HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER
Hilye, lügatte süs, ziynet, yüz ve rûh güzelliği demektir. Istılahta ise, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, beşer kelâmının imkânları nisbetinde kelimelerle çizilmiş resmidir.
Nahîfî şöyle der:
“Muhakkak ki bir kimse, hilye-i şerîfe yazsa ve ona çok nazar eylese, Allâh Teâlâ o kimseyi hastalık ve sıkıntılardan ve ânî ölümden hıfzeyler. Şâyet bir yere sefer ettiğinde berâberinde götürürse, o seferinde dâimâ Hak -celle celâlühû-’nun muhâfazasında olur.”
Birçok İslâm müellifi, hilye-i şerîfenin sayısız fazîletleri hakkında düşüncelerini ortaya koymuşlardır. Hattâ Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i rüyâda görmek için de hilye-i şerîfeyi teberrüken ezberleme an’anesi, birçok İslâm ülkesinde hâlâ mevcuttur.
Bununla berâber düşünmek lâzımdır ki, Habîb-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in “nûrun alâ nûr”, yâni nûr üstüne nûr diye tavsîf edilen mübârek sîmâsını sözle tasvîr ederken kelimelerin kifâyetsizliği kadar, beşerin O’nun hakîkatini müşâhede ve idrâkteki mutlak aczi de hesâba katılmalıdır. Zîrâ Cenâb-ı Hakk’ın insanoğluna lutfettiği bütün güzellikleri şahsında toplayan o eşsiz varlığı, kâmil mânâda târif edebilmek mümkün değildir. Nitekim Hâkânî’nin dediği gibi:
Gelmemiştir bilir eşyâ ânı,
Yaradılmışta O’nun akrânı…
“Bütün varlıklar O’nun hak peygamber olduğunu bilir. Çünkü yaratılmışlar arasında O’nun benzeri hiçbir zaman vücûda gelmemiştir.”
Güzeller Güzeli Efendimiz’in kelimelerle resmini çizmeye çalışan bu tasvirler, saâdet devrine eremeyen ve hasretle yanan gönülleri bir nebze olsun teskîn ve tesellî etmektedir. Efendimiz’i anlatan değerli rivâyetleri nakleden kimseler, bize âdeta deryâdan bir katre sunmaktadırlar. Bu katredeki ummânı görmeye çalışan mü’minler, Âlemlerin Efendisi’ne olan muhabbetlerini artırarak O’nun üsve-i hasenesinden istifâde etmeye, şemâil ve ahlâkı ile mütehallî olmaya gayret göstermişlerdir.
Hakîkaten insanın gönlü, fıtratı îcâbı dâimâ güzelliğe doğru meyleder, onunla berâber olmak ister. Bu câzibe sebebiyle zihni dâimâ onunla meşgul olur. Gönlünde rûh ve ahlâk bakımından mahbûbuna benzeme arzusu doğar. Netîcede sevdiği şahsı örnek alarak onun hâliyle hâllenmeye başlar. Bu fıtrî temâyül sebebiyle şemâil-i şerîfin, Peygamber Efendimiz’e olan iştiyak, muhabbet ve ittibâyı artırmaya vesîle olacağı muhakkaktır.
Nitekim Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-, üvey dayısı Hind bin Ebî Hâle’ye Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hilyesini sorarken, içinde bulunduğu hâlet-i rûhiyeyi şu sözleriyle dile getirmiştir:
“Dayım Hind bin Ebî Hâle, Allâh Rasûlü’nün hilyesini çok güzel anlatırdı. Kalbimin O’na bağlı kalması ve O’nun izinden gidebilmem için, dayımın Allâh Rasûlü’nden bir şeyler anlatması benim çok hoşuma giderdi.” (Tirmizî, Şemâil, s. 10)
Gül yüzlü Efendimiz’in şemâilini dinlemeye doyamayan Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anhümâ-, O’nun mübârek cemâlini babaları Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’tan da birçok defâ dinlemişler ve bizlere nakletmişlerdir.
Acabâ yazılan şemâil-i şerîfeler, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hakîkatinin kaçta kaçını ifâde edebilir?!. Muhakkak ki şemâil-i şerîfeyi, herkes gönlündeki muhabbet nisbetinde ve kelimelerin mahdut muhtevâsı içinde idrâk edebilir.
Biz de bu sahadaki aczimizi îtirâf ile birlikte, bizlere kadar ulaşan rivâyetlerden gönlümüze akseden şebnemler misâli, hilye-i şerîfeyi teberrüken nakletmeyi arzu ettik. Muhtelif rivâyetlerde hulâsaten şöyle buyrulmaktadır:
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, uzuna yakın orta boylu idi.
