İkinci Akabe Bey’ati (Nübüvvetin 13. Senesi)

HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER


Birinci Akabe görüşmesinden bir sene sonra Medîneliler, yine hac mevsiminde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile görüştüler. Bu sefer ikisi kadın, yetmiş beş ki­şiydiler.

Yine Allâh Rasûlü’ne bey’at ettiler. Buna da “İkinci Akabe Bey’ati” denildi.

Kâfilenin başında gelen Mus’ab -radıyallâhu anh- kendi evine yaklaşmadan önce Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gitti. Ensâr’ın İslâm’ı hızla kabûl etmelerini haber verdi. Âlemlerin Efendisi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mus’ab’ın getirdiği haberlerle mesrûr oldu.

Hazret-i Mus’ab’ın önce Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına varması, müşrik annesinin kulağına gidince çok kızdı.

O ise:

“–Ben Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den önce kimsenin yanına gitmem, O varken kimseye öncelik veremem.” dedi.

Efendimiz’den izin istedikten sonra annesinin yanına vardı ve onu İslâm’a dâvet etti. (İbn-i Sa’d, III, 119)

İşte ashâbın Rasûlullâh’a muhabbeti böyleydi.

Câbir -radıyallâhu anh- der ki:

“Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kendisini ve müslümanları himâye edecek bir kabîle arayıp da kimsenin O’na kucak açmadığı günlerde, Allâh Teâlâ bizi Yesrib (Medîne)’den O’na gönderdi de, biz îmân ettik ve kendisini himâye ettik. Bizden biri gidip Allâh Rasûlü’ne îmân ederdi, Efendimiz de kendisine Kur’ân okurdu. Evine döndüğü zaman bütün ev halkı ona uyarak müslüman olurlardı. Ensâr evlerinden, içinde İslâm’ın açıklanmadığı bir ev kalmadı. Sonra da bir araya gelerek konuştuk ve:

«−Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i daha ne zamâna kadar Mekke dağlarında ezâ ve cefâ içinde bırakacağız?!» dedik.

Bunun üzerine hac mevsiminde bey’at etmek üzere O’nun yanına vardık.” (Ahmed, III, 322; Hâkim, II, 681-682)

Bu tâlihli kişiler, Peygamber Efendimiz’le teşrik günlerinde Akabe mevkiinde buluşmak üzere sözleştiler. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medînelilere:

“−Uyuyanı uyandırmayın, zamânında buluşma yerine gelmeyeni de beklemeyin!” buyurdu.

Gecenin üçte biri geçince Fahr-i Kâinât Efendimiz ile kararlaştırdıkları gibi Akabe mevkiine giderek O’nu beklemeye başladılar. Nihâyet, Rasûlullâh Efendimiz amcası Abbâs ile birlikte geldi. Abbâs, henüz müslüman olmasa da Ebû Tâlib’den sonra yeğeninin hi­mâyesini üzerine almıştı. Medînelilerin, Allâh Rasûlü’nü kendi beldelerine dâveti üzerine Peygamberimiz’in amcası Abbâs, onlara şöyle dedi:

“–Ey Medîneliler! Bizler O’nu düşmanlardan koruduk. Yine de koruyacağız. O’nun aramızdaki mevkii yüksektir. Fakat siz sevgi ve saygınızdan dolayı daha emniyette olması için Medîne’ye dâvet ediyorsunuz. O da bu arzudadır. Ancak O’nu düşmanlardan koruyabilecekseniz memleketinize götürünüz. Ben sizden O’nu yardımsız bırakmayacağınıza, aldatmayacağınıza dâir, kat’î bir söz almak istiyorum. Çünkü komşularınız olan yahûdîler yeğenime düşmandırlar. Onların tuzak kurmayacaklarından emin değilim. Arap kabîlelerinin de düşmanlıklarına göğüs gerebilecek kadar savaş gücüne mâlikseniz bu işe teşebbüs ediniz. Aranızda iyice görüşünüz ki sonra bu hususta ihtilâfa düşmeyesiniz! Şâyet yanınıza vardıktan sonra korkup O’na yardım edemeyecek, kendisini muhâliflerinin eline bırakacaksanız, kendinize güveniniz yoksa, şimdiden bu dâvetten vazgeçi­niz! Aranızda konuşmak isteyen varsa buyursun konuşsun, fakat konuşmasını fazla uzatmasın. Zîrâ her tarafta müşriklerin gözcü ve câsusları vardır! Buradan dağıldığınız zaman da, bu meseleyi gizli tutunuz!”

Es’ad bin Zürâre -radıyallâhu anh- ayağa kalkarak, Peygamber Efendimiz’in amcası Abbâs’ın dile getirdiği endişelere cevap mâhiyetinde şöyle bir konuşma yaptı:

“−Yâ Rasûlallâh! Sen bizi öteden beri inandığımız dînimizi bırakmaya ve kendi dînine tâbî olmaya dâvet ettin. Bu çok zor ve ağır bir şey olduğu hâlde, biz Sen’in bu teklifini kabûl ettik. Sen bizi, yakın uzak bütün müşrik akrabâ ve komşularla alâkalarımızı kesmeye dâvet ettin! Bu da çok zor ve ağır bir şey olduğu hâlde biz Sen’in bu teklifini de kabûl ettik! Bizler, kendisini, değil sâdece kavmi, amcalarının bile öldürmek istedikleri bir zâtın himâyesini üstlendiğimizin farkındayız. Buna rağmen, biz Sen’in bu husustaki teklifini de kabûl ettik. Ey Allâh’ın Rasûlü! Biz kendimizi, oğullarımızı ve kadınlarımızı müdâfaa ettiğimiz gibi Sen’i de muhâfaza edeceğiz. Eğer biz bu ahdimizi bozarsak, Allâh’ın ahdini bozmuş bedbaht kimseler olalım! Yâ Rasûlallâh! Bu, Sana karşı bizim sadâkat yeminimizdir! Yardımına sığınılacak olan ancak Allâh Teâlâ’dır!”

Hazret-i Es’ad’dan sonra Abdullâh bin Revâha -radıyallâhu anh- ayağa kalkarak, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:

“–Yâ Rasûlallâh! Rabbin ve kendin için bize istediğin şartı koşabilirsin.” dedi.

Habîb-i Hüdâ -aleyhi ekmelü’t-tehâyâ- Efendimiz şöyle buyurdu:

“–Rabbim için şartım, O’na ibâdet etmeniz ve hiçbir şeyi O’na şirk koşmamanızdır. Kendi hakkımdaki şartım ise, canlarınızı ve mallarınızı nasıl koruyorsanız, beni de öylece korumanızdır.”

Medîne’den gelen mübârek sahâbe topluluğu sordular:

“–Böyle yaparsak karşılığında bize ne vardır?”

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cevâben:

“–Cennet vardır!” buyurunca, oradakiler:

“–Ne kârlı bir alışveriş! Bundan ne döneriz, ne de dönülmesini isteriz!” dediler. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 406)

Abdullâh bin Revâha -radıyallâhu anh-, Mûte harbinde bu kârlı alışverişi tamamlamış, Varlık Nûru’ndan şehîd olacağı müjdesini alarak, savaşta can vereceğini bile bile büyük bir iştiyak ile muhârebeye katılmış, malını beytü’l-mâle, canını da Cenâb-ı Hakk’a takdîm ederek Cennet-i A’lâ’ya uçmuştur. Diğer sahâbîler de muhtelif yerlerde, Allâh yolundaki cihâd ve gayretlerine devâm ederek bu bey’atlerine sâdık kalmışlar, mânevî ticâretlerini bereketlendirmişlerdir.

Medîneli müslümanların yapmış oldukları bu bey’at ile alâkalı olarak şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

اِنَّ اللهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ يُقَاتِلُونَ فِى سَبِيلِ اللهِ فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا فِى التَّوْرَيةِ وَاْلاِنْجِيلِ وَالْقُرْاَنِ وَمَنْ اَوْفَى بِعَهْدِهِ مِنَ اللهِ فَاسْتَبْشِرُوا بِبَيْعِكُمُ الَّذِى بَايَعْتُمْ بِهِ وَذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ

“Allâh, mü’minlerden mallarını ve canlarını, onlara (verilecek) cennet karşılığında sa­tın almıştır. Onlar, Allâh yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. (Bu), Tevrât’ta, İncîl’de ve Kur’ân’da Allâh üzerine hak bir vaattir. Allâh’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O hâlde yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin! İşte bu, (gerçekten) büyük kurtuluştur.” (et-Tevbe, 111)

Bundan sonra birkaç kişi daha söz alarak konuştu. Onların ardından Peygamber Efendimiz Medînelilere hitâb etti ve onlara Kur’ân-ı Kerîm okuyarak İslâm’ı anlattı. Sonra da hangi şartlar üzerine bey’at edeceklerini bildirdi. Önceki maddelere ilâveten şu hususlar da bu bey’atte zikredildi:

  1. Emir, kumanda mü’minlerden her kimde olursa olsun, ona muhâlefet etmemek.
  2. Allâh yolunda yürümekten dolayı müşrikler ve diğer münkirler tarafından ayıp­lanmaktan korkmamak.
  3. Refahta ve sıkıntıda, sevinçte ve üzüntüde Allâh’ın Rasûlü’ne itaat etmek ve O’nu kendi nefislerinden üstün tutmak; O’na hiçbir sûrette karşı gelmemek.

Peygamber Efendimiz:

“−İçinizden bana on iki nakîb[1] çıkarın ki onlar kabîlelerinin temsilcisi olsunlar!” buyurdu.

Medîneli müslümanlar, dokuzu Hazrec, üçü de Evs kabîlesinden olmak üzere on iki nakîb çıkardılar.

Varlık Nûru temsilcilere:

“−Havârîlerin Îsâ bin Meryem için kefîl oldukları gibi sizler de kavminizin kefillerisiniz. Ben de müslüman olan kavmimin kefîliyim!” buyurdu.

Nakîbler:

“−Evet!” dediler.

Varlık Nûru’nun amcası Abbâs, bir ağacın altında Peygamberimiz’in elinden tutup Medîneli müslümanlara birer birer bey’at ettirdi.

Bu bey’atte, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dâvet edilerek Medîne’ye hicreti kararlaş­tırıldı. Çünkü o sıralar ismi Yesrib olan Medîne, her bakımdan İslâm’a kucak açmaya hazır bir hâle gelmişti.

Bey’at, gece yapıldığı için, bundan Mekkeli müşriklerin haberleri olmadı. Bey’atin yapılıp tamamlandığı sırada Akabe’nin üzerinden şeytan:

“−Ey Minâ halkı! Ey Kureyş cemaati! Muhammed ile yanında bulunan ve dinlerini değiştirmiş olanların sizinle savaşmak üzere toplanıp anlaştıklarından haberiniz yok mudur?!” diyerek keskin ve uzun bir çığlık kopardı.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“−Bu ses sizi korkutmasın! O, Allâh’ın düşmanı İblîs’in sesidir! Dinle ey Allâh’ın düşmanı! Senin de hakkından geleceğim!” buyurduktan sonra müslümanlara:

“−Hemen konak yerlerinize dağılınız!” buyurdu.

Abbâs bin Ubâde -radıyallâhu anh-:

“−Seni, hak dîn ve kitapla gönderen Allâh’a yemin ederim ki istersen Minâ halkını da kılıçtan geçiririz!” dedi.

Peygamber Efendimiz:

“−Biz bununla emrolunmadık! Sizler şimdi yerlerinize dönünüz!” buyurdu.

Müslümanlar yerlerine dönüp sabaha kadar uyudular. Sabahleyin Kureyş müşriklerinden bâzıları, müslümanların da içlerinde bulunduğu kâfilenin yanına gelerek Varlık Nûru ile antlaşma yapıp yapmadıklarını sordular. Hiçbir şeyden haberi olmayan kâfiledeki müşrikler, yemin ederek böyle bir şeyin olmadığını söylediler. Ancak Kureyş müşrikleri, Akabe Bey’ati’ni araştırmaya devâm ettiler. Bey’at haberinin doğru olduğu anlaşılınca da, Medîne yollarını kestiler, müslümanları bulmak için her tarafa birlikler gönderdiler. Müşriklerin tâkipçileri yolda Sa’d bin Ubâde -radıyallâhu anh-’ı yakaladılar:

“−Sen Muhammed’in dînine girdin mi?” diye sordular.

“−Evet!” deyince iki elini boynuna sıkıca bağladılar. Döve döve, uzun saçının perçeminden çeke çeke Mekke’ye götürdüler. Ona eziyet ve işkence etmeye başladılar. Daha önce kendilerine yardım ettiği ve haksızlıktan koruduğu Cübeyr bin Mut’im[2] ile Hâris bin Harb hemen gidip Sa’d -radıyallâhu anh-’ı müşriklerin elinden kurtardılar.

Medîneli mü’minler toplanıp kendisini kurtarmayı konuştukları bir anda, Sa’d -radıyallâhu anh- yanlarına çıkageldi. (İbn-i Hişâm, II, 47-57; İbn-i Sa’d, I, 221-223; III, 602-603; Ahmed, III, 322, 461, 462; Heysemî, VI, 42-44)

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- şöyle demiştir:

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer Muhâcirlerdendir. Çünkü onlar müşriklerden kaçarak Medîne’ye hicret etmişlerdir. Aynı şekilde Ensâr’dan da Muhâcirler vardır. Onlar da Akabe gecesi, şirk yurdu olan Medîne’den Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelmişlerdir. (Nesâî, Bey’at, 13)

***

Akabe Bey’atleri, sâdece on iki veya yetmiş beş kişinin değil, bütün müslümanların Cenâb-ı Hak ile yaptıkları bir akittir.

Bu dünyâ, âhiretin satın alınacağı pazardır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile yapılan bu bey’ate bizim de bütün kalbimizle iştirâk etmemiz ve ashâb-ı kirâm misâli “ne kârlı bir alışveriş” diyebilmemiz îcâb eder.

Mus’ab -radıyallâhu anh- Medîne’de İslâm’ın temeli oldu. Biz de gönüllerde İslâm’ın temellerini oluşturmalıyız. Teblîğci gerekirse ev ev dolaşmalı ve hâliyle örnek olmalıdır. Teblîğcinin kalbi Allâh ve Rasûlü’nün muhabbetiyle dolarsa, Mus’ab -radıyallâhu anh- gibi, dünyevî hazlarını İslâm için fedâ edebilir.


[1] Nakîb: Vekil. Bir kavim veya kabîlenin reisi veya vekili.

[2] Cübeyr bin Mut’im -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in akrabâlarındandır. Uzun müddet İslâm’ı kabûl etmedi. Varlık Nûru’nu öldürmeye karar veren heyette o da bulundu. Bedir Gazvesi’nde müşriklerin arasında yer aldı. Uhud Gazvesi’nde kölesi Vahşî’ye Hazret-i Hamza’yı şehîd ettirdi. Hudeybiye Musâlahası’ndan hemen sonra (628 yılında) îmân etti ve çok samîmî bir müslüman oldu. Yumuşak huylu ve ileri görüşlü bir sahâbî olan Cübeyr, altmış hadîs rivâyet etti. Hicrî 58 / mîlâdî 678 senesinde Medîne’de rahmet-i Rahmân’a kavuştu.


HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER