Hazret-i Peygamber’in Yüce Ahlâkı

Ebedî Fecre

Yıl: 2005 Ay: Kasım Sayı: 09

YÜKSEK ŞAHSİYETİNİN TEMELİ: GÜZEL AHLÂK

Hayatı, kıyâmete kadar gelecek nesillere yegâne örnek vasfında en büyük şahsiyet, Âlemlerin Efendisi Muhammed Mustafâ -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’dir.

O’nun mükemmel ve yüksek şahsiyetinin temeli de hiç şüphesiz güzel ahlâkıdır ki Kur’ân-ı Kerîm’in Kalem Sûresi’nde O’nun için şöyle buyurulur:

وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظٖ۪يمٍ

“Şüphesiz Sen yüce bir ahlâk üzeresin!” (el-Kalem, 4)

O; Kur’ân’ı yalnız lâfzen öğreten bir muallim değil, aynı zamanda Kur’ân’ı yaşayan canlı bir örnek idi.

Hazret-i Câbir’den rivâyet edilen bir hadîs-i şerifte Fahr-i Kâinat -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz;

“Allah -celle celâlühû- beni güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderdi.” (Muvattâ, 904; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, X, 192) buyurmuşlardır.

O’NUN GÜZEL VASIFLARINDAN BAZILARI

Yüzünde nûr-i melâhat, sözlerinde selâset, hareketlerinde letâfet, lisânında talâkat, kelimelerinde fesâhat, beyânında fevkalâde belâgat vardı.

Fuzûlî söz söylemeyip her kelâmı hikmet ve nasihat idi. Lügatinde asla dedikodu ve mâlâyânî yoktu. Herkesin akıl ve idrâkine göre söz söylerdi.

Mülâyim ve mütevâzı idi. Gülmesinde kahkaha gibi aşırılık olmazdı. Dâimâ mütebessimdi.

O’nu ansızın gören kimseyi haşyet sarardı. O’nunla ülfet ve sohbet eden kimse, O’na cân u gönülden âşık ve muhib olurdu.

Derecelerine göre fazîlet erbâbına ihtirâm eylerdi. Akrabasına da ziyade ikrâm ederdi. Ehl-i beytine ve ashâbına hüsn-i muâmele ettiği gibi, sâir nâsa dahî rıfk ve lutf ile muâmele ederdi.

Hizmetkârlarını pek hoş tutardı. Kendisi ne yer ve ne giyer ise, onlara da onu yedirir ve onu giydirirdi. Cömert, ikrâm sahibi, şefkatli ve merhametli, gerektiğinde cesur ve gerektiğinde de halîm idi.

Ahd u va‘dinde sâbit ve kavlinde sâdık idi. Hüsn-i ahlâkça, akıl ve zekâca cümle nâsa fâik ve her türlü medh u senâya lâyık idi.

Elhâsıl sûreti güzel, sîreti mükemmel, misli yaratılmamış bir vücûd-i mübârek idi.

Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in hüznü dâimî, tefekkürü aralıksız idi. Zarûret olmaksızın konuşmazdı.

Sükûnet hâli uzun sürerdi. Bir söze başlayınca, yarım bırakmadan tamamlayarak bitirirdi. Birçok mânâları birkaç kelimede toplar öyle söylerdi.

Sözleri tane tane idi. Ne lüzûmundan fazla, ne de az idi. Yaratılış olarak yumuşak olmasına rağmen gayet salâbetli ve heybetli idi.

Öfkelendiği zaman yerinden kalkmazdı. Hakk’a itiraz edilmesinin, hakkın çiğnenmesinin hâricinde öfkelenmezdi. Kimsenin farkına varmadığı bir hak çiğnendiği zaman öfkelenir, hak yerini buluncaya kadar öfkesi devam ederdi. Ancak hakkı tevzî ettikten sonra sükûnete bürünürdü. Asla kendisi için öfkelenmezdi. Kendisini de müdafaa etmez, kimseyle münakaşaya girişmezdi.

O, kimsenin hânesine izin almadıkça girmezdi. Evine geldiği zaman da evde kalacağı müddeti üçe bölerdi; birini Allâh’a ibâdete, diğer vaktini ailesine, üçüncüsünü de şahsına ayırırdı. Kendisine ayırdığı zamanını avâm-havâs insanların hepsine tahsis eder, onlardan kimseyi mahrum bırakmazdı. Hepsinin gönlünü fethederdi.

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in her hâl ve hareketi, zikir ile idi.

