Haram ve Şüphelileri Terk Etmeden Allah İbadetlerinizi Kabul Etmez

DiNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

HARAM VE ŞÜPHELİLERİ TERK ETMEDEN, ALLAH İBADETLERİMİZİ KABUL ETMEZ

Tabi burada helâl lokma da çok mühim. Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anh- buyuruyor ki:

“Namaz kılmaktan yay gibi olsanız (yani muttasılan, lâ-yenkatî namaz kılsanız ki o kadar bir zayıflasanız, yay gibi olsanız) oruç tutmaktan da çivi gibi olsanız, haram ve şüphelileri terk etmedikçe, Allah ibadetlerinizi kabul etmez.” buyuruyor.

Demek ki boğazımızdan geçen lokmalara da çok dikkat etmemiz lâzım.

İki husûsiyet insan şahsiyetinde müessirdir:

Ağzımızdan geçen lokma, yani kazancımız.

İkincisi de, beraber olduğumuz insan.

Bu iki husûsiyet, en çok dikkat etmemiz gereken husus o.

Ondan sonra gelen âyetlerde Cenâb-ı Hak bizden namaz istiyor. Bir rükû hâli istiyor, bir secde hâli istiyor. Onların bir ihtişam, bir güzellik sergilemesi, bir rûhâniyet tevzî etmesini Cenâb-ı Hak arzu ediyor.

Ondan sonra Cenâb-ı Hak bizden mârufu emretmek ve münkerden nehyetmek. Kendimiz yaşayacağız ve yaşadığımız kadar… Ashâb-ı kirâm nasıldı, evliyâullah nasıldı? Yaşayacağız, yaşadığımız kadar, kalbimizden çıkan enerjiyle emr biʼl-mâruf ve nehy aniʼl-münkerʼde bulunacağız.

Cenâb-ı Hak Âl-i İmrân 104ʼte:

“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun (istiyor). İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”

Yine Cenâb-ı Hak:

“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz…” (Âl-i İmrân, 110)

İşte o sahâbînin, evliyâullâhın, o müctehidlerin kıvamına yaklaşabilmek…

“İnsanlar arasından çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men edersiniz…” (Âl-i İmrân, 110)

Demek ki bir güzel ahlâk isteniyor. Yumuşak bir lisan isteniyor. İslâmʼın güleryüzünü tebessüm ettirmek isteniyor.

Yine Bakara Sûresiʼnde Cenâb-ı Hak 195. âyette:

“…Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın…” (el-Bakara, 195) buyuruyor. Ne zamana kadar? Son nefese kadar. Yakîn gelene kadar. Onun için nasıl kendimizi eğiteceğiz? Allah Rasûlü nasıl insanları eğitti, terbiye etti, en büyük insan terbiyecisi…

Oʼnu seven, Allah Rasûlüʼnü seven, Oʼnun gibi olmaya çalışır. Oʼnun gibi de insan yetiştirmeye gayret eder.

Câhiliye insanını Allah Rasûlü nasıl bir eğitime tâbî tuttu ki onlar gökteki yıldızlara dönüştüler. Ashâb-ı Suffeʼye yaptığı eğitim en güzel bir örnektir. Efendimiz Muhâciri severdi, Ensârı severdi. En çok meşgul olduğu, Ashâb-ı Suffe, yani Kurʼân talebeleriydi.

Ebû Talha diyor:

“Geldim, baktım (diyor), Allah Rasûlü iki büklüm (diyor) açlıktan (diyor), Kurʼân-ı Kerîm tâlim ediyordu.” diyor. (Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)

İbn-i Mesʼûd:

“Öyle bir hâle geldik ki, boğazımızdan geçen lokmaların zikrini duyuyorduk.” diyor. (Buhârî, Menâkıb, 25)

Ebû Hüreyre diyor:

“Herkes (diyor), çarşıda (diyor), satış-alışta, biz (diyor), yarı aç, Allah Rasûlüʼnün huzurunda Kurʼân tahsil ediyorduk.” buyuruyor. (Buhârî, İlim, 42)

Kendimiz ne kadar Kurʼânʼı tahsil ettik? Ne kadar yaşıyoruz? Evlâtlarımızı ne kadar seviyoruz? Evlâtlarımıza ne kadar merhametliyiz? Evlâtlarımızı ne kadar Kurʼân yolunda yetiştiriyoruz? Bir muhâsebe…

Mekkeʼde, Medîneʼde medfun 20 bin sahâbî ancak var. Ki Vedâ Haccıʼnda 120 bin sahâbî var. Demek ki bunun 100 küsur bini dünyaya dağıldı.

Velhâsıl günümüze gelelim; globalleşen bir dünya var. Yeniden bir câhiliye devri yaşanıyor. Çünkü bu global dünyanın bir rûhânî tarafı yok. Kapitalist ve liberal bir sistemin içindeyiz. Metotları; “Bırakınız yapsın, bırakınız geçsin!” Nefsânî hayat nasılsa o şekilde yaşa!..

Televizyon, internet, moda, reklâmlar, insanımızın içini boşaltıyor. Yani mânevî dünyasını eritiyor. Ana-babanın biyolojik yapısı yetersiz kalıyor. Nesiller, selde sürüklenen kütükler gibi, hangi girdapta helâk olacağı belli değil, akıp gidiyor. Bu, globalleşen dünya, materyalizme, kapitalizme ve liberalizme doğru sürüklüyor.

Sayılan; televizyon, internet, moda, reklâmlarla, gönüllerde meydana gelen tahribat neticesinde, merhamet pınarı olan gözler, gözyaşını unuttu bugün. Gözler, gözyaşını unuttu. Şefkat ve merhamet kaynağı vicdanlar, katılaşmaya başladı. Velhâsıl insan, şifâ verecek eczahânede hasta oldu.

Bugün şeyin durumu bu, dünyanın vasatı bu… Onun için bugün; Allah Rasûlü “…İki emânet bırakıyorum (buyuruyor); Kurʼân ve Sünnetʼimdir…” (Bkz. Hâkim, I, 171/318)

Bugün hepimizin, yarın belki de hesaplarından biri de bu olacak, biz nasıl Kurʼân ve Sünnetʼi emânet; nasıl neslimizi, evlâtlarımızı o şekilde yetiştirdik?..

Âişe Vâlidemiz naklediyor:

“‒Allah Rasûlü son namaza çıktı…” diyor. İki sahâbînin kolunda çıktı. Yürüyecek hâli yoktu. Ebû Bekir Efendimizʼi mihrâba geçirdi. Selâm verildi.

Âişe Vâlidemiz diyor ki:

“Ben (diyor) hayatımda (diyor) Allah Rasûlüʼnün bu kadar bir güleryüzlü, sevinçli olduğunu görmedim (diyor). Arkasına baktı döndü (diyor), bir ashâb-ı kirâm nesli gördü.” diyor.

Efendimiz son nefesindeydi. Âyette “ölüm gelene kadar, yakîn gelene kadar” buyruluyor. (Bkz. el-Hicr, 99) Son nefeste de Efendimiz, bir tâlimat altındaydı. Râvî diyor ki:

“Allah Rasûlüʼnün nefesi iyice kısıldı (diyor). Fakat tebliğe devam ediyordu: Namaz, namaz, namaz. İkincisi; emrinizin altındakilerin hukukuna dikkat edin; dullar, yetimler vs.

Bir gün -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, devesinin üzerinde, ashâb da Oʼnun önünde ve yanında yürüyorlardı. İçlerinde Muaz bin Cebel.

Efendimiz, Muaz bin Cebelʼi çok severdi. O, fârik bir sahâbî idi. Onu Yemenʼe göndermişti. Muâzʼa ayrı bir ihtimam gösterirdi. Muâzʼı terkisine alırdı:

“‒Muaz! Bak, bunlar, bunlar kâfî değil; şunları, şunları da yapman lâzım.” derdi. Muâzʼı bir an tefekküre bırakırdı, sükût hâlinde giderlerdi.

Yine:

“‒Muaz! Bunlar da kâfî değil, şunlara, şunlara da dikkat etmen lâzım.” buyururdu. Vesâire. Muaz, öyle bir sahâbî idi.

Şimdi bu hâdise de Muazʼla olan bir hâdise.

Bir gün Fahr-i Kâinât Efendimiz devesinin üzerinde, ashâb da Oʼnun önünde ve yanında gidiyorlardı. İçlerinden Muaz bin Cebel:

“‒Ey Allâhʼın Elçisi! Ey Allâhʼın Rasûlü! Sizi rahatsız etmeyeceksem, yanınıza yaklaşmama izin verir misiniz?” diye sordu.

Nasıl bir edep?!. Hucurât Sûresi, canlı bir Hucurât Sûresi…

“‒Eğer Sizi rahatsız etmeyeceksem, yanınıza yaklaşmama izin verir misiniz?” diye sordu.

Efendimiz de:

“‒Yaklaş!” buyurdu.

Hazret-i Muâz yakınına geldi. Yan yana ilerlemeye başladılar. Bu yakınlığı vesîle bilerek Muaz sordu:

“‒Canımız Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! (Dedi.) Rabbimden niyâzım budur ki bizim can emânetimizi Sizʼden önce almasıdır. (Yani Sizʼin vefâtınızı görmememizdir. Sizʼden evvel biz vefât edelim. Yani o acı bize olmasın, duymayalım o acıyı.) Fakat -Allah göstermesin- eğer Siz benden önce vefat ederseniz, ardınızdan hangi ibadetleri yapalım? (Arkanızdan ne tavsiye edersiniz?)”

Hazret-i Peygamber bu soru karşısında sırlı bir sükûta büründü. Bir müddet sessiz kaldı ve bir cevap vermedi. Bu sükût karşısında Muâz, suâl sorarak mânevî susuzluğunu gidermek istedi:

“‒Allah yolunda cihad mı edelim?” diye sordu.

Efendimiz şöyle cevap verdi.

“‒Muaz! (Dedi.) Allah yolunda cihad güzel şey, ama insanlar için bundan daha hayırlısı var.”

Dehşet!.. Artıra artıra gidiyor Allah Rasûlü.

“‒Peki yâ Rasûlâllah! (Dedi.) Oruç tutmak, zekât vermek mi? Bunlar mı güzel?”

Efendimiz buyurdu:

“‒Oruç tutmak, zekât vermek de çok güzeldir (buyurdu). Fakat bundan daha da ötesi var.” buyurdu.

Yine Muaz bin Cebel, en hayırlı ameli öğrenmek iştiyâkı içinde, insanoğlunun işlediği bütün iyilikleri saydı.

Her iyiliği sayınca, Efendimiz:

“‒İnsanlar için bundan daha hayırlısı vardır.” buyurdu.

Dehşet, yoğunlaşarak devam ediyordu…

Hazret-i Muaz sonunda:

“‒Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! (Dedi.) İnsanlar için, bu, saydım ben bütün emr biʼl-mârûfları, bundan daha hayırlı ne vardır?” dedi.

Efendimiz mübârek dudaklarını gösterdi.

“‒Hayır konuşmayacaksan sus!” dedi.

Muaz:

“‒Konuştuklarımızdan dolayı hesaba mı çekileceğiz?” diye sordu. Tabi bu, gıybet-mıybet değil, boş konuşmalar.

Bunun üzerine -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz dizini Muâzʼın dizine şöyle bir dokundurdu ama, böyle bir vurur gibi dokundurdu. Yani işin şeklen de şiddetini artırmak için:

“‒Allah hayrını versin Muaz! (Dedi.) İnsanları yüzüstü Cehennemʼe sürükleyen, dilinin söylediğinden başka nedir ki?..” dedi. Yani yapılan bütün amel-i sâlihler, bu dilin durumundan hepsi kaybolup gider buyurdu.

“…Kim Allâhʼa ve âhiret gününe inanıyorsa, ya hayırlı, faydalı söz söylesin veya sussun. Sizler, hayırlı söz söyleyerek kazançlı çıkın. Zararlı söz söylemeyerek de rahat ve huzura kavuşun.” (Hâkim, IV, 319/7774)

Demek ki ağzımızdan çıkan kelimeler, bizim iç, gönül dünyamızı aksettirir. Gönül dünyamıza sahip olmak, ya hayır söylemek, veyahut da susmak. Eğer hayır söylemeyeceksek, orada sükût etmek ve ilâhî bir tefekküre, bir tahassüse istikâmetlenebilmek.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede, Müʼminûn Sûresiʼnin 3. âyetinde:

“Onlar ki boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.”

Ömrü ziyan etmemek. Ömür çok kıymetli. Son nefeste bile hâlimizi bildiriyor Cenâb-ı Hak Münâfikûn Sûresiʼnde:

“Ölüm ânı gelir de «Yâ Rabbi geciktirsen, sadaka versem ve sâlihlerden olsam demeden evvel…»” (el-Münâfikûn, 10) buyuruyor.

Efendimiz buyuruyor:

“…Sâlihler bile ölüm ânında bir ah-vahla gidecekler. Keşke daha öteye gitseydik…” (Tirmizî, Zühd, 59/2403)

İlyas -aleyhisselâm-ʼa Azrâil geliyor. Ürperiyor.

Azrâil diyor ki:

“‒Sen (diyor), peygambersin (diyor), niye ürperiyorsun (diyor). Ölümden mi korktun?”

“‒Yok (diyor), ölümden korkmadım (diyor). Dünyada ne güzel bir Allâhʼa, Rabbime kulluk hâlindeydim (diyor). Şimdi mezarda ise rehin kalacağım kıyamete kadar (diyor). Bu lezzetten mahrum olacağım.”

Velhâsıl âyet-i kerîme:

“Onlar ki boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Müʼminûn, 3)

Yine Furkan Sûresiʼnde Cenâb-ı Hak:

“O kullar, yalan yere şahitlik etmezler…” (el-Furkân, 72)

Onlar dâimâ doğrudur, eğilmezler, bükülmezler, yamulmazlar, yalan söylemezler.

“…Boş şeylerle karşılaştıkları zaman da vakar ile oradan geçip giderler.” (el-Furkân, 72)

Yani o şeylerle de lâubâlî konuşmalar içinde de bulunmazlar, buyruluyor.

Velhâsıl ya hayır söyleyeceğiz demek ki, veyahut da susacağız. Kalbimizi o şekilde mizan edeceğiz.

Cenâb-ı Hak cümlemizin yardımcısı olsun. Allah râzı olsun. Uzun yoldan geldiniz. Cenâb-ı Hak bol ecirler nasîb eylesin. Bir dünya için gelmediniz. Dünya alışverişi için gelmediniz. Âhiret alışverişi için geldiniz. Bir kardeşlik için geldiniz.

Bir, Müslimʼin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerifle sohbetimizi bitirelim -inşâallah-.

Efendimiz buyuruyor:

“Eski kavimlerde bir kişi bir köye gidiyordu. Karşısına bir kişi geldi:

«‒Arkadaş! (Dedi.) Ben de o köye gidiyorum, senin gittiğin köye, bir alışverişin varsa onu ben sana getireyim; sen o köye kadar yorulma. Ben senin işini göreyim.» dedi.

O da dedi ki:

«‒Benim bir dünyevî alışverişle bir işim yok (dedi). Orada bir din kardeşim var. Ben ona Allah rızâsı için gidiyorum. Onun hâlini hatırını, ahvâlini öğrenmek için gidiyorum.»

O kişi dedi ki:

«‒Ben meleğim, insan değilim. Sen nasıl o kardeşini seviyorsan, Allah da seni öyle seviyor. Ben o müjdeyi vermeye geldim.» buyuruyor.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 292)

Cenâb-ı Hak cümlemize bu hadîs-i şerîfin şümûlünden -inşâallah- hisseler nasîb eylesin.

Birbirimize duâ edelim -inşâallah-. Dâvud-i Tâî Hazretleri diyor ki:

“Efendimiz (diyor), ümmetini çok severdi. Ümmetine devamlı duâ hâlindeydi. Ümmetinin de birbirine duâ etmesi Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼi sevindirecek bir vâkıadır. Her gün hiç yoksa on kere (diyor):

اَللّٰهُمَّ اصْلِحْ اُمَّتَ مُحَمَّد

اَللّٰهُمَّ فَرِّجْ عَنْ اُمَّتِ مُحَمَّد

اَللّٰهُمَّ ارْحَمْ اُمَّتَ مُحَمَّد رَحْمَةً عَامَّةً

Her müʼmin (diyor), kardeşlerine (diyor), müʼmin kardeşlerine böyle duâ etsinler (diyor), ki Allah Rasûlüʼnü hoşnut etsinler.”

Cenâb-ı Hak cümlenizden râzı olsun. Lillâhi Teâleʼl-Fâtiha!..