Yaratılışı fevkalâde dengeli olup mütenâsip bir vücûda sâhipti.
Göğsü geniş, iki omuzlarının arası açıktı. İki kürek kemiği arasında nübüvvet mührü vardı.
Kemikleri ve eklemleri irice idi.
Teni gül gibi pembemsi beyaz, nûrânî ve parlak, ipekten yumuşaktı. Mübârek vücûdu dâimâ temiz idi ve râyihası ferahlık verirdi. Koku sürünsün veya sürünmesin teni ve teri, en güzel kokulardan daha hoş bir letâfette idi. Bir kimse O’nunla musâfaha etse, bütün gün O’nun latîf kokusu ile mütelezziz olurdu. Sanki güller, kokusunu O’ndan almıştı. Mübârek elleriyle bir çocuğun başını okşasalar, o çocuk, güzel kokusuyla diğer çocuklardan ayırt edilirdi.
Terlediği zaman teni, gül yaprakları üzerindeki şebnemleri andırırdı.
Sakalı gür idi. Uzattığı zaman, bir tutamdan fazla uzatmazdı. Vefât ettiklerinde, saçlarında ve sakallarında yirmi kadar beyaz vardı.
Kaşları hilâl gibi olup iki kaşı arası birbirinden uzakça ve açık idi.
İki kaşı arasında bir damar bulunuyordu ki, Hak için öfkelendiği zaman kabarırdı.
İnci gibi dişleri olup dâimâ misvak kullanır, sık sık kullanılmasını tavsiye ederlerdi.
Kirpikleri uzun ve siyah idi. Gözleri büyükçe, siyahı tam siyah, beyazı tam beyaz idi. Sanki gözlerinde kudret eliyle ezelde çekilmiş bir sürme vardı.
Müstesnâ rûhî yapısının kemâli gibi, vücut yapısının cemâli de eşsizdi.[1]
Sîmâsı, geceleyin ayın on dördü gibi parlardı. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- buyurur ki:
“Rasûlullâh’ın yüzü o kadar nûr saçardı ki, gece karanlığında, ipliği iğneye O’nun yüzünün aydınlığında geçirirdim.”
İki kürek kemiği arasında nübüvvetine âit ilâhî bir nişan vardı. Birçok sahâbî, onu öpebilmenin aşkıyla yanardı. Vefâtı esnâsında bu mührün gayb âlemine gitmesi, irtihâlinin tasdîki oldu.[2]
Mübârek ve nûrânî vücûdu vefâtından sonra hiçbir değişikliğe uğramamıştı. Nitekim Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, mahzûn, mağmûm, gözü ve gönlü yaşlı bir şekilde “Varlık Nûru”na nazar ederek:
“Hayâtın gibi vefâtın da ne güzel yâ Rasûlallâh!..” demiş ve mübârek alınlarına dudaklarını değdirmiştir.
Allâh Rasûlü’nün rikkat-i kalbiyesinin derinliğini îzâh etmek mümkün değildi.
Fuzûlî söz söylemeyip her kelâmı hikmet ve nasîhat idi. Lügatinde aslâ dedikodu ve mâlâyâni yoktu. Herkesin akıl ve idrâkine göre söz söylerdi.
Mülâyim ve mütevâzî idi. Gülmesinde kahkaha gibi aşırılık olmazdı. Dâimâ mütebessimdi.
O’nu ansızın gören kimseyi haşyet sarardı. O’nunla ülfet ve sohbet eden kimse, O’na cân u gönülden âşık ve muhib olurdu.
Derecelerine göre fazîlet erbâbına ihtirâm eylerdi. Akrabâsına da ziyâde ikrâm ederdi. Ehl-i beytine ve ashâbına hüsn-i muâmele ettiği gibi, diğer insanlara da rıfk ve lutuf ile muâmele eder ve:
“Hiçbiriniz kendi nefsi için istediğini, mü’min kardeşi için de istemedikçe kâmil mü’min olamaz.” buyururdu. (Buhârî, Îman, 7; Müslim, Îman, 71-72)
Hizmetkârlarını pek hoş tutardı. Kendisi ne yer ve ne giyerse, onlara da onu yedirir ve giydirirdi. Cömert, ikram sâhibi, şefkatli ve merhametli, gerektiğinde cesur ve îcâbında halîm idi.
Ahit ve vaadinde sâbit, sözünde sâdık idi. Ahlâk güzelliği, akıl ve zekâ yönüyle de cümle insanlardan üstün ve her türlü medh ü senâya lâyık idi. Sûreti güzel, sîreti mükemmel, misli yaratılmamış bir vücûd-i mübârek idi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hüznü dâimî, tefekkürü sürekliydi. Zarûret olmaksızın konuşmazdı. Sükûnet hâli uzun sürerdi. Bir söze başlayınca yarım bırakmaz, onu tamamlayarak bitirirdi. Az sözle çok mânâlar ifâde ederdi. Sözleri tâne tâne idi. Ne lüzûmundan fazla ne de az idi. Yaratılış olarak yumuşak huylu olmasına rağmen gâyet salâbetli ve heybetli idi.
Öfkelendiği zaman yerinden kalkmazdı. Hakka îtiraz edilmesinin, hakkın çiğnenmesinin hâricinde öfkelenmezdi. Kimsenin farkına varmadığı bir hak çiğnendiği zaman öfkelenir, hak yerini buluncaya kadar öfkesi devâm ederdi. Ancak hakkı tevzî ettikten sonra sükûnete bürünürdü. Aslâ kendisi için öfkelenmezdi. Şahsına mahsus durumlarda kendisini de müdâfaa etmez, kimseyle münâkaşaya girişmezdi.
O, kimsenin hânesine izin almadan girmezdi. Evine geldiği zaman da evde kalacağı müddeti üçe bölerdi; birini Allâh’a ibâdete, diğerini âilesine, üçüncüsünü de şahsına ayırırdı. Kendisine ayırdığı zamânını, avâm-havâs insanların hepsine tahsîs eder, onlardan kimseyi mahrum bırakmazdı. Hepsinin gönlünü fethederdi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in her hâl ve hareketi, zikrullâh ile idi.
Belli bir yerinde oturmanın âdet edinilmesini önlemek için mescidlerin her yerinde oturduğu olurdu. Yerlere ve makamlara kudsiyyet izâfe edilmesini ve meclislerde tekebbüre medâr olacak bir tavır takınılmasını istemezdi. Bir meclise girince, neresi boş kalmışsa oraya oturur, herkesin de böyle yapmasını arzu ederdi.
Kim O’ndan herhangi bir ihtiyâcını gidermek için bir şey istese, o ister ehemmiyetli, ister ehemmiyetsiz olsun, onu yerine getirmeden huzur bulamaz, ihtiyâcı halletmesi mümkün olmadığı takdirde, hiç olmazsa güzel bir söz ile muhâtabının gönlünü almaktan geri kalmazdı. O, herkesin dert ortağı idi. İnsanlar, hangi makam ve mevkîde olursa olsun, zengin-fakir, âlim-câhil, O’nun yanında insan olmak haysiyetiyle müsâvî bir muâmeleye nâil olurlardı. Bütün meclisleri ilim, hilim, hayâ, ihlâs, sabır, vakar, tevekkül ve emânet gibi fazîletlerin cârî ve hâkim olduğu bir mahaldi.
Ayıp ve kusurları sebebiyle kimseyi kınamaz, îkâz etmek zarûreti hâsıl olunca bunu, karşısındakini rencide etmeyecek şekilde zarif bir îmâ ile yapardı.
“Müslüman kardeşinin uğradığı felâketi sevinçle karşılama! Allâh Teâlâ onu rahmetiyle felâketten kurtarır da seni imtihan eder.” buyururdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 54)
Hiç kimsenin zâhire çıkmamış ayıp ve kusuruyla meşgul olmadığı gibi, bu tür hâllerin araştırılmasını da şiddetle menederlerdi. Zîrâ başkaları hakkında zan ve tecessüs, ilâhî emirlerle menolunmuştu.
Sevâbını umduğu meseleler hâricinde konuşmazdı. Sohbet meclisleri vecd içinde idi. O konuşurken etrâfındakiler öyle büyülenir ve can kulağıyla dinlerdi ki, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın ifâdesi vechile, başlarına bir kuş konmuş olsa, uçmadan saatlerce durabilirdi. O’ndan ashâbına akseden edeb ve hayâ o derecede idi ki, kendisine suâl sormayı bile -çoğu kere- cür’et telâkkî eder ve çölden bir bedevî gelerek Hazret-i Peygamber’le sohbete vesîle olsa da, O’nun feyz ve rûhâniyetinden istifâde etsek diye beklerlerdi.[3]
Hattâ heybetinden çekindikleri için iki sene soru soramadan bekleyenler vardı. Mehâbetinden mübârek yüzüne bakamazlardı.
Amr bin Âs -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile uzun zaman birlikte bulundum. Fakat O’nun huzûrunda duyduğum hayâ hissi ve O’na karşı beslediğim tâzîm duygusundan dolayı, başımı kaldırıp da doya doya mübârek ve nûrlu çehrelerini seyredemedim. Eğer bugün bana, «Bize Rasûlullâh’ı tavsîf et, O’nu anlat.» deseler, inanın anlatamam.” (Müslim, Îman, 192; Ahmed, IV, 199)
O’nun yüce haslet ve meziyetlerini anlatmak isteyen kimse, “Ben, bundan önce de sonra da O’nun bir benzerini aslâ görmedim!” demekten kendini alamazdı.[4]
Birgün Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-, Arap kabîlelerinden birine uğramış ve kabîle reisi kendisine:
“–Yâ Hâlid! Bize Allâh’ın Rasûlü’nü, sûret ve sîreti ile tasvîr et.” demişti.
Hâlid -radıyallâhu anh- ise:
“–Bu imkânsız, buna kelimeler yetişmez.” deyince, kabîle reisi:
“–O hâlde hiç olmazsa tasavvur ve idrâkin nisbetinde hulâsa et.” dedi.
Bunun üzerine Hâlid -radıyallâhu anh- şu muhteşem cevâbı verdi:
“–Sana şu kadarını söyleyeyim ki, gönderilen, gönderenin kadrince olur. Gönderen, Kâinâtın Hâlıkı olduğuna göre, gönderdiğinin şânını var sen hayâl ve tasavvur eyle!..” (Münâvî, V, 92; Kastalânî, Mevâhib-i Ledünniyye Tercümesi, s. 417)
O’ndaki güzellik, heybet, nûrâniyet ve letâfet o derecede idi ki, Allâh’ın peygamberi olduğuna dâir, ayrıca bir mûcize, delil ve burhâna ihtiyaç yoktu.
Hâsılı, O’nun ahlâkı Kur’ân idi. Bunu Muallim Nâci ne güzel ifâde etmiştir:
Hüsn-i Kur’ân’ı görür insan olur hayrân Sana
Dest-i kudretle yazılmış hilyedir Kur’ân Sana
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de, Allâh Rasûlü’nün ahlâk-ı hamîdesinin bütün varlıkları şevke getirdiğini şöyle ifâde eder:
“O ne güzel bir cömerttir ki, O’nun cömertlik fışkıran varlığı sâyesinde denizden inci, sert taştan yâkut ve dikenden gül çıkar. Eğer bahçede O’nun güzel ahlâkından bahsedilirse, sevinçten ağzını açıp gülmeyen, yâni açılmayan bir gonca göremezsin.” (Dîvân, s. 65-66)
Bütün güzellikler, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’de toplanmıştı. Vücûdundan âdeta nûr saçılırdı. Ancak yine de Allâh Rasûlü’nü bütün güzelliği ile kimse görebilmiş değildir. Nitekim İmâm Kurtubî şöyle der:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hüsn-i cemâli tamâmen zâhir olmamıştır. Eğer varlığının bütün güzellikleri olanca hakîkati ile görünseydi ashâbı ona bakmaya tâkat getiremezdi.” (Ali Yardım, Peygamberimiz’in Şemâili, s. 49)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şâiri Hassân bin Sâbit -radıyallâhu anh-, O’nun hilkatteki eşsizliğini şu şekilde mısrâlara dökmektedir:
وَاَحْسَنُ مِنْكَ لَمْ تَرَ قَطُّ عَيْنِى
وَاَجْمَلُ مِنْكَ لَمْ تَلِدِ النِّسَاءُ
خُلِقْتَ مُبَرَّءًا مِنْ كُلِّ عَيْبٍ
كَاَنَّكَ قَدْ خُلِقْتَ كَمَا تَشَاءُ
(Yâ Rasûlâllah! Benim gözüm, Sen’den daha güzelini görmemiştir. Hiçbir kadın Sen’den daha güzelini doğurmamıştır. Sen, bütün ayıp ve noksanlardan berî olarak yaratıldın. Sanki Yaratan, Sen’i arzu ettiğin gibi yaratmış…)
[1] Bkz. Hâkim, III, 10; Ahmed, I, 89, 96, 117, 127; IV, 309; İbn-i Sa’d, I, 376, 412, 420-423; II, 272; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, VI, 31-33; Tirmizî, Şemâil, s. 15.
[2] Tirmizî, Şemâil, s. 15; İbn-i Sa’d, II, 272.
[3] İbn-i Sa’d, I, 121, 365, 422-425; Heysemî, IX, 13.
[4] Ahmed, I, 96.
HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER