HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER
Dâvete en yakınlarından başlaması emredilen Varlık Nûru -aleyhissalâtü vesselâm-, birgün Safâ Tepesi’ne çıkarak Kureyş kabîlesine seslendi. Onlar da bu çağrıya icâbet ederek Safâ Tepesi’ne geldiler. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yüksek bir kayanın üzerinden onlara şöyle hitâb etti:
“–Ey Kureyş cemâati! Ben size, şu dağın eteğinde veya şu vâdide düşman atlıları var; hemen size saldıracak, mallarınızı gasbedecek desem, bana inanır mısınız?”
Onlar da hiç düşünmeden:
“–Evet inanırız! Çünkü şimdiye kadar Sen’i hep doğru olarak bulduk. Sen’in yalan söylediğini hiç işitmedik!” dediler.[1]
Oraya gelmiş bulunan herkesten bilâ-istisnâ bu tasdîki alan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onlara şu ilâhî hakîkati bildirdi:
“–O hâlde ben şimdi size, önünüzde şiddetli bir azap günü bulunduğunu, Allâh’a inanmayanların o çetin azâba uğrayacaklarını haber veriyorum. Ben sizi o çetin azaptan sakındırmak için gönderildim.
Ey Kureyşliler! Size karşı benim hâlim, düşmanı gören ve âilesine zarar vereceğinden korkarak hemen haber vermeye koşan bir adamın hâli gibidir.
Ey Kureyş cemâati! Siz uykuya dalar gibi öleceksiniz. Uykudan uyanır gibi de dirileceksiniz. Kabirden kalkıp Allâh’ın huzûruna varmanız, dünyâdaki her hareketinizin hesâbını vermeniz muhakkaktır. Netîcede hayır ve ibâdetlerinizin mükâfâtını, kötü işlerinizin de cezâ ve şiddetli azâbını göreceksiniz! Mükâfât ebedî bir cennet; mücâzât da dâimî bir cehennemdir.” (Buhârî, Tefsîr, 26; Müslim, Îman, 348-355; Ahmed, I, 281-307; İbn-i Sa’d, I, 74, 200; Belâzurî, I, 119; Semîra ez-Zâyid, I, 357-359)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu hitâbesine, orada bulunanlardan umûmî bir îtiraz gelmedi. Yalnız amcası Ebû Leheb:
“–Hay eli kuruyası! Bizi buraya bunun için mi çağırdın?” diyerek münâsebetsiz ve yakışıksız sözler sarf etti. Hakâretleriyle Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalbini kırdı.
Ebû Leheb’in bu tavrı üzerine “Tebbet Sûresi” nâzil oldu:
تَبَّتْ يَدَا اَبِى لَهَبٍ وَتَبَّ مَا اَغْنَى عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَ سَيَصْلَى نَارًا ذَاتَ لَهَبٍ وَامْرَاَتُهُ حَمَّالَةَ الْحَطَبِ فِى جِيدِهَا حَبْلٌ مِنْ مَسَدٍ
“Ebû Leheb’in iki eli kurusun! Kurudu da… Malı ve kazandıkları ona fayda vermedi. O, alevli bir ateşte yanacak. Odun taşıyıcı olarak ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu hâlde karısı da (ateşe girecek).” (Tebbet, 1-5) (Buhârî, Tefsîr 26/2, 34/2, 111/1-2; Müslim, Îman 355)
Âyette Ebû Leheb’in karısı da zikredilmiştir. Çünkü o da, kocası gibi Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e pek çok eziyet vermekte, geçeceği yollara diken koymaktaydı.
Aynı zamanda bu sûre, ırk ve neseb yakınlığının mutlak mânâda bir kıymetinin olmadığını da zımnen ifâde etmektedir. Mühim olan, rûhî yakınlıktır, takvâdır. Rûhun ırkı yoktur. Irk, cesede âit bir keyfiyettir. Cesed ise, toprakta yok olacaktır. İnsanın kıymeti, rûh olgunluğu nisbetindedir. Onun mükerrem vasfı da budur. İnsanın maddî tarafı olan beden, rûhun girdiği bir kalıp veya giydiği bir elbise hükmündedir. İnsan ise değişik kumaştan elbise giymekle kıymet kazanmaz!
***
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gayretleri netîcesinde halaları Hazret-i Safiyye ve Hazret-i Âtike, Hazret-i Abbâs’ın âzatlısı Ebû Râfi’, Ebû Zerr ve Amr bin Abese müslüman oldular.
Ebû Zerr -radıyallâhu anh- câhiliye devrinde de putlara tapmazdı. Kendisi hidâyete nâil oluşunu şöyle anlatır:
Ben Gıfâr kabîlesinden bir kimseydim. “Mekke’de bir zât zuhûr etmiş, kendisinin peygamber olduğunu söylüyormuş.” diye bir haber alınca, Allâh Teâlâ daha o zaman gönlüme İslâm’ın muhabbetini düşürdü. Kardeşim Üneys’e:
“−Mekke’ye git ve kendisine semâdan haberler geldiğini söyleyen O zât ile konuş, O’nun hakkında bana haber getir!” dedim.
Kardeşim Üneys, Mekke’ye gitti, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile buluşup söylediklerini dinledikten sonra yanıma geldi. Ona:
“−Ne yaptın? Ne haberler getirdin?” diye sordum.
“−Mekke’de senin dîninde bir zâta rastladım ki, kendisini Allâh’ın gönderdiğini söylüyor.” dedi.
“−Peki halk onun hakkında neler söylüyor?” diye sordum.
“−Şâir, kâhin, sihirbaz gibi şeyler söylüyorlar!” dedi.
Kardeşim şâir bir kimse idi ve şiirden de çok iyi anlardı. O, Hazret-i Peygamber hakkında şöyle dedi:
“−Ben kâhinlerin sözlerini bilirim. O’nun sözleri kâhinlerinkine hiç benzemiyor. O’nun sözlerini şiirin her çeşidiyle mukâyese ettim. Vallâhi ona şiir demeye kimsenin dili varamaz. O muhakkak doğru söylemektedir. O’na iftirâ edenler ise yalancıdırlar! O, sâdece hayrı, iyiliği ve ahlâkî fazîletleri emrediyor, şerden ve kötülüklerden de nehyediyor.”
Kardeşimin anlattıklarından tatmin olamamıştım. Hemen azığımı ve su tulumumu yüklenerek yola çıktım. Mekke’ye geldim. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i tanımıyor, başkasına sormaktan da çekiniyordum. Mescid-i Harâm’da bekliyor, Zemzem içerek açlık ve susuzluğumu gideriyordum. O esnâda yanıma Hazret-i Ali geldi ve:
“−Herhâlde siz buraların yabancısısınız?” dedi.
Ona:
“−Evet!” dedim.
“−Öyleyse bize misâfir ol!” dedi.
Ali -radıyallâhu anh- ile birlikte gittim. Mekkelilerin estirdiği terör havasının verdiği endişe ile geliş sebebimi dahî sormadı. Sabah olunca Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i bulmak için tekrar Mescid-i Harâm’a gittim. Akşama kadar beklememe rağmen bir haber alamadım. Ali -radıyallâhu anh- bana tekrar uğradı ve:
“−Siz hâlâ gideceğiniz yeri öğrenemediniz mi?” dedi.
Ben:
“−Hayır.” dedim.
Ali -radıyallâhu anh-:
“−Öyleyse gelin yine bize misâfir olun.” dedi.
Evlerine vardığımızda:
“−Senin hâlin nedir? Buraya niçin geldin?” diye sordu.
Gizli tutacağına ve bana yol göstereceğine dâir söz aldıktan sonra:
“−Bize ulaşan habere göre burada bir zât çıkmış, kendisinin peygamber olduğunu söylüyormuş! O’nunla buluşup konuşmak üzere geldim.” dedim.
“−Gelmekle çok iyi etmişsin! Bu zât Allâh’ın Rasûlü’dür, hak peygamberdir. Sabahleyin beni tâkib et, girdiğim eve sen de gir! Ben senin için tehlikeli bir şey görürsem, ayakkabımı düzeltiyormuş gibi duvara dönerim, sen de geçer gidersin.” dedi.
Nihâyet Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın huzûruna vardık.
“–Es-Selâmu aleyke yâ Rasûlallâh!” diyerek onu ilk kez İslâm selâmı ile ben selâmladım.
“−Yâ Muhammed! Sen insanları neye dâvet ediyorsun?” diye sordum.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“−Bir olan ve hiçbir şerîki olmayan Allâh’a îmâna, putları terk etmeye ve benim de Allâh’ın Rasûlü olduğuma şehâdet etmeye dâvet ediyorum.” buyurdu.
Bana İslâm’ı anlatınca hemen müslüman oldum. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- müslüman olmama çok sevindi ve mesrûr bir çehreyle tebessüm etti.
“−Ey Ebû Zerr! Şimdi bu işi Mekkelilerden gizli tut ve memleketine dön!” buyurdu.
“−Yâ Rasûlallâh! Ben dînimi açıklamak istiyorum.” dedim.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“−Ben Mekkelilerin sana zarar vermelerinden endişe ediyorum!” buyurdu.
“−Yâ Rasûlallâh! Ben öldürüleceğimi bilsem de bunu muhakkak yapacağım.” dedim.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz sükût etti.
Kureyşlilerin Mescid-i Harâm’da toplandıkları bir sırada oraya varıp yüksek sesle:
“−Ey Kureyş cemâati! Eşhedü en lâ ilâhe illâllâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlüh!” diyerek bağırdım.
Müşrikler:
“−Adam sapıttı! Adam sapıttı! Kalkın yürüyün şu sâbiînin[2] üzerine!” diyerek kalktılar ve beni öldüresiye dövdüler. O esnâda Allâh Rasûlü’nün amcası Abbâs yetişip üzerime kapandı ve onlara:
“−Yazıklar olsun size! Ey Kureyş cemâati! Sizler tüccâr insanlarsınız. Ticâret yolunuz da Gıfâr kabîlesinden geçmektedir. Yoksa ticâret yolunuzun kesilmesini mi istiyorsunuz?” diye çıkışınca başımdan dağıldılar.
Ertesi gün sabahleyin Mescid-i Harâm’a vardığımda yine aynı hâdise tekerrür etti. Beni öldü zannedip bıraktılar. Kalkıp Allâh Rasûlü’nün yanına vardım. Efendimiz hâlimi görünce:
“−Ben seni menetmemiş miydim?” buyurdu.
Ben:
“−Yâ Rasûlallâh! Bu gönlümün bir arzusuydu, ben de yerine getirdim.” dedim.
Bir müddet Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında kaldım. Daha sonra:
“−Ey Allâh’ın Rasûlü! Bana ne yapmamı emredersin?” dedim.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“−Sana emrim gelince İslâm’ı kavmine teblîğ et! Ortaya çıktığımızı haber alınca yanıma gel!” buyurdular. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 33, Menâkıb 10; Ahmed, V, 174; Hâkim, III, 382-385; İbn-i Sa’d, IV, 220-225)
Fahr-i Kâinât Efendimiz, insanları İslâm’a dâvete devâm etti. Hac mevsimlerinde, Ukâz, Mecenne, Zülmecâz gibi panayırlarda insanların toplu bulundukları yerleri devamlı dolaşır, rastladığı herkese, hür-köle, zayıf-kuvvetli, zengin-fakir demeden İslâm’ı teblîğ eder, onları Allâh’ın birliğine îmân etmeye çağırırdı.[3]
***
Nübüvvetin bu safhasında nâzil olan âyetler, umûmiyetle kıyâmetin dehşetinden haber vermekteydi:
اِنَّ عَذَابَ رَبِّكَ لَوَاقِعٌ مَا لَهُ مِنْ دَافِعٍ يَوْمَ تَمُورُ السَّمَاءُ مَوْرًا وَتَسِيرُ الْجِبَالُ سَيْرًا فَوَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّبِينَ اَلَّذِينَ هُمْ فِى خَوْضٍ يَلْعَبُونَ يَوْمَ يُدَعُّونَ اِلَى نَارِ جَهَنَّمَ دَعًّا هذِهِ النَّارُ الَّتِى كُنْتُمْ بِهَا تُكَذِّبُونَ
“Rabbinin azâbı muhakkak vukû bulacaktır. Ona engel olacak hiçbir şey yoktur. O gün gök sarsıldıkça sarsılır. Dağlar yürüdükçe yürür. O gün (peygamberlerini) yalanlayanların vay hâline! Onlar ki, daldıkları bâtıl içinde oyalanıp duruyorlar. O gün cehennem ateşine itilip atılırlar da: «İşte yalanlayıp durduğunuz ateş budur!» denilir.” (et-Tûr, 7-14)
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in peygamberliğini îlân etmesi ve dâvete alenen başlamasının ardından müşriklerin ve putlarının aleyhindeki âyet-i kerîmeler de nâzil olmaya başladı:
اِنَّكُمْ وَمَا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللهِ حَصَبُ جَهَنَّمَ اَنْتُمْ لَهَا وَارِدُونَ
“(Ey müşrikler!) Siz ve sizin Allâh’tan başka taptığınız şeyler, hep cehennem odunu olacaktır. Siz oraya gireceksiniz.” (el-Enbiyâ, 98)
قُلْ اِنَّمَا اَنَا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحَى اِلَىَّ اَنَّمَا اِلَهُكُمْ اِلهٌ وَاحِدٌ فَاسْتَقِيمُوا اِلَيْهِ وَاسْتَغْفِرُوهُ وَوَيْلٌ لِلْمُشْرِكِينَ
“(Ey Rasûlüm!) De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyolunuyor. Artık O’na yönelin! O’ndan mağfiret dileyin! (Allâh’a) ortak koşanların vay hâline!” (Fussilet, 6)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, müşriklerin tapmakta oldukları putlarını yermeye başladığı, küfür ve dalâlet üzere ölüp gitmiş olan atalarının cehennemde olduklarını söylediği zaman, Kureyş müşrikleri Peygamber Efendimiz’i red ve inkâr ettiler. O’na karşı kin ve düşmanlık beslemek husûsunda birleştiler. Ancak Ebû Tâlib, Allâh Rasûlü’nü himâye ettiği için bir şey yapamadılar.[4]
Ebû Cehil, Ebû Leheb, Velîd bin Muğîre, Ümeyye bin Halef, Âs bin Vâil, Nadr bin Hâris, Ukbe bin Ebî Muayt, Utbe bin Rebîa gibi azılı müşrikler, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e karşı düşmanlıkta aşırı gidip ebedî hüsrâna dûçâr olan bedbahtlardandı.
[1] Burada Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- teblîğ için öncelikle bir şahsiyet tespiti yaptırmaktadır. Zîrâ insanlar karaktere hayrân olur, ardından da itaat ederler. Günümüzde İslâm’ı teblîğ edenlerin aynı şekilde şahsiyetlerini tespit ettirmesi, “Emîn” ve “Sâdık” olmaları, doğruluklarının toplum tarafından tescîli zarûrîdir. Yâ-sîn Sûresi’nde bahsi geçen Habîb en-Neccâr, teblîğde bulunan sâlih kimselerin şahsiyetlerini şöyle tespit etmektedir: اِتَّبِعُوا مَنْ لَا يَسْـَٔلُكُمْ اَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ “(Ey kavmim!) Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbî olun! Çünkü onlar hidâyete ermiş kimselerdir.” (Yâ-sîn, 21) Âyet-i kerîmede aynı zamanda teblîğin sâdece Allâh rızası için yapılması ve teblîğcilerin evveliyetle kendilerinin istikâmette olmasının zarûreti ifâde edilmektedir.
[2] Mekkeliler o zaman müslüman olanlara, “dinden çıkan” mânâsında “sâbiî” derlerdi.
[3] Bkz. İbn-i Sa’d, I, 216-217.
[4] İbn-i Sa’d, I, 199.
HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER