NÜBÜVVETİN ONUNCU SENESİ / Hüzün Senesi: Hazret-i Hatîce ve Ebû Tâlib’in Vefâtı

HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER


Müşriklerin muhâsarasından selâmete çıkan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sel­lem- ve müslümanların sevinci fazla sürmedi. Çünkü boykotun kaldırılmasının hemen ar­dından, kendisinin ve mü’minlerin hâmîsi olan, onları fedâkârâne bir şekilde müdâfaa eden amcası Ebû Tâlib vefât etti.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onun îmân etmesi için zaman za­man çok ısrâr ederdi. Ebû Tâlib de, bu ısrar karşısında yeğenine:

“–Ben Sen’in hakîkatini biliyorum. Lâkin Sana îmân edersem, Kureyş’in kadınları beni ayıplar!” derdi.

Hazret-i Peygamber’in nübüvvetini vicdânen kabûl eder, nefsâniyeti muktezâsı red­dederdi.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onun îmanlı olarak rûhunu Rabbine tes­lîm etmesi için ölüm döşeğinde iken de:

“–Ey amca! Ne olursun, bir kelime söyle ki, Allâh sana sonsuz saâdet bahşetsin!” diye ısrâr etti.

O sırada oraya gelmiş bulunan Ebû Cehil, buna mânî oldu. Çünkü Ebû Tâlib’e sürekli kelime-i şehâdeti telkîn eden Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e mukâbil Ebû Cehil:

“–Sen atalarının dînindesin!” telkîninde bulunuyordu.

Nihâyet Ebû Tâlib’in, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e son sözü:

“–Ben, eski dîn (Abdülmuttalib’in dîni) üzerine ölüyorum. Kureyş benim için ölümden korktu da dînini değiştirdi demeyecek olsalardı, Sen’in sözlerini kabûl ederdim!..” oldu. (Buhârî, Cenâiz 81, Menâkıbu’l-Ensâr 40; İbn-i Sa’d, I, 122-123)

Bu sözler üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Ben de senin için dâimâ istiğfarda bulunacağım!” buyurmuşlar, fakat amcasının evinden mahzûn olarak ayrılmışlardır.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in çok üzülüp amcası için “Sana dâimâ istiğfarda bulunacağım!” demesi üzerine âyet-i kerîmede şöyle buyruldu:

اِنَّكَ لاَ تَهْدِى مَنْ اَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللهَ يَهْدِى مَنْ يَشَاءُ

(Rasûlüm!) Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin! Fakat Allâh, dilediğini doğru yola iletir…” (el-Kasas, 56) (Müslim, Îman, 41-42)

Hidâyet, kulu sırât-ı müstakîme ileten nûr-i ilâhîdir. Kimin gönlü ona teşne ve Hakk’a meyilli ise, ancak ona nasîb olur.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

يَهْدِى اِلَيْهِ مَنْ اَنَابَ

“…(Allâh) kendisine yönelen kimseye hidâyet eder!” (er-Ra’d, 27)

Bu hususta başkalarının gayreti, sâdece vesîle olmaktır. Aksi hâlde, diğer bir kim­senin -velev peygamber bile olsa- gayreti ile hidâyetin nasîb olması her zaman mümkün değildir. Nitekim -Hazret-i Peygamber’in gayretine rağmen- Ebû Tâlib’in, hakîkati bildiği hâlde nefsâniyetine mağlûb olarak Hakk’a meylet­memesi üzerine kendisine hidâyet nasîb ol­mamıştır.

***

Peygamber Efendimiz’i derin bir hüzne gark eden Ebû Tâlib’in vefâtının üzerinden henüz üç gün bile geçmemişti ki, Allâh Rasûlü’nün dert or­tağı, büyük desteği, can yoldaşı, Seyyidetü’n-Nisâ, Hatîcetü’l-Kübrâ -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz de vefât etti. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile mü’minlerin gönüllerinde acı üstüne bir büyük acı daha eklendi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, çok sevdiği mübârek zevcesini, kabr-i şerîfine bizzat kendi elleriyle indirdiler. Âlemlerin Efendisi’nin gönlü gam ve kederle mahzûn olmuş, gözleri yaşlarla dolmuştu.

Hazret-i Hatîce vâlidemiz, Varlık Nûru -aleyhissalâtü vesselâm- için İslâm dâvâsında sâdık bir müşâvir, dert ortağı, tesellî ve sükûnet kaynağı idi. Onun vefâtı Allâh Rasûlü’ne:

“−Şu ümmet üzerine gelen iki büyük iptilâdan hangisine daha çok üzüleceğimi bilemiyorum.” (Ya’kûbî, II, 35; Taberî, Târih, II, 229) dedirtecek kadar ağır gelmişti.

Bu iki hüzünlü hâdise sebebiyle Mekke devrinin onuncu senesine “Hüzün Senesi” denildi.

Amcası ve zevcesinin vefâtıyla, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e hiçbir zâhirî, izâfî ve fânî dayanak, sığınak ve barınak kalmamış oldu. O’nun gönül âlemi böylece Hak Teâlâ’ya münhasır kılındı. Zîrâ tevekkül ve teslîmiyet gösterilecek yegâne ve mutlak mercî yalnızca Cenâb-ı Hak idi. Nitekim çocukluğunda da anne, baba ve dede himâyesinden mahrûm bırakılarak Allâh’ın terbiyesinde yetiştirilmişti.

***

Hatîce vâlidemiz çok fazîletli bir insandı. Vahiy meleği birgün Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e gelerek:

“−Yâ Rasûlallâh! Hatîce, elinde bir kap yemekle Sana gelmektedir. Hatîce yanına geldiği zaman, ona Rabbinden ve benden selâm söyle! Onu, gürültü ve yorgunluk olmayan cennette inciden yapılmış bir sarayla müjdele!” buyurdu. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 20)

Hazret-i Hatîce -radıyallâhu anhâ- bu ilâhî selâma şöyle mukâbele etti:

“−O (şânı yüce Allâh) Selâm’ın kendisidir, selâm O’ndandır, Cebrâîl’e de selâm olsun! Ey Allâh’ın Rasûlü! Allâh’ın selâmı, rahmeti ve bereketi Sen’in de üzerine olsun.”

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hayâtı boyunca bu mübârek zevcesini unut­madı. O’na karşı vefânın en güzel örneklerini sergiledi.

Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle anlatıyor:

“Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın hanımlarından hiçbirine, Hatîce’ye olduğu kadar gıpta etmedim. Üstelik onu hiç görmemiştim. Fakat Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu sık sık yâd ederdi. Bir koyun kesip etini parçaladığında, çoğu zaman Hatîce’nin dostlarına gönderirdi. Bir defâsında (dayanamayıp) Allâh Rasûlü’ne:

«−Sanki dünyâda Hatîce’den başka kadın kalmadı!» dedim.

Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«−O şöyle şöyleydi.» diye güzel vasıflarını saydı ve:

«–Çocuklarım da ondan oldu.» buyurdu.

İçimden:

«–Bir daha Hatîce hakkında kötü söz söylemeyeceğim.» dedim.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 20; Edeb 73; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 74-76)

Birgün Hatîce’nin kız kardeşi Hâle bint-i Huveylid, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna girmek için izin istemişti. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hatîce’nin sesini hatırladı ve:

“–Allâh’ım, bu (Hatîce’nin kardeşi) Hâle bint-i Huveylid!” diye heyecanlandı.

Bu manzarayı gören Âişe -radıyallâhu anhâ- dayanamadı:

“–İhtiyarlıktan ağzının dişleri dökülmüş ve bir zamanlar ölüp gitmiş Kureyşli bir ihtiyarın nesini anıp duruyorsun? Allâh sana onun yerine daha hayırlısını verdi.” dedi. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 20)

Hazret-i Âişe “daha hayırlı” sözüyle kendisini kastediyordu. Onun bu sözünü yerinde bulmayan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu cevâbı verdi:

“–Hayır, Allâh Teâlâ bana ondan daha hayırlısını vermedi. Halk bana inanmazken o inandı. Herkes bana yalancı derken o doğru söylediğimi kabûl etti. Kimse bana bir şey vermezken o beni malıyla destekledi ve Cenâb-ı Hak bana ondan çocuklar ihsân etti.” (İbn-i Hanbel, VI, 118)


HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER