Hayatın Bütün Muhtevâsında; İslâm’ı Yaşamak

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2019 Ay: Haziran, Sayı: 172

SEN KİMİNLESİN?

Bir vâiz, kürsüde âhiret ahvâlini anlatmaktaydı. Cemaatin arasında Şeyh Şiblî Hazretleri de vardı. Vâiz efendi, Cenâb-ı Hakk’ın âhirette soracağı suallerden bahsederek;

“–İlmini nerede kullandın, sorulacak! Malını-mülkünü nereden kazanıp nereye harcadın, sorulacak! Ömrünü nasıl geçirdin, sorulacak! İbâdetlerin ne durumda, sorulacak! Harama-helâle dikkat ettin mi, sorulacak!..”

Bunların ardından; “Şunlar şunlar da sorulacak!..” diye, hepsi de son derece mühim olan pek çok husus saydı. Fakat bu kadar tafsîlâtlı îzâha rağmen, meselenin özüne dikkat çekilmemesi üzerine, Şiblî Hazretleri yumuşak bir üslûpla vâize seslendi:

“–Ey vâiz efendi! Suallerin en mühimlerinden birini unuttun! Allah Teâlâ kısaca şunu soracak:

«Ey kulum! Ben seninleydim, sana şahdamarından daha yakındım; fakat sen kiminleydin?!.»”

Cenâb-ı Hak bize yakınlığını muhtelif âyetlerde beyan buyurmuştur:

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْۜ

“…Nerede olsanız, O sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4)

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ

“Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (Kāf, 16)

Cenâb-ı Hak; âyet-i kerîmede, bize yakınlığını ve O’na bizim yaklaşmamızın yolunu şöyle bildirmektedir:

وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَاد۪ي عَنّ۪ي فَاِنّ۪ي قَر۪يبٌۜ اُج۪يبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِۙ فَلْيَسْتَج۪يبُوا ل۪ي وَلْيُؤْمِنُوا ب۪ي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ

(Ey Habîbim!) Kullarım Sana Ben’i sorduğunda (Sen kullarıma söyle:)

  • Ben çok yakınım.
  • Bana duâ ettikleri vakit, duâ edenin dileğine karşılık veririm.

O hâlde (kullarım da) Ben’im davetime uysunlar (Kitap ve Sünnet’in muhtevâsı içinde hayatlarını devam ettirsinler) ve Bana inansınlar ki doğru yolu bulsunlar.” (el-Bakara, 186)

Şu âyet-i kerîmede de, Allah ve Rasûlü’ne icâbet emredilmektedir:

HAYAT DÜSTURLARI

“Ey îmân edenler! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasûlü’ne icâbet edin / uyun. Ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka O’nun huzûrunda toplanacaksınız.” (el-Enfâl, 24)

Demek ki;

Kitap ve Sünnet, yani Allah ve Rasûlü’nün bizi davet ettiği hususlar, bize hayat ve huzur veren, bizi ebedî saâdete kavuşturan hakikatlerdir.

Maalesef âhiretin unutturulduğu, modern bir câhiliyyenin yaşandığı devrimizde; dînî hakikatler, hayatın akışına mâni imiş, insanların dünyevî inkişâfına engel çıkarırmış şeklinde menfî telkinler yapılmaktadır.

“Bu zamanda olur mu?”, “Bu çağda bu kafa!” ve benzeri şeytânî ve nefsânî karalamalarla, ilâhî tâlimatlar tezyif edilmeye çalışılmaktadır.

Hâlbuki; biz kulların Allâh’a yakınlığının yegâne yolu, O’nun tâlimatlarına ittibâ etmemizdir.

İnsanla beraber bütün mahlûkātı ve bütün cihânı, mâzîyi ve istikbâli yaratan Allah’tır. O’nun dîni, iki cihanda da huzur ve saâdetin reçetesidir.

Cenâb-ı Hak buyurur:

وَاِنَّ لَنَا لَلْاٰخِرَةَ وَالْاُولٰى

“Şüphesiz âhiret de dünya da Bizim’dir. (İkisinde de hüküm Bizim’dir.)(el-Leyl, 13)

Ne hazindir ki, dînî hakikatlere çağ dışı diyenler; muâsır dinsizlerin içinde yuvarlandığı ve debelendiği sefâleti, saâdet zannetmektedir. Ferdi intiharda, uyuşturucuda ve cinsî sapkınlıklarda çare arayan; ailesi çökmüş ve parçalanmış; toplumu da tefessüh etmiş olan batı dünyası, maalesef insanımıza ideal bir toplum olarak takdim edilmektedir!

Oysa;

Batı dünyası; Irak’tan Yemen’e, Filistin’den Libya’ya, Arakan’dan Suriye’ye müslüman beldelerini mâtem ülkeleri hâline getirdi. Yüz binler katledildi, insan hakları gasp edildi. «Hürriyet vereceğiz ve demokrasi getireceğiz!» diyerek, maskeli şekilde bütün imkânlarını sömürdü, fitneler çıkardı, iki tarafa da silâh satıp birbirine düşürdü, felâketler yağdırdı, kan ağlattı.

Batı medeniyeti denilen tek dişi kalmış canavar, işte böylesine vahşî!.. İnsanların canavarlaştığı, enâniyetin arttığı, merhametin kalplerden kazındığı ve âhiretin unutulduğu bir vahşet dünyası!..

Fakat hakikatler ters yüz edilerek, bütün bu vahşetlere imza atan batı, şirin gösteriliyor.

O şirin gösterilen vahşî dünyanın tarih sayfalarına baktığımızda gördüğümüz tablolardan işte birkaç gerçek:

  • Elmas ve altın zengini Afrika, batı ülkeleri tarafından acımasızca sömürüldü. Halkı hâlâ açlık ve fakirliğin pençesinde…
  • Aynı zamanda Afrika’dan yüz binlerce insan gemilere doldurulup köle olarak Amerika kıtasına götürüldü. Yolda hastalanan Afrikalılar, okyanusa atıldı…
  • I. Dünya Savaşı’nda yaklaşık 9 milyon kişi öldü; 21 milyon kişi yara aldı, sakat kaldı, perişan oldu…
  • II. Dünya Savaşı’nda 60 milyon insan öldü. Yüz binlerce yahudi, fırınlarda yakıldı.

1944’te Japonya’da iki şehir kömür hâline getirildi. Kadınlar, çocuklar, ağaçlar, karıncalar ve canlı nâmına her şey yok edildi. Gelecek nesiller bile bunun tesiri altında; kimi sakat doğdu, kimi yok oldu…

Zaten batı, geçmişte de; «Dünya dönüyor.» diyen kimseyi bile engizisyon mahkemelerinde mahkûm eden bir taassubun merkeziydi.

İnsanlık bunun neresinde?..

Medeniyet bunun neresinde?..

Şirinlik bunun neresinde?..

Merhamet ve demokrasi bunun neresinde?..

Modern ve gelişmiş bir dünya hikâyesi bunun neresinde?..

Tarih her zaman şahittir ki;

Batı dünyasında gerçek bir medeniyet yoktur. Olmamıştır da. Bugün ne kadar modern maskelere bürünse de iç dünyalarından dâimâ aynı vahşetler infilâk etmektedir. Onlar medeniyeti makine terakkîsinde zannetmenin zebûnu olmuştur.

Hâlbuki;

Esas medeniyet fazîletlerle müzeyyen bir toplum meydana getirmektir. Bu da ancak İslâm-ı mübîndedir.

Nitekim Osmanlı tarihi, bunun en şerefli şahidi olmuştur. Müslim ve gayr-i müslim herkese tevzî edilen bir adâlet ve merhameti dünya ecdâdımızda seyretti. Hattâ Endülüs’ten kovulan mazlum yahudilere bile Barbaros Hayreddin Paşa sahip çıktı. Onları gemilerle İstanbul’a getirdi. Zira Osmanlı, dünyadaki bütün mazlumları bağrına basan yegâne memleketti ve tarih boyu fazîletler medeniyeti sergiledi. Çünkü Hazret-i Kur’ân ve sünnet-i Peygamber’le ihyâ olmuş bir nesil idiler.

Hakikaten;

İnsanlığa şifâ olan yegâne hayat düsturları; Kur’ân’dadır, Sünnet’tedir, asr-ı saâdettedir.

Bu itibarla;

Cenâb-ı Hakk’a ne kadar yakınız, bunun muhasebesi içinde olmalıyız.

O’na kalben yakın olabilmek, ancak O’nun cemâlî vasıflarıyla ahlâklanabilmemiz ile mümkün.

Hayatlarımızı O’nun rızâsıyla te’lif edebilmek, ancak;

  • O’nun emir ve yasakları etrafındaki gayretlerimizle,
  • Kur’ân-ı Kerîm’e yakınlığımızla,
  • Kur’ân-ı Kerîm’e hizmetlerimizle,
  • Müslümanların derdiyle dertlenmemizle,
  • Gariplerin ve kimsesizlerin duâlarını alabilmemizle,
  • Bütün mahlûkātı kuşatacak şefkat ve merhametimizle,
  • Bilhassa yavrularımızı Kur’ân iklimi ve ahlâkı üzere yetiştirmemizle,
  • Esas tahsilin Kur’ân-ı Kerim tahsili olduğunun şuur ve idrâki ile mümkün…

Bunun için dilimizi şöyle duâ etmeye alıştırmalıyız:

“Yâ Rabbî! Duygularımı ve hislerimi rızân ile te’lîf eyle!..”

Görüldüğü üzere İslâm; sadece namaz, oruç ve hac gibi ibâdetlerden ibaret değildir. Kulluk vazifelerimiz, sadece ferdî, sadece bedenî veya sadece maddî vecîbelerden ibaret değildir.

Kulluk, hayatın her safhasını ihâta eder. Hayatın her noktası hakkında, İslâm’ın bir sözü vardır. Dînimiz mükelleflerin her fiilini; farz, vâcib, sünnet, mubah, haram ve mekruh gibi hükümlerle vasıflandırır. Hiçbir sahayı boş bırakmaz. Hayatın her sahasını mükemmelen tanzim eder.

Bu sebeple;

İslâm, hayatın hiçbir safhasında ve sahasında unutulmamalı ve terk edilmemelidir.

Bilhassa da mânevî yolculukta…

TASAVVUF, KULLUĞUN KEMÂLE ERMESİDİR

İslâmiyet’te farz ve haramlar tayin edilirken, en zayıf bir mü’minin de kolayca riâyet edebilmesi esas alınmıştır.

Hâlbuki; Hakk’a yaklaşmak ve dost olabilmek, asgarî ölçülerden daha fazla riâyet ve hassâsiyet ister. Bu sebeple tasavvuf yollarında; Sünnet’e tam ittibâ, kerahetlerden de haramlardan kaçar gibi uzak durmak zarûrî görülmüştür.

Bu meyanda;

Merhum pederim Musa Efendi -kuddise sirruhû- ders almak için gelenlere önce şu sualleri sorardı:

‒Maddî ve mânevî ahvâli ne durumda?

‒Geçimini nasıl sağlıyor?

–Memursa, vazifesini tam ve düzgün yapıyor mu? Mesaisine riâyet ediyor mu? İhmalkârlık, iltimas, rüşvet vb. musîbetlerden muhafaza oluyor mu?

–Esnaf ise, ticareti nasıl?

–Alıp sattığı şeyler, temiz mi yoksa menhiyattan mı?

–Fâizle iştigali var mı?

–Kazancı helâl mi?

–Kirada mülkü varsa, hangi tür işlere kiralamış? Kazancına buradan haram ve şüpheli şeyler bulaşıyor mu?

–Zekât, öşür ve hayrat husûsundaki hâli nasıl?

‒Aile hayatı nasıl? İlâhî tâlimatları aile fertlerine tâlim etmiş mi?

–Anne babasının durumu, onlarla münasebeti nasıl? Onlar bakıma muhtaç ise, onlarla alâkadar oluyor mu?

‒Evlâtlarının eğitimini nasıl deruhte ediyor?

–Evlâtlarının Kur’ân eğitimine ihtimam gösteriyor mu?

Musa Efendi -kuddise sirruhû-, bütün bunların şerîatin muhtevâsı içinde olmasını şart görürdü. Bu ahvâl düzgün olmadan, ders vermezdi.

Bir lokum ikrâm eder gibi, ders kâğıdı verilmesini doğru ve muvâfık bulmazdı.

Zira çürük bir temelin üzerine binâ inşâ edilmez. Mânevî bir terakkî ve terfî olabilmesi için, hayatın şerîat temeli üzerinde olması lâzım.

Bugün biz de evlâtlarımızı nasıl yetiştirdiğimiz, onların uhrevî istikbâli için ne yaptığımız, arkamızdan nasıl bir insan mîrâsı bırakabildiğimiz üzerinde kendimizi muhasebe etmeliyiz.

Evlâtlarımızdan mes’ûlüz.

Bazen bize gelip, acı feryatlarda bulunuyorlar. “Duâ edin, kurtarın…” diyorlar. Fakat maalesef bu feryatlar ekseriyâ faydasız kalıyor. Çünkü çok geç kalınmış olabiliyor:

–Sen o evlâtlarını yetiştirmek için ne yaptın?

–Sen onlara helâl lokma yedirdin mi?

–Onlara Kur’ân eğitimi verdin mi?

–Hangi mekteplere ve hangi ortamlara gönderdin?

–Evlâtlarının, dünyasını mı tercih ettin yoksa âhiretini mi?

FERDÎ, AİLEVÎ ve İÇTİMÂÎ

Unutulmamalıdır ki;

Dînimizde ibâdetler sadece ferdî değildir. Ailevî ve içtimâî vazifeler de vardır. Bedenî ibâdetler yanında mâlî ibâdetler de vardır.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına sık sık sorardı;

“Bugün bir yetim başı okşadınız mı?”

Yani yetimin maddî ve mânevî ihtiyaçlarına bir katkıda bulundunuz mu?

“Bugün Allah için bir hasta ziyaretinde bulundunuz mu?”

“Bugün bir cenâze teşyiinde bulundunuz mu?” (Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12)

Bütün bunları gerçekleştirebilmek için de, ömrü fâsılasız şekilde, hasenât ile doldurmak zarûrî. Âyet-i kerîmede buyurulduğu gibi:

فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ

“Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” (el-İnşirâh, 7-8)

Bir hayır işini bitirdin, diğer hayır işine koş. Böylece hayatının her sahasını İslâm ile âbâd eyle!.. Vîrâne olmaktan kurtar!

Dâimâ kuyumcu terazisi hassâsiyetiyle; kazancını, günlük yaşayışını, evdeki, iş yerindeki hâlini, insanlarla münasebetlerini değerlendir.

–Benim kazancım nasıl? İçinde şüpheli bir şey var mı?

–Bir dükkânı kiraya verdim. Onu ehil bir kimseye mi verdim, yanlış iş yapan bir kişiye mi kiraya verdim?

–Hak-hukuka dikkat ettim mi? Maiyyetimde çalışan kişilerin, haklarını verdim mi? Alın terlerini helâl ettirdim mi?

–Mîrasta bir hak yedim mi? Bir aile büyüğü veya ferdi vefat ettiğinde, ehil bir fıkıh âlimine; «Bu meselede ilâhî tâlimat nedir?» diye sordum mu?

–Eğer haksızlık yaptıysan, İslâmî usûle riâyet etmediysen kıyâmette onun hesabı var. Dünyada da haramlar gönle zehir saçar, ibâdet zevkini kurutur. Hattâ kabulüne mâni olur.

Hadîs-i şerifte hulâseten şöyle buyurulur:

“Kazancı haram bir kişi hacca gelir; «Lebbeyk!» der fakat ona; «Lâ lebbeyk! / Sen reddedildin!» denir.” (Bkz. Heysemî, III, 209-210)

Onun için lokmaların helâliyeti husûsunda mîras hukukuna çok dikkat etmek lâzım.

HELÂL LOKMA

Mevlânâ Hazretleri, helâl lokmanın mâneviyat yolundaki ehemmiyetini şöyle bildirir:

“Nur ve kemâli artıran lokma, helâl kazançtan elde edilen lokmadır.” (Mesnevî)

Bu hakikati Mevlânâ Hazretleri kendi tecrübesi içinde şöyle anlatmıştır:

“Bu seher benden ilham kesildi. Her zaman lutfedilen tulûat ve sunûhat olmadı. Anladım ki vücuduma şüpheli birkaç lokma girdi.

Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar. Aşk da merhamet de helâl lokmanın mahsûlüdür. Eğer bir lokmadan gaflet meydana gelirse, bil ki o lokma şüpheli veya haramdır.”

Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh- de helâle riâyet husûsuna çok ihtimam gösterirdi. Hâce Hazretleri, yiyeceğini kendi ziraatinden elde ederdi. Ziraat yaparken kullanılan hayvanların, tarlanın, tohumun ve suyun helâl olması husûsunda çok ihtiyatlı davranırdı. Bu sebeple pek çok âlim, teberrüken (ve şifâ niyetiyle) onun helâl yemeğinden yemek için sohbetlerine iştirâk ederdi.

Bir gün, Gadîvet bölgesine gitmişlerdi. Bir derviş önlerine yemek getirdi. Hâce Hazretleri;

“–Bizim bu yemeği yememiz münasip değildir. Çünkü o, öfke ile pişirilmiştir. Unu elekten geçiren, hamuru yoğuran ve pişiren kişi öfkeliymiş!” buyurdu.

Yine Şâh-ı Nakşibend Hazretleri şöyle buyururdu:

“Sâlih ameller, helâl lokma ile mümkün olur. Fakat helâl lokma da gafletle yenilmemelidir.”

Kendisine;

“–Bir kul, namazda nasıl huşûa erer? (İbâdetinden nasıl feyiz alır?)” diye sorduklarında da, şöyle cevap verdiler:

“–Dört şeyle!

  1. Helâl lokma,
  1. Abdest sırasında gafletten uzak durmak,
  1. İlk tekbîri alırken kendini huzurda bilmek,
  1. Namaz dışında da Hakk’ı asla unutmamak; yani namazdaki huzur, sükûn ve mâsiyetten uzakta durma hâlini namazdan sonra da devam ettirebilmek.”

İslâm’ın, hayatın bütün safhasını ihâta etmesi aslında bir zarûrettir. Çünkü, her şey birbiriyle irtibat hâlindedir. Hayır hayra, şer şerre doğru temâyül ettirir. Haram kazanç, harcanırken de haramlara ve israflara sevk eder. Kişinin iradesi değil, paranın geldiği yerin tesiri hâkim olur. Mevlânâ Hazretleri îkaz buyurur:

“Bir kadı, kalben rüşvet almaya karar verirse, (hassâsiyeti ve adâlet terazisi bozulur da) zâlimi mazlumdan ayırt edemez.” (Mesnevî)

O hâlde; hayatın ilâhî tanzime uyması için, hiçbir safhasının ihmal edilmemesi gerekir. Çünkü şeytan ve nefis; bulduğu tek bir zaaf gediğinden girer, her şeyi vîrân eder.

İnsan, mükerrem bir varlıktır. Bu sebeple onun bütün davranışlarının da o mükerremliğe muvâfık olması iktizâ eder.

Mevlânâ Hazretleri ağır bir şekilde şu hakikati hatırlatır:

“Köpek bile atılan bir kemiği veya ekmeği koklamadan yemez. (Ya sen ey insan, senin helâl-haram gözetmemen insanlığına yakışır mı?!.)” (Mesnevî)

Aslında dînimizin, hayatın her safhasını tanzim eden kāidelerinin her biri; bizler için birer rahmet, huzur ve şifâ vesilesidir.

Fakat dile getirdiğimiz üzere; dünya âlâyişi, şeytan ve nefis vesveseleri, her şeyi çarpıtmaya, ters ve eğri göstermeye çalışır.

Mevlânâ Hazretleri dünya malıyla övünmenin ne kadar boş olduğunu şu mânidar ifadelerle ortaya koyar:

“Altın babası olan külhancı, konuşmaya başlayınca; «Geceye kadar yirmi küfe tezek taşıdım.» der. Yani;

«Zengin oldum, mal-mülk topladım.» diyen kişinin sözü de, aslında; «Bu kadar pislik topladım, taşıdım.» demektir.”

Bu ifadelerden, mal sahibi olmanın kötü ve çirkin olduğu anlaşılmamalıdır. Kötü ve tehlikeli olan, kalbi dünya malına kasa yapmaktır. Zühd; dünya malını kalbin dışında tutarak, âhiret sermâyesi yapabilmektir. Lâkin dünya malının câzibesi sebebiyle, bunu başarabilenler azdır.

Hazret-i Süleyman; muhteşem mülk ve saltanatına rağmen, kalbini dünyaya kasa yapmadığı, infâk ehli olduğu ve tevâzuyla yaşadığı için, Cenâb-ı Hak onun hakkında;

نِعْمَ الْعَبْدُ

«Ne güzel kul!» buyurmuştur. (Sâd, 30)

Aslında birçok mâlî ibâdet bulunduğu gibi, İslâm’ın hayatın her safhasında tam mânâsıyla yaşanabilmesi için, maddiyatın Hak yoluna seferber edilmesi de zarûrîdir. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Sâlih bir kimsenin elinde bulunan helâl ve faydalı mal ne güzeldir.” (İbn-i Hanbel, IV, 202)

Lâkin; Sâlebe, Kārun gibi misaller de göstermektedir ki, başlangıçta; «Zengin olayım da daha fazla ibâdet edeyim ve daha fazla hayır hasenatta bulunayım.» düşüncesinde olanların birçoğu da mal hırsına kapılıp gitmiştir.

Bu hususta niyetin samimiyetini şu ölçüyle mîzân etmelidir:

Niyette hayır yapmak varsa, derhâl elindeki imkânlardan infâk etmek îcâb eder. Kur’ân-ı
Kerim’de yokluk içinde de infâk edenler meth ü senâ edilmiştir. Bu îtibarla ârifler;

“–Yarın diyenler helâk oldu…” düsturu içinde yaşamışlardır.

Mevlânâ Hazretleri mânevî tehlikeleri madde madde saymıştır:

“Bizde insan olarak muhakememizi çarmıha gerip öldüren dört vasıf vardır:

  • Şehvet,
  • Hırs ve ihtiras,
  • Bitip tükenmek bilmeyen emellere kapılmak,
  • Yüksek mevkî peşinde koşmak…” (Mesnevî)

Demek ki; nefsin mayasındaki bu zehirler, iyi niyetleri dahî çürütmekte ve bir müslümanın hayatını ifsâd etmektedir. Samimiyetsizlik, riyâ, gösteriş gibi zehirli duygular; ibâdetleri dahî mahv u perişan eder.

Mevlânâ Hazretleri, işârî tefsirle ne güzel beyan eder:

“Rasûlullah Efendimiz, huzûrunda gösteriş için namaz kılan bir gence;

«Kalk, tekrar namaz kıl, çünkü sen namaz kılmadın!» diye buyurdu.

İşte bu korkulara bir çare bulmak içindir ki: Her namazda (okuduğumuz Fâtiha-i şerîfede);

«Allâh’ım! Bize istikametli yolu göster.

Allâh’ım! Bu namazımı; yollarını sapıtanların, gösteriş için namaz kılanların namazları arasına karıştırma!» diye niyaz etmemiz emredilmektedir.” (Mesnevî)

Yâ Rabbî!..

İsteklerimizi, rızân ile te’lîf eyle!.. Hayatımızın her sahasını ve her safhasını, Kur’ân ve Sünnet hakikatleri ile îmâr eyle!..

Âmîn!..