Kim O’ndan herhangi bir ihtiyacını gidermek için bir şey isterse, o ister ehemmiyetli, ister ehemmiyetsiz olsun onu yerine getirmeden huzur bulamaz, ihtiyacı hâlletmesi mümkün olmadığı takdirde hiç olmazsa güzel bir söz ile muhatabının gönlünü almaktan geri kalmazdı. O, herkese dert ortağı idi.

İnsanlar, hangi makam ve mevkide olursa olsun, zengin-fakir, âlim-câhil O’nun yanında insan olmak haysiyetiyle müsâvî bir muâmeleye nâil olurlardı. Bütün meclisleri hilim, ilim, hayâ, sabır, tevekkül ve emânet gibi fazîletlerin cârî ve hâkim olduğu bir mahaldi.

Ayıp ve kusurlarından dolayı kimseyi kınamaz, îkāz ihtiyacı belirdiğinde bunu, karşısındakini rencide etmeyecek bir şekilde zarif bir îmâ ile yaparlardı. Hiç kimsenin zâhire çıkmamış ayıp ve kusuruyla meşgul olmadığı gibi, bu tür hâllerin araştırılmasını da şiddetle menederlerdi. Esâsen başkalarının hakkında zan ve tecessüs, ilâhî emirlerle menolunmuştu.

AHLÂKIYLA AHLÂKLANMAK

İşte asr-ı saâdetten beri İslâm tarihindeki bütün zirve şahsiyetler, hep O’nun güzel ahlâkî husûsiyetlerine sahip olabildikleri ölçüde yükselmiş ve yücelmişlerdir. Bütün ârif ve âşık gönüller, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in ahlâkı ile ahlâklanabildikleri derecede, hadîs-i şerifte gerçek pehlivan diye ifade edilen bir vasfa sahip olabildiler. Hayat ve ölüm arasındaki murâd-ı ilâhîyi idrâk ile gelgeç lezzetlere itibar etmediler. Sadece amel-i sâlihlere sarıldılar, böylece ilim, irfan, hizmet ve ibâdetle müzeyyen bir ömür sürdüler.

Yani Allah Teâlâ, O büyük Peygamber’in yüce ahlâkına sarılanları yüceltti, ihyâ ve âbâd eyledi. Îmân etmeden önce kızını gömen bir zâlim hüviyetinde olan Hazret-i Ömer, hidâyete nâil olup da Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in ahlâk ve terbiyesi ile yetiştikten sonra şefkat ve merhamet âbidesi bir devlet reisi oldu. Öyle ki, Medine’ye kilometrelerce uzaktaki Dicle’de bile bir koyuna vahşî bir kurt tarafından eziyet edilmesine dayanamayan bir gönül hassâsiyetine erdi. Mehmed Âkif onun ağzından bu hassâsiyeti şöyle ifade eder:

Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,

Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu…

O’NA SAYGISIZLIĞI ALLAH AFFETMEZ

Hazret-i Peygamber’in yüce ve mükemmel ahlâkının ebedî güzel neticelerine ve sonsuz bereketine rağmen O Gönüller Sultanı’na sırt dönenleri, Allah Teâlâ, her zaman mahcup ve mahrum kılmıştır. O’na düşmanlıkta aşırı gidenleri de ilâhî cezaya dûçâr eylemiştir. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

 “Birisi Peygamber Efendimiz’in mübârek adını alay ile ağzını eğerek söyledi de bu yüzden, o kötü niyetli kişinin ağzı çarpıldı ve öyle kaldı. Sonra yaptığından utandı, pişman oldu da;

«–Ey ilâhî bilgilere, ledün ilminin lütuflarına mazhar olan Muhammed, beni affet… Ben bilgisizliğim yüzünden seninle alay ettim. Hâlbuki asıl alay edilecek kişi benmişim…» diye yalvardı.”

“Dünyamızı aydınlatan güneşi çekiştirmek, onda kusur aramak; insanın aslında; «Benim iki gözüm de kördür, karanlıktır, çipildir.» diye kendini çekiştirmesi, kendini kötülemesidir.”

Hazret-i Peygamber’in ahlâkına zıt olan böyle davranışların sebebi, o davranışlara meyleden kimsenin nefsânî zaaf ve kusurlarının Hakk’ı gazaplandıracak bir derekeye düşmesinden kaynaklanmaktadır. Bu gerçeği de Hazret-i Mevlânâ şöyle açıklar:

“Allah, birisinin perdesini yırtmak, ayıbını ortaya dökmek isterse; onun gönlüne, temiz kişileri kınama isteği verir.”

HAK KATINDA DEĞERLİ OLMAK İÇİN

Bu itibarla Hak katında değerli olmak, ne olursa olsun insanların kusur ve ayıplarıyla uğraşmayıp kendi hata ve noksanlıklarımızla meşgul olmaktan geçer. Yine Hazret-i Mevlânâ buyurur:

 “Allah, bir kimsenin de ayıbını örtmek isterse, o kişi nefs yüzünden kirlenmiş, günahlara ve ayıplara bulanmış insanların bile ayıplarını görmez, söylemez olur.”

“Allah bize yardım etmek dilerse, gönlümüze yalvarma, ağlayıp inleme isteği verir. Allah aşkıyla ağlayan göz, ne mutlu gözdür. Allah aşkı ile tutuşup yanan gönül ne mübârek bir gönüldür.”

“Her ağlamanın sonu, gülmektir. Bu sebepledir ki her hâdisenin sonunu gören kişi mutlu ve kutlu bir kuldur. Nerede akarsu varsa, orada yeşillik vardır. Nerede gözyaşı dökülürse, oraya rahmet gelir, merhamet olur.”

“Bostan dolabı gibi inleyerek gözlerinden yaşlar saç da, can bağında yeşillikler bitsin. Gözyaşı istiyorsan, gözü yaşlı olanlara acı. Acınmak, merhamete kavuşmak arzu ediyorsan, zayıflara, zavallılara merhamet et.”

Şair ne güzel söylemiş:

Çalış gamginleri şâd etmeğe, şâd olmak istersen.

Sevindir kalb-i nâ gamdan âzâd olmak istersen.

İşte Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in en büyük ve değerli ahlâk-ı hamîdesi de buydu. Yani garipleri ve fakirleri el üstünde tutmak.

Ebû Üsâme -radıyallâhu anh- anlatır:

“Peygamberimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in sözleri Kur’ân’dı. Çok zikreder, hutbelerini kısa tutar, namazını uzun kılardı. Bir yoksulun, bir bîçârenin işini görmek için onunla birlikte yürümekten âr etmez, bilâkis haz duyardı.”

Bütün mesele, Allâh’a kullukta bir ömür az veya çok gece-gündüz yapabildiğimiz kadarıyla sağ omzumuzdaki ilâhî ambara koyduğumuz sâlih amellerimizi artırabilmek ve muhafaza etmek…

FARE VE BUĞDAY AMBARI

Henüz idrâk ettiğimiz Ramazân-ı şerif gibi güzel ve mânen verimli zamanlarda Cenâb-ı Hakk’ın bize lutfettiklerini daha sonraki günlerde kıymet bilmeyip elden kaçırırsak, büyük bir ziyâna uğramış oluruz. Ha yapılmış, ha yapılmamış hükmündeki güzel amellerden hiçbir istifade edemeyiz. Yani güzel amellerimizi; gaflet, haset, kin, gıybet (dedikodu), yalan, lâf taşıma, şüpheli ve haramlardan sakınmama gibi kötü ahlâklara bulaştırarak bir mum gibi eritmemeli, âhiret müflisi olmamalıyız.

Bu bakımdan şu günlerde bilhassa dikkat edeceğimiz husus, Ramazân-ı şerif misâli güzel amellerimizin aşk, basîret ve ihlâs dolu dağarcıklarını diğer zamanlarda bozuk para gibi harcamamak… Çünkü bu dünya güzel ameller yapabilme imkânlarıyla dolu olduğu gibi; o amelleri yiyip bitirecek vahşî fare tehlikeleriyle de dopdoludur. Bu itibarla Hazret-i Mevlânâ şöyle îkāz eder:

“Biz, şu dünya ambarında buğday topluyoruz. Fakat topladığımız buğdayları kaybediyoruz. Bir gün aklımızı başımıza alıp da, buğdayın böyle azalmasının, kaybolmasının, ambara giren fareden ve onun hilesinden ileri geldiğini anlayamıyoruz.”

Burada yaptığımız ibâdetlerden, iyiliklerden ve insanî vazifelerden elde edilen bütün güzel neticeler; sevaplar, gönül rahatlığı ve iç huzûru, buğdaylara benzetilmiştir. Ambar, vücut şehrimizin mânevî dağarcığıdır. Fare; nefsimizin ve nefsânî arzularımızın remzidir.

Bu mecâzî ifadelerden çıkaracağımız netice şudur:

Yaptığımız ibâdetlerden herhangi bir mânevî zevk duyamazsak; bilmeliyiz ki, gönül ambarımıza fare düşmüştür. Şeytan ve nefs; yaptığımız ibâdetleri çalıp çırparak mahvetmekte, dolayısıyla bizde mânevî zevk ve feyz bırakmamaktadır. Bu sebeple pek çok kimsede ibâdet vardır, ancak nefislerine râm oldukları için onlar kalben huzursuzdurlar; mânevî zevk ve feyizden de mahrumdurlar.

Hazret-i Mevlânâ bu hâli anlatmaya şöyle devam eder:

“Fare, ambarımızı delmiş, ambarımız onun hilesinden harap olmuştur.  Ey Hak tâlibi can, önce ambara giren fareden kurtulma çaresini ara,  ondan sonra buğday toplamaya çalış.”

“Büyüklerin büyüğü olan, gönüllere gönül kesilen Sevgili Peygamberimiz’in:

«Namaz ancak kalp huzûru ile tamam olur.» hadîsini hatırla da nefsten ve şeytandan kurtulmak için kalp huzûru ile namaza başla.”

“Eğer ambarımızda, hırsız bir fare bulunmasaydı, kırk yıllık ibâdet buğdayı nereye giderdi? Her gün azar azar da olsa, candan ve sevgi ile yapılan ibâdetlerden, iyiliklerden hâsıl olan iç rahatlığı ve huzur neden gönlümüzde hissedilmiyor?”

“Çakmak demirinden birçok kıvılcım sıçradı. İlâhî aşkla yanan gönül onları çekti aldı.

“Fakat karanlıkta gizli bir hırsız var. Kıvılcımları söndürmek için üstlerine parmak basıyor. Dünyada mânevî bir çerağ uyanmasın diye, o karanlıktaki hırsız, kıvılcımları söndürüyor.”

NEFS VE ŞEYTAN HIRSIZINA KARŞI ÇARE…

Güzel amellere ve hasletlere sahip olabilmenin ve sahip olduktan sonra onları koruyabilmenin yegâne yolu, gönül kâbemizde Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in imâmetinde ibâdet eylemektir. Yani hem kalbimizde, hem de fiillerimizde Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’le beraber olmaktır. O’nunla ruh ve gönül beraberliği içinde yaşayabilmektir.

Diğer taraftan Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in mübârek ism-i şerîfi; yerde, gökte ve gönüllerde ebedîdir. Bu bakımdan gönüllere; dünyevî padişah ve onlara ait saltanatların nâmını değil, o ebedîlik tahtında oturan eşsiz sultanın nâmını silinmeyen muhabbet yazısı ile yazmalı ki, kalplerimiz, kendisine verilen ulvî kıymetini muhafaza edebilsin.

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk’ın;

(Ey Rasûlüm!) Sen onların içinde iken Allah, onlara azâb edecek değildir!..” (el-Enfâl, 33) beyânı müşrikler için vârid olmuş bir âyet-i kerîmedir.

İşârî mânâda bu demektir ki, o Varlık Nûru’nu gönlünde taşıyan mü’minler hakkında büyük müjdeler ve mükâfatlar vardır. Bu demektir ki, bir mü’min kulun gönlü, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e ne kadar muhabbetle dolarsa, o kadar azab-ı ilâhîden ve «gazabullah»tan uzaklaşmış olur. Hazret-i Mevlânâ ve Bahâeddin Nakşibend Hazretleri gibi engin bir feyiz pınarı hâline gelir. Bu lütuf, Cenâb-ı Hakk’ın yüce bir va‘didir. Yani Mevlâ, gönlümüzde Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- varsa, lutfuyla muâmele ederek bizi helâk etmeyecek ve bize azapta bulunmayacaktır.

Yüce Allah bizi, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e olan muhabbetimiz ve ahlâkına bürünüşümüz vesilesiyle muhafaza ettiği takdirde bu fânî dünya baştan başa tuzak kesilse bile mühim değildir. Ancak gönlümüz ve rûhumuz O’ndan uzak düşerse, işte en büyük hüsran… Kemal Edip KÜRKÇÜOĞLU’nun ifadesiyle:

İltifâtından uzak düşmesi eyvâh eyvâh;

İki dünyâda yeter gâfile hüsrân olarak!.

Eyvah, eyvah!.. Hazret-i Peygamber’in iltifatından uzak düşmesi, gâfil bir insana (elbette) hüsran olarak yeter!..

Rabbimiz; bizleri, O’na muhabbetle bağlanan lâyık bir ümmet eylesin! O, zeminine dahî erişilmez merhamet ve şefkat ufkundaki yüce ahlâk güneşinden nasipdâr ederek gönlümüzü ve yüzümüzü bir dolunay gibi pırıl pırıl eylesin!..

Âmîn!..