HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, müşriklere Kâbe’de Kur’ân-ı Kerîm okumak üzere sâdece ashâbını göndermiyordu. Zaman zaman bizzat kendileri de gidip Allâh’ın âyetlerini tilâvet buyuruyorlardı. Bu gidişlerinden birinde Ebû Cehil, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e hakârette son derece ileri gitti. Etrâfında toplanmış bulunan diğer müşriklere de güç gösterisinde bulunmak istercesine, daha da azıtmak üzereydi ki, bir kadın, koşarak durumu o esnâda avdan dönmekte olan Hazret-i Hamza’ya bildirdi:
“–Ey yiğitler yiğidi! Kâbe’de yeğenine hakâret ediyorlar; korkarım O’na eziyet edecekler, bir fenâlık yapacaklar!..” dedi.
Hazret-i Hamza, hemen Kâbe’ye koştu ve derhâl mel’ûn Ebû Cehl’e mânî oldu. Elindeki yay ile o habîsin başına öyle bir vurdu ki, Ebû Cehl’in başından kanlar akmaya başladı. Böyle bir müdâhale olacağını tahmin etmeyen îman düşmanı, şaşkın bir hâlde ve canından endişe ederek, kaçarcasına oradan uzaklaştı. Bunu gören diğer müşrikler de, birer ikişer dağıldılar. Çünkü hepsi de Hamza’nın gücünü çok iyi biliyorlardı. Ondan, Kureyş’in bütün pehlivanları çekinir ve karşısına çıkmaya cesâret edemezdi.
Bundan sonra Hazret-i Hamza, Âlemlerin Efendisi olan yeğeni Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına giderek:
“–İşte intikâmını aldım yâ Muhammed; artık rahat ol!” dedi.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz ise, amcasının bu hareketine cevâben:
“–Ey amca! Ben asıl senin müslüman olmanla sevineceğim!” deyince, Hazret-i Hamza’nın gönlündeki gaflet perdeleri aralandı. O yiğitler yiğidi, hakîkati idrâk ederek tebessümle mübârek yeğenine baktı ve O’nun yüce nûrunu seyrede seyrede:
أَشْهَدُ أَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهَ وَ أَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ
diyerek kelime-i şehâdet getirdi. Hazret-i Hamza -radıyallâhu anh-, Peygamberimiz’den iki yaş büyüktü ve O’nun hem amcası hem de süt kardeşi idi.[1]
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Ey amca! Ben asıl senin müslüman olmanla sevineceğim!” buyurmakla, şahsî intikâmının alınmasıyla değil, asıl onun hidâyetiyle mes’ûd olacağını belirterek, mühim olanın, fânî dünyâ hayâtı değil, ebedî olan ukbâ hayâtı olduğunu ifâde etmiştir.
Bu hâdise, İslâm’ı yücelten hizmetleri, şahsî menfaatlerimize dâimâ tercih etmemiz gerektiğini ve ferdî hususlardan çok, dînî hizmet ve gayretlerin muvaffakıyyeti ile huzur bulup sevinmemiz îcâb ettiğini telkîn etmektedir.
***
Hazret-i Hamza -radıyallâhu anh-’ın müslüman olduğu gün, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- Rasûlullâh Efendimiz’e, hep birlikte Mescid-i Harâm’a gidip oradakileri İslâm’a dâvet etmesi için ısrâr etti. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise:
“−Ey Ebû Bekir! Henüz sayımız çok az.” buyurdular.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- daha fazla ısrâr edince, Peygamber Efendimiz ashâbıyla birlikte Dârü’l-Erkam’dan çıkıp Mescid-i Harâm’a gittiler. Kâbe’ye vardıklarında, Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, insanları Allâh’a ve Rasûlü’ne îmâna dâvet etmeye başlayınca, müşrikler Hazret-i Ebû Bekr’in ve müslümanların üzerlerine yürüyüp onları şiddetli bir şekilde dövmeye başladılar. Hele fâsık Utbe, Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın üzerine çıkıp çiğnedi, yüzünü demir tabanlı ayakkabılarıyla tekmeledi. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın her tarafı kan revân içinde kaldı. Kabîlesi Teymoğulları, Hazret-i Ebû Bekr’i müşriklerin elinden zor kurtardılar.
Teymoğulları, onu baygın bir hâlde evine götürdüler. Öleceğini zannederek hemen geri dönüp Mescid-i Harâm’a girdiler ve:
“−Şâyet Ebû Bekir ölecek olursa, vallâhi biz de Utbe’yi öldürürüz!” dediler.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, ancak akşama doğru kendine geldi ve ilk olarak bin bir zahmetle şunu sordu:
“−Rasûlullâh nasıl, iyi mi?”
Annesi Ümmü’l-Hayr sürekli:
“−Bir şeyler yiyip-içsen!” diye ısrâr ediyordu.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise, sanki onu hiç duymuyormuş gibi:
“−Rasûlullâh ne yapıyor, ne hâldedir?” diye sorup duruyordu.
