelilere karşı teyakkuz hâlinde olmalıdır. Şayet bunlara dikkat etmezse Kur’ân-ı Kerîm’e karşı edepsizlik etmiş olur… Bu durumda hâfızasındaki Kur’ân ona lânet okur ve şöyle der: «Kim Allâh’ın kelâmına tâzim göstermez ve onunla amel etmezse, Allâh’ın lâneti üzerine olsun!»”
“Evlâdım! Kur’ân’ın sırlarını anlamak istersen nefsini tezkiye et ve Kur’ân’ın feyzinden istifade etmeye çalış! Boş sözleri bırak, faydalı amellerle meşgul ol! Yanağını yere koy (mütevâzı ol), topraktan geldiğini ve yine toprağa döneceğini unutma! Günahlarının çokluğundan ve kıyâmet günü yüzüne çarpılmasından kork! Amellerinin kabul edilip edilmeyeceğini iyi hesap et! Eğer böyle yaparsan Rabbinin kelâmındaki ince mânâları ve esrarı anlayabilirsin. Böyle yapmazsan bu ilâhî kapı sana kapalıdır.”
Bu nasihatlerin etrafında hâlimize dikkat etmeliyiz ki;
KALBİMİZ KİLİTLİ OLMASIN…
Kur’ân’ı ruhsuz bir şekilde yalnız güzel sesle okuyanlar, ehl-i Kur’ân sayılmazlar. Çünkü ehl-i Kur’ân olabilmek için önce Kur’ân ahlâkı ve edebi ile yoğrulmak şarttır. Çünkü Cenâb-ı Hak, Kur’ân’ın tefekkür edilip yaşanmasını arzu etmekte ve bunun aksine davrananları azarlamaktadır:
“Onlar Kur’ân’ı (inceden inceye) düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?” (Muhammed, 24)
Kur’ân’ı düşünmemek, kalbi kilitlerse, Kur’ân’sız yaşamak, kim bilir gönülleri ne hâle getirir. Kim bilir o zaman ruhlar nasıl bir enkaza döner. Allah muhafaza eylesin.
İşte bunun için sahâbe, daima Kur’ân’ı idrak ederek okumayı ve onu yaşamayı tercih etmişlerdir:
Bir zat, Zeyd bin Sâbit’e gidip, Kur’ân-ı Kerîm’in bir haftada hatmedilmesi hususunda ne düşündüğünü sormuştu. O da: “İyi olur.” dedikten sonra şöyle devam etti:
“Fakat ben on beş veya yirmi günde bir hatim yapmaktan daha çok hoşlanırım. «Neden?» diye sorarsan, bu takdirde Kur’ân üzerinde iyice düşünüp mânâlarını daha iyi anlayabilirim.” (Muvatta’, Kur’ân, 4)
İşte Kur’ân’a sarılmak böyle olur. Hadîs-i şerifte buyurulan:
“Kur’ân, bir ucu Allâh’ın, diğer ucu da sizin elinizde olan ip gibidir. Ona sıkıca sarılın, işte o zaman sapıtmaz ve helâk olmazsınız.” (Beyhakî) düstûru da, bu minvalde Kur’ân-ı Kerîm’e sarılmayı ifade etmektedir.
Onun için âhiret sermayemizi hazırlarken hayatımızın güzelliklerini oluşturacak öncelikler hakkında Peygamber düstûru şudur:
KUR’ÂN’I TERCİH EDİNİZ!
Tebük Seferi’nde Peygamber Efendimiz, Neccaroğulları’nın bayrağını Umâre bin Hazm’a vermişti. Fakat daha sonra Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Zeyd bin Sâbit’i gördü. Ardından bayrağı Umâre’den aldı ve Zeyd’e tevdî etti. Umâre -radıyallâhu anh- (mahzun bir şekilde):
“–Yâ Rasûlâllah! Bana kızdınız mı?” diye sordu.
Hazret-i Peygamber:
“–Hayır! Vallâhi kızmadım! Fakat, siz de Kur’ân’ı tercih ediniz! Zeyd, Kur’ân’ı senden daha çok ezberlemiştir! Burnu kesik zenci köle bile olsa, Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş olan kimse başkalarına tercih edilir!” buyurdu.
Sonra Evs ve Hazrec kabilelerine de, bayraklarını Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş olan kimselere taşıtmalarını emretti. Bu emir dolayısıyla Avfoğulları’nın bayrağını Ebû Zeyd, Benî Selime’nin bayrağını da Muâz -radıyallâhu anh- taşıdı. (Vâkıdî, III, 1003)
Bu misaller de gösteriyor ki Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Kur’ân’ı ve Kur’ân ehlini daima kayırmış, onlara özel muamelede bulunmuştur.
Evlâtlarımızın eğitiminde böyle bir incelik, bilhassa nefsin sultasına râm olanların çoğaldığı, ahlâksızlık ve kötülüklerin had safhaya ulaştığı zamanımızda gönüllerin ve ruhların sağlamlığı açısından son derecede mühimdir. Bunun neticesi;
KUR’ÂN İLE ARŞ’IN GÖLGESİNDE…
Ehl-i îmana gerekli olan en güzel ahlâk, evlâtlarına Kur’ân-ı Kerim öğretmektir. Çünkü Kur’ân ile yetişen nesiller, sonsuz âhiret hayatını kazanmak bakımından gönül dünyalarının en büyük hazinesine sahip olurlar. Hem şahsiyetleri hem de ebedî kazançları itibarıyla apayrı bir değer ifade ederler. O zaman hem Allah sever, hem Peygamber sever, hem bütün insanlar sever, hem de tüm mahlûkat onlara muhabbet besler.
Böyle bir bahtiyarlık için Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- çocuk terbiyesi hakkında şöyle buyurur:
“Kim Kur’ân’ı küçük yaşlarda öğrenirse Kur’ân onun etine ve kanına işler (Yani Kur’ân’ın feyziyle nurlanır.)” (Kenzü’l-ummâl, I, 532)
“Çocuklarınızı üç hususta yetiştirin: Peygamber sevgisi, ehl-i beyt sevgisi ve Kur’ân kıraati… Çünkü hamele-i Kur’ân (yani Kur’ân hâfızları) hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde peygamberler ve asfiyâ (yani safaya ermiş olan Allah dostları) ile birlikte Arş’ın gölgesindedir.” (Münâvî, I, 226)
Bu kıvama gelmiş olan gönüller bir gül misali etraflarına güzellik tevzî ederler. Dilleri de bülbüller misali, huzur kaynağı olur. Onların okuduğu Kur’ân’ı, Hazret-i Peygamber de dinlemeye başlar. Nitekim asr-ı saadet, bunun güzel tecellîlerine şahittir.
PEYGAMBER’İN DİNLEDİĞİ…
Abdullah ibn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:
Bir defasında Nebî -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:
“–Ey İbn-i Mes’ûd! Bana Kur’ân oku!” diye emretti. Ben de:
“–Yâ Rasûlâllah! Kur’ân Siz’e vahyedildiği hâlde onu Siz’e ben mi okuyacağım?” dedim.
Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:
“–Ben Kur’ân’ı başkasından dinlemeyi de severim.” buyurdu.
Ben de Nisâ Sûresi’ni okumaya başladım. Ne zaman ki;
“Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve Sen’i de onlara şahit gösterdiğimiz zaman hâlleri nice olacak!” (en-Nisâ, 41) âyet-i kerîmesine geldim, Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:
“–Kâfî!” buyurdular.
O esnada baktım ki, Rasûlullah Efendimiz’in gözlerinden inci tanesi gibi yaşlar süzülüyordu.” (Buhârî, Tefsîr, 4/9; Müslim, Müsâfirîn, 247)
Bu yüce gönüllü, Kur’ân sevdası ile dolu ashâbın hâli, kıyâmete kadar gelecek bütün nesillere dedirtmektedir ki:
KUR’ÂN İŞTE BÖYLE OKUNMALI…
Peygamber Efendimiz bir seferden Medine’ye dönerken bir yerde konaklamıştı. Ashâbına dönerek:
“–Bu gece bizi kim bekleyecek?” diye sordu.
Muhacirlerden Ammâr bin Yâsir ve ensardan Abbâd bin Bişr hemen:
“–Biz bekleriz yâ Rasûlâllah!” dediler.
Abbâd -radıyallâhu anh-, Ammâr’a:
“–Sen gecenin hangi kısmında; başında mı yoksa sonunda mı nöbet tutmak istersin?” diye sordu. Ammâr -radıyallâhu anh-:
“–Son kısmında beklemek isterim!” dedi ve yanı üzerine uzanıp uyuyuverdi. Abbâd da namaz kılmaya başladı. O sırada bir müşrik geldi. Ayakta duran bir karaltı görünce gözcü olduğunu anladı ve hemen bir ok attı. Ok, Abbâd’a isabet etti. Abbâd oku çıkardı ve namazına devam etti. Adam ikinci ve üçüncü kez ok atıp isabet ettirdi. Her defasında da Abbâd -radıyallâhu anh- ayakta sabit durarak okları çekip çıkarıyor ve namazına devam ediyordu. Derken rükû ve secdeye vardı. Selâm verdikten sonra arkadaşını uyandırarak:
“–Kalk! Ben yaralandım!” dedi.
Ammâr sıçrayıp kalktı. Müşrik, onları görünce kendisini fark ettiklerini anladı ve kaçtı. Ammâr, Abbâd’ın kanlar içinde olduğunu görünce:
“–Sübhânallah! İlk ok atıldığında beni neden uyandırmadın?!” dedi. Abbâd namaza olan aşk ve şevkini, ibadetteki huşûunu gösteren şu muhteşem cevabı verdi:
“–Bir sûre okuyordum, onu bitirmeden namazımı bozmak istemedim. Ama oklar peş peşe gelince, okumayı kesip rükûa vardım. Allâh’a yemin ederim ki, Allah Rasûlü’nün korunmasını emrettiği bu mevkii kaybetme endişem olmasaydı, sûreyi yarıda bırakıp namazı kesmektense ölmeyi tercih ederdim.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 78/198; Ahmed, III, 344; İbn-i Hişâm, III, 219; Vâkıdî, I, 397)
Ashâbın Kur’ân-ı Kerim okumaktan aldıkları bu haz, hiç şüphesiz ki onu idrak edip yaşamalarından kaynaklanmaktadır. Çünkü Kur’ân-ı Kerim, yaşayanların dilinde ve gönlünde bambaşka letafet, zarafet, incelik, güzellik ve feyizler tecellî ettirir. Âşık bir gönülle okunan Kur’ân, akan suları bile durdurur, kendini dinlettirir. Sahâbe böyle bir kıvamda Kur’ân okuyordu. Bu sebeple onları;
MELEKLER BİLE DİNLEDİ…
Sahâbeden Üseyd bin Hudayr bir gece Bakara Sûresi’ni okuyordu. Atı da yanında bağlı bulunuyordu. Derken at ürküp hırçınlaşmaya başladı. Üseyd okumayı kesince at da sakinleşti. Tekrar okumaya başlayınca at yine tedirgin bir şekilde ileri-geri gitmeye başladı. Üseyd susunca at da sakinleşti. Bu durum iki kez daha tekerrür etti. Oğlu Yahya ata yakın bir yerde bulunuyordu. Atın çocuğa bir zarar vermesinden korktu ve onu bulunduğu yerden yanına çekti. Bu sırada başını kaldırıp gökyüzüne baktığında buluta benzer bir şey içinde kandiller misali ışıklar gördü. Bunlar yavaş yavaş yükselerek nihayet gözden kayboldu. Sabah olunca durumu Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e anlattı… Efendimiz şöyle buyurdu:
“Onlar seni dinlemeye gelen meleklerdi. Eğer okumaya devam etseydin sabah olunca onları herkes görecekti, kendilerini halktan gizlemeyeceklerdi.” (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 15; Müslim, Müsâfirîn, 242)
Şair, bu tecellîler etrafında ne güzel söyler:
Özleyen kimse bugün Rabbini, Kur’ân okusun,
Âyet âyet süzülüp nûra bürünsün bu derûn!
Biz tilâvet ederiz sâdece Rahman konuşur,
Yüce Allâh ile kul, böylece her an konuşur…
Cümle varlık buna hayran, nice bin gıpta ile,
Hıfz-ı Kur’an nice kıymet katıyor can ve dile…
Oku hâfız! Seni en namlı melekler dinler,
Yüce Rabbim de: «Kulum, söyle, ne istersin?» der…
Lûtfeder, öyle yüceltir ki semâdan ileri,
İki dünyâya bedeldir bu nasîbin değeri… [Seyrî]
Cenâb-ı Hak, cümlemizi Kur’ân’ın ebedî feyzi ile bereketlendirsin. Bizleri canlı bir Kur’ân olarak yaşamaya muvaffak eylesin. Kur’ân ile alâkamızı Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ahlâkı ve aşkı içinde tecellî ettirsin. İki dünyada da Kur’ân’ın ve Hazret-i Peygamber’in şefaatine bizleri mazhar eylesin.
Şu güzel ve mübarek vatanımızı ve milletimizi de îman ve Kur’ân’dan ayırmasın. Memleketimizin birlik ve beraberliğini bozmak isteyenlere fırsat vermesin.
Âmîn!..