Ümmü’l-Hayr:
“–Evlâdım! Arkadaşın hakkında bir şey bilmiyorum.” dedi.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, annesini Rasûlullâh hakkında bilgi almak üzere, müslüman bir hanım olan Ümmü Cemîl’e[2] gönderdi. Ümmü Cemîl -radıyallâhu anhâ- gelip, Hazret-i Ebû Bekr’i böyle perişan bir hâlde görünce kendini tutamayarak feryâd etti:
“−Allâh’a yemin ederim ki, sana bunu yapanlar muhakkak fâsık ve kâfirdirler! Onların sana yaptıklarını Allâh yanlarına bırakmasın!” dedi.
Daha sonra Ebû Bekr’in suâli üzerine Allâh Rasûlü’nün selâmette ve Dârü’l-Erkam’da olduğunu bildirdi.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“−Allâh’a yemin olsun ki, Rasûlullâh’ı görmedikçe, bir şey yiyip içmem!” dedi.
Ortalık sâkinleşip herkes evlerine çekilince, annesi ve Ümmü Cemîl, kollarına girerek Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ı Varlık Nûru’nun yanına götürdüler. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Fahr-i Kâinât -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’i görür görmez dizlerine kapandı. Kıymetli dostunun bu hâli, Âlemlerin Sultânı Efendimiz’in rakîk kalbini son derece duygulandırdı. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“−Anam babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Benim hiçbir sıkıntım yok. O habîs fâsık beni biraz hırpaladı o kadar!” dedi ve Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den annesinin hidâyeti için duâ taleb etti.
Varlık Nûru’nun duâsı berekâtıyla, Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın muhterem vâlideleri de îman halkasına dâhil oldular.[3]
***
Müslümanların sayısının hızla artması ve Hazret-i Hamza -radıyallâhu anh- gibi bahâdırların İslâm’a girmesi üzerine iyice telâşa kapılan müşrikler, bir toplantı yaparak bu gidişâtın önünü alabilmek için çâreler düşündüler:
“−Muhammed’in durumu iyice ciddîleşti, işlerimizi karıştırdı. Sihirde, kehânette, şiirde en âlimimizi O’na gönderelim de kendisiyle konuşsun!” dediler.
Bu iş için Utbe bin Rebîa’yı münâsip görerek Nebiyy-i Muhterem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gönderdiler. Utbe, müşriklerin daha önce yapmış oldukları teklifleri, fazlasıyla tekrar ederek uzun uzun konuştu. Sözlerini bitirinceye kadar Allâh Rasûlü onu sessizce dinledi Sonra da:
“−Ey Ebu’l-Velîd! Söyleyeceklerin bitti mi?” diye sordu.
Utbe:
“–Evet!” deyince Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“−Şimdi de sen beni dinle!” buyurdu.
Besmele çekerek Fussilet Sûresi’ni okumaya başladı. Secde âyeti olan 37. âyeti de okuyup secde ettikten sonra:
“−Ey Ebu’l-Velîd! Okuduklarımı dinledin. Artık işte sen, işte o!” buyurdu.
Utbe kalkıp arkadaşlarının yanına dönerken, onu gören müşrikler:
“−Vallâhi Ebu’l-Velîd gittiğinden çok farklı bir yüzle geliyor. Hâli çok değişmiş?!” dediler.
Yanlarına geldiğinde heyecanla Utbe’ye:
“−Ne oldu, anlatsana?” dediler.
Utbe:
“−Vallâhi, öyle bir söz dinledim ki şimdiye kadar bir benzerini hiç işitmemiştim. O ne şiir, ne sihir, ne de kehânettir! Muhammed:
فَإِنْ أَعْرَضُوا فَقُلْ أَنْذَرْتُكُمْ صَاعِقَةً مِثْلَ صَاعِقَةِ عَادٍ وَثَمُودَ
«Eğer yüz çevirirlerse onlara de ki: İşte sizi, Âd ve Semûd’un başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırım ile îkâz ettim.» (Fussilet, 13) dediği zaman, daha fazla okumasın diye elimle ağzını tutarak, akrabâlığımız hakkı için yemin ettim. Muhammed’in söylediği her şeyin aynen vukû bulduğunu bildiğim için üzerimize azâb ineceğinden korktum.
Ey Kureyş cemaati! Gelin beni dinleyin! O’nu kendi işiyle baş başa bırakın, aradan çekilin! Eğer onu Araplar öldürürse, sizden başkası vâsıtasıyla O’ndan kurtulmuş olursunuz. Şâyet Araplara hâkim olursa, O’nun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, O’nun kudret ve şerefi sizin kudret ve şerefiniz demektir. Böylece Muhammed sâyesinde insanların en mutlusu olursunuz!” dedi.
Kureyşliler:
“−Ey Ebu’l-Velîd! O seni de diliyle sihirlemiş!” deyince Utbe:
“−Benim fikrim budur. Siz nasıl istiyorsanız öyle yapın!” karşılığını verdi. (İbn-i Hişâm, I, 313-314; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 111-112)
[1] Bkz. İbn-i Hişâm, I, 312-313; Hâkim, III, 213; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 84.
[2] Bu hanım, Ümmü Cemîl bint-i Hattâb olup, müslüman bir kimse idi. Ebû Leheb’in hanımı Ümmü Cemîl ile karıştırılmamalıdır.
[3] Bkz. İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 326; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 81.
HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER