Peygamberlerin Sıfatları

HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER


Bütün peygamberlerde müşterek bâzı vasıflar mevcuttur. Bunlar sıdk, emânet, fetânet, ismet ve teblîğdir. Peygamberlere îman, bu husûsiyetler çerçevesinde tamamlanır:

Sıdk: Peygamberlerin, ilâhî hükümleri, emir ve yasakları insanlara teblîğde ve verdikleri her türlü haberde doğru sözlü, sâdık olmalarıdır. Onlar söz ve fiillerinde dâimâ doğruluk üzeredirler. Söz ve fiilleri birbirlerinin aynası durumundadır. Onların yalan söylemeleri mümkün değildir. Allâh -celle celâlühû-, peygamberlerini sadâkatleri sebebiyle medhetmiştir:

وَاذْكُرْ فِى الْكِتَابِ اِبْرَهِيمَ اِنَّهُ كَانَ صِدِّيقًا نَبِيًّا

“Kitap’ta İbrâhîm’e dâir anlattıklarımızı da hatırla! Şüphesiz ki O, sıddîk (özü, sözü dosdoğru) bir peygamberdi.” (Meryem, 41)[1]

Allâh Teâlâ, peygamberlerin bir an bile sıdktan ayrılmalarının mümkün olmadığını şu şekilde bildirmektedir:

وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ اْلاَقَاوِيلِ. لاَخَذْنَا مِنْهُ بِالْيَمِينِ. ثُمَّ لَقَطَعْناَ مِنْهُ الْوَتِينَ.

“Eğer (Peygamber) Biz’e atfen bâzı sözler uydurmuş olsaydı, elbette Biz O’nu kuvvetle yakalardık. Sonra da hiç şüphesiz O’nun şah damarını koparırdık.” (el-Hâkka, 44-46)

Onların doğrulukları kendilerine îmân etmeyenler tarafından dahî tasdîk edilmiş bir ulvîliktedir. İşte bunun sayısız misâllerinden birkaçı:

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dâvetini ilk açıkladığı günlerde Safâ Tepesi’nde yüksek bir kayanın üzerinden Kureyşlilere şöyle seslendi:

“–Ey Kureyş cemâati! Ben size, şu dağın eteğinde veya şu vâdide düşman atlıları var; hemen size saldıracak, mallarınızı gasbedecek dersem, bana inanır mısınız?”

Onlar da hiç düşünmeden:

“–Evet inanırız! Çünkü şimdiye kadar Sen’i hep doğru olarak bulduk. Sen’in yalan söylediğini hiç işitmedik!” dediler. (Buhârî, Tefsîr, 26)

Bizans İmparatoru Herakliyus, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hakkında mâlûmat edinmek için, henüz îmân etmemiş olan Ebû Süfyân’a yönelttiği suâllerden birinde:

“–Hiç sözünde durmadığı oldu mu?” diye sormuştu.

O sıralar Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhâlif olmasına rağmen Ebû Süfyân’ın verdiği cevap:

“–Hayır! O, verdiği her sözü mutlakâ tutar!” ifâdesinden ibâret oldu. (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1, 5-6; Müslim, Cihâd, 74)

Mekke müşriklerinden Übey bin Halef de, İslâm’ın en azılı düşmanlarındandı. Hicretten evvel Âlemlerin Efendisi’ne:

“–Bir at besliyorum; ona en iyi şeyleri yediriyorum. Birgün ona binerek Sen’i öldüreceğim!” derdi.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bir defâsında ona:

“–İnşâallâh ben seni öldüreceğim!” şeklinde mukâbele etti.

Uhud Harbi günü bu ahmak müşrik, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i arıyor ve şöyle diyordu:

“–Eğer bugün O kurtulursa, benim işim bitik demektir!”

Bu düşünceyle Peygamber Efendimiz’e saldırmak için yakınına kadar geldi. Sahâbe-i kirâm da, henüz uzaktayken onun başını uçurmak istediler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Bırakın gelsin!” buyurdu.

Übey bin Halef yaklaşınca Fahr-i Kâinât Efendimiz, sahâbeden birisinin elinden mızrağını aldı. Bu sefer Übey geri kaçmaya başladı. Ancak Peygamberler Sultânı:

“–Nereye kaçıyorsun ey yalancı?” diyerek mızrağı fırlattı. Mızrak Ubey’in boynunu hafifçe sıyırdı. Fakat o, bu kadarcıkla bile atından düştü; birkaç kere takla attı ve canhıraş bir şekilde koşarak kendi tarafına kaçtı. Bir yandan koşuyor, bir yandan da gözleri yuvalarından fırlamış bir hâlde bağırıyordu:

“–Yemin ederim ki, Muhammed beni öldürdü!..”

Yanına gelip yarasına bakan müşrikler:

“–Bu basit bir sıyrık!” dediler.

Fakat o tatmin olmadı ve şöyle dedi:

“–Muhammed bana Mekke’de iken: «Ben seni kesinlikle öldüreceğim!» demişti. Yemin ederim ki, eğer O bana bir tükrük de atsa, ben yine ölürüm!..”

Ardından bağırmasına devâm etti. Sesi, sanki bir öküzün böğürmesi gibi çıkıyordu.

Ebû Süfyân:

“–Şu küçücük sıyrığa bu kadar bağırılır mı?” diye onu ayıpladığında Übey, ona da şöyle dedi:

“–Sen biliyor musun, bu sıyrığı kim yaptı? Bu, Muhammed’in açtığı bir yaradır. Lât ve Uzzâ’ya yemin ederim ki, bu yaradan duyduğum acıyı bütün Hicaz halkına dağıtsalar, hepsi de yok olur. Muhammed bana Mekke’de: «Ben seni kesinlikle öldüreceğim!» demişti. Ben tâ o zaman O’nun eliyle öldürüleceğimi ve O’ndan kurtulamayacağımı anlamıştım.”

Azılı bir Peygamber düşmanı olan Übey, nihâyet Mekke’ye ulaşmadan bir gün önce yolda öldü. (İbn-i İshâk, s. 89; İbn-i Sa’d, II, 46; Hâkim, II, 357)

Bu hâdise de gösteriyor ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i yakînen tanıyan azılı bir müşrik bile, O’nun sözünün ne kadar kuvvetli ve doğru olduğuna inanmaktaydı.

Ebû Meysere der ki:

“Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün Ebû Cehil ve arkadaş‏larının yanına uğramış‏tı. Onlar Hazret-i Peygamber’i görünce:

«−Ey Muhammed! Vallâhi biz Sen’i yalanlamıyoruz; Sen bizim katımızda sâdık ve doğru bir kişisin. Lâkin biz, Sen’in getirmiş‏ olduğun şeyi yalanlıyoruz.» dediler. Bunun üzerine âyet-i kerîme nâzil oldu:

قَدْ نَعْلَمُ اِنَّهُ لَيَحْزُنُكَ الَّذِى يَقُولُونَ فَاِنَّهُمْ لاَ يُكَذِّبُونَكَ وَلَكِنَّ الظَّالِمِينَ بِاَيَاتِ اللهِ يَجْحَدُونَ

«Onların söylediklerinin Sen’i üzeceğini elbette biliyoruz; doğrusu onlar Sen’i yalancı saymıyorlar, fakat zâlimler, Allâh’ın âyetlerini bile bile inkâr ediyorlar.» (el-En’âm, 33)” (Vâhidî, s. 219)

Hazret-i Mu­ham­med Mus­ta­fâ -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’in harf­siz ve sözsüz bir şe­kil­de sâdece sî­mâ­sı bile sadâkatin mücessem bir ifâdesiydi. Öy­le ki, ya­hû­dî­le­rin seç­kin ule­mâ­sın­dan Ab­dul­lâh bin Se­lâm, O’nun gül yü­zü­nü gör­dü­ğün­de:

“–Bu yüz ya­lan­cı yü­zü ola­maz!” di­ye­rek îmân et­miş­ti. (Tir­mi­zî, Kı­yâ­me, 42; Ah­med, V, 451)

Kendisine peygamberlik verilmeden önceki hayâtında bile, insanlara şaka niyetiyle de olsa yalan söylemeyen bir insanın, Allâh hakkında yalan söylemesi imkânsızdır. Zîrâ Peygamber Efendimiz yalan söylemeyi nifak alâmeti saymış ve ümmetini yalandan şiddetle menetmiştir.[2]

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Kul yalan söylemeye ve yalan söyleme niyetini taşımaya devâm ettikçe, kalbine siyah bir nokta vurulur. Sonra bu nokta büyür ve kalbin tamâmı simsiyah kesilir. Bu kimse nihâyet Allâh katında «yalancılar» arasına kaydedilir.” (Muvatta’, Kelâm, 18)

Nüfey bin Hâris -radıyallâhu anh- şöyle naklediyor:

Birgün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“−Büyük günahların en ağırını size haber vereyim mi?” diye üç defâ sordu. Biz de:

Evet yâ Rasûlallâh!” dedik.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“−Allâh’a şirk koşmak, ana babaya itaatsizlik etmek.” buyurduktan sonra, yaslandığı yerden doğrulup oturdu ve:

–İyi dinleyin, bir de yalan söylemek ve yalancı şâhitlik yapmak!” buyurdu. Bu sözü o kadar tekrarladı ki, daha fazla yorulup üzülmemesi için sükût buyurmalarını arzu ettik. (Buhârî, Edeb, 6; Müslim, Îman, 143)

Kur’ân-ı Kerîm’de de sadâkatin ehemmiyeti şu şekilde beyân edilmektedir:

قَالَ اللهُ هذَا يَوْمُ يَنْفَعُ الصَّادِقِينَ صِدْقُهُمْ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا رَضِىَ اللهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ

“Allâh Teâlâ şöyle buyuracaktır: Bu, sâdıklara, sadâkatlerinin fayda vereceği gündür. Onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler vardır. Allâh onlardan râzı olmuştur, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş ve kazanç budur.” (el-Mâide, 119)

Emânet: Bütün peygamberler son derece emîn, güvenilir, dürüst ve mümtaz şahsiyetlerdir. Ehl-i îmân olmayanlar bile onlara sonsuz bir güven duyarlar. Peygamberlerin emânet sıfatı, onların her hususta emîn ve güvenilir olmalarıyla birlikte, daha ziyâde vahiy üzerinde emîn olmalarını, Allâh’ın emir ve yasaklarını insanlara değiştirmeden, artırıp eksiltmeden teblîğ etmelerini ifâde eder.

Allâh Teâlâ peygamberlik şeref ve vazîfesini hâinlere değil, ancak her bakımdan emîn olan sâdık kullarına verir. Âyet-i kerîmelerde peygamberlerin ümmetlerine:

اُبَلِّغُكُمْ رِسَالاَتِ رَبِّى وَاَنَا لَكُمْ نَاصِحٌ اَمِينٌ

“Size Rabbimin vahyettiklerini teblîğ ediyorum ve ben sizin için emîn bir nasihatçiyim.” (el-A’raf, 68)

اِنِّى لَكُمْ رَسُولٌ اَمِينٌ

“Şüphesiz ben, size gönderilen emîn bir peygamberim.” (eş-Şuarâ, 107) buyurdukları bildirilmektedir.[3]

Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında söylenen “Muhammedü’l-Emîn” tâbiri, müşriklerin de dillerinden düşmezdi. Nitekim onlar kendi yandaşlarına değil, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e güvenip emânetlerini teslîm ederlerdi. Hattâ hicret edeceği zaman dahî, Hazret-i Peygamber’in yanında müşriklerin birtakım emânetleri vardı. Peygamber Efendimiz, ölüm tehlikesine rağmen Hazret-i Ali’yi Mekke’de bırakıp onları sâhiplerine teslîm ettirmişti.

El-Emîn vasfı, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in âdeta ikinci bir ismi olmuştur. Nitekim Fahr-i Kâinât Efendimiz 25 yaşına geldiğinde Mekke’de sâdece el-Emîn (en emniyetli kişi) ismiyle çağrılıyordu.[4]

Kâbe hakemliği esnâsında O’nun geldiğini görenler “el-Emîn geliyor!” diyerek sevinmiş ve her hususta kendisine îtimâd ederek O’nunla istişâre etmişlerdir. Uğrunda canını, malını ve her şeyini fedâ eden ashâb-ı kirâm kadar, O’nun canına kasteden hasımları da Peygamber Efendimiz’in emînliği hilâfına bir şey söyleyememişlerdir.

Peygamberler emîn oldukları gibi, onlara vahiy getiren Cebrâîl -aleyhisselâm- da emîndir. Nitekim Cenâb-ı Hak:

اِنَّهُ لَقَوْلُ رَسوُلٍ كَرِيمٍ . ذِى قُوَّةٍ عِنْدَ ذِى الْعَرْشِ مَكِينٍ . مُطَاعٍ ثَمَّ أَمِينٍ

“O (Kur’ân-ı Kerîm), şüphesiz değerli, güçlü ve Arş’ın sâhibi (Allâh’ın) katında îtibarlı bir elçinin (Cebrâîl’in) getirdiği bir sözdür. O, kendisine itaat edilen, emîn bir elçidir.” (et-Tekvîr, 19-21) buyurmaktadır. Dolayısıyla vahiy, semâdaki Emîn vâsıtasıyla yeryüzündeki Emîn’e inzâl buyrulmaktadır.

Fetânet: Peygamberler, insanlar içinde bilhassa akıl, zekâ ve firâset olmak üzere her bakımdan en üst derecededirler. Onlar, kuvvetli bir hâfıza, yüksek bir idrâk, güçlü bir mantık ve iknâ kâbiliyetine sâhiptirler.

Fetânet, kuru bir akıl ve mantık değil, dehânın da ötesinde bir idrâk seviyesidir. Kalbe bağlı aklın, firâset ve basîretin ifâdesidir. Her peygamberin, vazîfesini eksiksiz ve mükemmel bir şekilde yerine getirebilmesi için, böyle üstün bir zekâya sâhip olması îcâb eder. Aksi takdirde, gönderildikleri kimselere karşı kuvvetli deliller getiremez, onları iknâ veya ilzâm edemezler.

Peygamberler, en muğlak ve müşkil meseleleri dahî sühûletle hallederler. Mevzûları îzâh ederken, sehl-i mümtenî ile konuştukları için, idrâk seviyeleri birbirinden farklı olan muhâtapları, onları anlamakta zorluk çekmezler.

Bu sıfat, bütün peygamberlerde farklı farklı tezâhür etmiş, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ise bütün hayâtı bu tezâhürlerle geçmiştir. Daha önce de bahsettiğimiz gibi Kâbe tamir edilirken Hacer-i Esved’i yerine koyma meselesinde doğan büyük ihtilâfı, o esnâda Harem kapısında görünen Âlemlerin Efendisi, eşsiz bir basîret ve firâset örneği sergileyerek kolayca çözmüş, kabîleler arasında çıkabilecek muhtemel bir savaşa mânî olmuştur.

Yine O’nun İslâm yolunda yaptığı muhârebelerde gösterdiği dirâyet, barış antlaşmalarında, bilhassa Hudeybiye’de ortaya koyduğu firâset, Mekke’nin kan dökülmeksizin fethi ve hidâyetlere vesîle olunması, Huneyn’de, Tâif’te izlediği hârikulâde taktik ve gösterdiği adâlet, hiçbir beşerin kâbına varamayacağı bir fetânet eseridir.

Bir müslüman da, peygamberlerdeki fetânet sıfatından hisse alıp, akıl nîmetini en verimli bir şekilde kullanmalıdır. Kime, neyi, ne zaman, nerede ve nasıl söyleyeceğini ve ne şekilde davranacağını iyi bilmelidir.

Meselâ, Câfer-i Tayyâr -radıyallâhu anh-’ın, Habeşistan Necâşîsi’ne İslâm hakkında bilgi verirken tâkib ettiği ince üslûp, bir müslümanın firâsetini göstermesi bakımından pek ibretlidir:

Hristiyan olan Necâşî, Câfer-i Tayyâr -radıyallâhu anh-’ın Kur’ân-ı Kerîm’den birkaç âyet okumasını taleb ettiğinde o, ilk başta inkârcılara meydan okuyan Kâfirûn Sûresi’ni değil de, içinde Hazret-i Îsâ ve annesinden medh ü senâ ile bahsedilen Meryem Sûresi’ni okudu. Hazret-i Câfer’in tilâvet ettiği âyet-i celîleleri huşû içinde dinleyen Necâşî, yaşlı gözlerle:

“–Şüphesiz şu dinlediklerim ile Îsâ’nın getirdiği, aynı nûr kaynağından fışkırıyor!” dedi ve bir müddet sonra da İslâm ile şereflendi. (İbn-i Hişâm, I, 358-360)

Teblîğ: Peygamberler, ilâhî emirleri dosdoğru olarak, emredildikleri şekilde insanlara bildirirler. Onların teblîğlerinde, kendilerinden ne bir ilâve ne de bir eksiltme vardır. Teblîğ, peygamberlerin müşterek sıfatlarından ve en mühim vazîfelerindendir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

يَااَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَاِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ

“Ey Rasûl! Rabbinden Sana indirileni teblîğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun risâlet vazîfesini yerine getirmemiş olursun…” (el-Mâide, 67)

Peygamberler, teblîğ vazîfelerini yerine getirirken, çeşitli sıkıntılarla karşılaşmışlardır. Fakat hiçbir zaman dâvâlarından tâviz vermemişlerdir. Hayatları bu hususta ibretli hâdiselerle doludur.

Peygamber Efendimiz, İslâm’a dâvet ederken en yakınlarından başlamış, zaman ve mekâna göre davranmış, muhâtabının hâlet-i rûhiyesini ve anlayış seviyesini gözetmiş, tedrîcîliğe riâyet etmiş, bulduğu her fırsatı değerlendirmiş, hiçbir zaman zorlaştırmamış, dâimâ kolaylaştırmış, hep müjdelemiş, aslâ nefret ettirmemiştir.

Bütün ömrünü İslâm’ı teblîğe vakfeden Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Vedâ Hutbesi’nde de ashâbına hitâben:

“Teblîğ vazîfemi yaptım mı?” diye sormuş, onlardan müsbet cevap alınca da:

“Allâh’ım şâhit ol!..” buyurarak, vazîfesini yapmış olmanın hazzını yaşamıştır.

Bütün mü’minler de Allâh Rasûlü’nün bu teblîğ metodlarına kâbiliyetleri nisbetinde sâhip olmalıdırlar. Zîrâ İslâm’ı teblîğ, müslümanlar üzerine farz hükmündedir.[5]

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

“Sizden her kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin, gücü yetmezse diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin! Bu ise îmânın en zayıf hâlidir.” (Müslim, Îman, 78)

Bir cemiyette mârûfu (iyiliği, doğruluğu) emreden, münkerden (kötülükten, çirkinlikten) meneden kimseler olmazsa, çirkin işler zamanla alışkanlık hâline gelir ve hayatta normal karşılanmaya başlar. Mânî olunmayan kötülük, bir müddet sonra istense de mânî olunamaz hâle gelir. Hakla bâtıl birbirine karışarak hakîkat ortadan kalkar ve insanlar Allâh’ı unuturlar. Bunun netîcesi de o cemiyetin tamâmen helâk olmasıdır. Bu fecî âkıbetten kurtulmak için teblîğ faâliyetine ehemmiyet vermek zarûrîdir.

İsmet: Peygamberler, gizli ve âşikâr her türlü mâsiyetten ve günah işlemekten uzaktırlar. Bu vasıfları sebebiyle onlar, peygamberliklerinden önce de sonra da şirk bataklığına düşmekten korunmuşlardır. Yine Allâh’tan aldıkları vahyi insanlara teblîğ ederken unutmaları veya hatâ etmeleri mümkün değildir.

Peygamberler ismet sıfatına sâhip olmasalardı, verdikleri haberlerin doğruluğuna güvenilmezdi. Bu durum ise onların, Allâh’ın yeryüzündeki hücceti ve şâhidi olma husûsiyetlerine gölge düşürürdü.

Ehl-i sünnete göre peygamberler aslâ büyük günah işlemezler. Sehven ve birtakım hikmetlere mebnî olarak “zelle” işlemeleri mümkünse de hatâları üzere bırakılmazlar, derhâl âyetle tashih ve îkâz edilirler.

Bu “zelle” dediğimiz gayr-i irâdî beşerî hatâlar; peygamberlerin de acziyeti tatmaları ve beşer oldukları hatırlatılarak kendilerine ulûhiyet izâfe edilmesinin engellenmesi hikmetine mebnîdir.

Peygamberler, örnek alınabilmesi mümkün olacak davranışlar sergilemek durumundadırlar. Aksi hâlde insanlar, “Peygamberlerin emrettikleri bizim tâkatimizin üstündedir.” diyerek ilâhî emir ve nehiyleri tatbîk husûsunda pek çok mâzeret üretirlerdi. Bu hakîkati göz önünde bulundurmayarak, peygamberlerin meleklerden olması gerektiğini düşünen gâfiller de çıkmış ve bunlara Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle cevap verilmiştir:

قُلْ لَوْ كَانَ فِى اْلاَرْضِ مَلَئِكَةٌ يَمْشُونَ مُطْمَئِنِّينَ لَنَزَّلْنَا عَلَيْهِمْ مِنَ السَّمَاءِ مَلَكًا رَسُولاً

(Ey Rasûlüm! Onlara) de ki: Eğer yeryüzünde huzur içinde yerleşip dolaşanlar (insan değil de) melekler olsaydı, şüphesiz Biz de onlara gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik.” (el-İsrâ, 95)

وَمَا جَعَلْنَاهُمْ جَسَدًا لاَ يَأْكُلُونَ الطَّعَامَ وَمَا كَانُوا خَالِدِينَ

“Biz onları (peygamberleri), yemek yemez birer ceset (melek) olarak yaratmadık. Onlar (bu dünyâda) ebedî de değillerdir.” (el-Enbiyâ, 8)

Diğer taraftan peygamberler, ümmetlerinin aynı hatâya düşmemesi ve hatâ ettikleri takdirde nasıl hareket edeceklerini öğrenmeleri için de örnek olmak zorundadırlar.

Meselâ Nûh -aleyhisselâm- 950 senelik sabır dolu bir teblîğ mücâdelesinden sonra kavmi hidâyete gelmeyince:

فَدَعَا رَبَّهُ أَنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ

“Rabbine: «(Yâ Rabbî) mağlûb oldum; artık bana yardım et!» diyerek ilticâ etti.” (el-Kamer, 10)

Bu duâsının neticesinde kavmi suda helâk olurken münkir oğlu için de babalık merhametiyle:

رَبِّ إِنَّ ابْنِي مِنْ أَهْلِي

“Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da âilemdendir.” (Hûd, 45) dedi. Cenâb-ı Hak da kavmine bedduâ edip oğluna duâ ettiği için:

إِنِّي أَعِظُكَ أَنْ تَكُونَ مِنَ الْجَاهِلِينَ

(Ey Nûh!) Ben sana câhillerden olmamanı tavsiye ederim!” (Hûd, 46) buyurdu.

Nûh -aleyhisselâm-’ın bu zellesi, kıyâmete kadar gelecek bütün ümmetlere bir misâl olmuştur.

“Lâ yuhtî: hatâ etmez” vasfı, sâdece Cenâb-ı Hakk’a mahsustur. Kullar için hatâdan uzak kalmak mümkün değildir. Ancak müslüman, hatâlarını asgarîye indirme gayreti içinde olmalıdır. Bunun için Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok yerde zikir, yâni kalbin Cenâb-ı Hak ile berâber olması emredilmektedir. Zîrâ kalp “Allâh” derken bir haksızlık yapılamaz, yanlış bir davranışta bulunulamaz.

Allâh Teâlâ şöyle buyurur:

وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللهَ فَاَنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ اُولَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ

“Allâh’ı unutup da Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın; onlar yoldan çıkmış fâsık kimselerdir.” (el-Haşr, 19)

Yine bu hususta gaflette bulunanlar hakkında Allâh Teâlâ:

فَوَيْلٌ لِلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُمْ مِنْ ذِكْرِ اللهِ اُولَئِكَ فِى ضَلاَلٍ مُبِينٍ

“…Kalpleri, Allâh’ı zikretmek husûsunda katılaşmış olanlara yazıklar olsun; işte bunlar apaçık dalâlettedirler.” (ez-Zümer, 22) buyurmaktadır.

***

Peygamberlerin bu beş sıfatı (sıdk, emânet, fetânet, teblîğ, ismet) dışında, yalnız Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e âit üç büyük sıfat daha vardır ki şunlardır:

  1. Rasûl-i Müctebâ -aleyhi ekmelü’t-tehâyâ- Efendimiz, Habîbullâh’tır, bütün peygamberlerden efdaldir ve O, insanlığın en şereflisidir.

Şâir Necip Fazıl, O’nu kısaca şöyle tasvîr eder:

Itrını süzmüş ezel,

Bal Sen’sin varlık petek…

  1. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bütün insanlara ve cinlere gönderilmiştir. Yâni Rasûlü’s-sekaleyn’dir. Getirdiği dîn, kıyâmete kadar bâkîdir. Diğer peygamberler ise geçici bir zaman için ve bâzıları da münhasıran bir kavme gönderilmişlerdir. Bu bakımdan her peygamberin mûcizesi kendi zamânına münhasırken, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mûcizeleri bütün zamanlara şâmildir. Bilhassa Kur’ân-ı Kerîm, O’na verilen en büyük mûcize olarak kıyâmete kadar tahrîften masûn olarak bâkîdir.
  2. Hâtemü’l-enbiyâ, yâni peygamberlerin sonuncusudur.

Bunlardan ayrı olarak bir de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kıyâmet günü için makâm-ı mahmûd ve şefaat-i uzmâ bahşedilmiştir. Bu sebeple o merhamet peygamberi, mahşerde ümmetin günahkârlarına şefaat edecek ve bu şefaati de makbûl olacaktır.[6]

***

Bir insanı severek onun şahsiyet ve karakterine hayranlık duymanın ve onu taklîde çalışmanın fıtrî bir temâyül olduğu, inkâr edilemeyecek bir gerçektir. Bu bakımdan insanoğlu için, en mükemmel örnekleri bularak onların izinden gidebilmek, pek mühim bir husustur. Bu yüzdendir ki lutuf ve keremi sonsuz olan Cenâb-ı Hak, insanoğluna sâdece kitaplar değil, bir de o kitapların canlı ifâdeleri demek olan ve bin bir üstün vasıflarla muttasıf peygamberler, yâni örnek şahsiyetler göndermiştir. Öyle örnek şahsiyetler ki, dînî, ilmî ve ahlâkî davranışlar bakımından ve her yönden mükemmellik arz ederler. Nitekim o peygamberlerin her biri, insanlık târihinde belli bir örnek davranışı zirveleştirerek beşeriyete müstesnâ hizmetlerde bulunmuşlardır.

Meselâ peygamberler içinde Hazret-i Nûh -aleyhisselâm-’ın hayâtına bakıldığında, öncelikle; îman dâveti, tahammül, sabır ve netîcede de küfre ve küfür erbâbına karşı şiddetli bir buğz göze çarpar.

Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın hayâtı, şirke karşı amansız bir mücâdele ve putperestliği yok etme uğrunda geçmiş, ayrıca Nemrud’un ateşlerini gül bahçelerine çeviren Hakk’a teslîmiyet, tevekkül ve îtimâd husûsunda müstesnâ bir numûne olmuştur.

Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın hayâtı, zâlim Firavun ve avanesi ile mücâdele hâlinde geçmiş ve o, daha sonra getirdiği şerîat ile mü’minler için ictimâî bir nizam tesis etmiştir.

Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’ın teblîğâtının fârik vasfı, insanlara karşı şefkat ve merhametle dolu bir kalbî rikkattir. Onda, insanlara af ile muâmele ve tevâzû gibi yüksek hâller dikkat çeker.

Hazret-i Süleymân -aleyhisselâm-’ın dillere destan olan o göz kamaştırıcı saltanatına rağmen, tevâzû ve şükür ile kalbî tavrını muhâfaza ederek Hakk’a kullukta yücelmesi hayranlık vericidir.

Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm-’ın hayâtında belâlara sabrın ve her ahvâlde Allâh’a şükrün yüksek tezâhürleri mevcuttur.

Hazret-i Yûnus -aleyhisselâm-’ın hayâtı, Allâh’a yönelip bağlanmanın ve kusurundan dolayı nedâmet gösterip tevbeye sarılmanın kâmil bir misâlidir.

Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-, esâret hâlindeyken dahî Hakk’a bağlılık ve dâvetin zirvesini yaşamıştır. O; servet, şöhret ve şehvet sâhibi güzel bir kadının “Haydi gelsene bana” diyerek, nefsi cezbedici bir teklifte bulunduğu zamanda bile büyük bir iffet sergilemiştir. Onun yüksek bir takvâ ile müzeyyen gönlü, davranış mükemmelliklerinin muhteşem menbaı hâlindedir.

Hazret-i Dâvûd -aleyhisselâm-’ın hayâtı, ilâhî azamet karşısındaki ibret sayfalarıyla doludur. O’nun haşyetullâh içinde, gözyaşı dökerek hamd ü senâsı ve zikredişi, tazarrû ve niyâz hâlinde Allâh’a yönelişi pek ibretlidir.

Hazret-i Ya’kûb -aleyhisselâm-’ın sîreti ise, insanın gözünde dünyâ karardığı zaman bile ye’se düşmeyip, sabr-ı cemîl ile Allâh’a bağlanmak ve O’nun rahmetinden ümit kesmemek lâzım geldiğine dâir büyük bir örnektir.

Peygamberlerin serveri olan Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâ­hu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise, kendisinden evvel gelen, -rivâyete göre- 124 bin küsur peygamberin bilinen ve bilinmeyen bütün fârik vasıflarının tamâmının daha ötesine sâhip olmuş, güzel ahlâk ve hasletlerin zirvesini teşkil etmiştir. O’nun mübârek sîreti âdeta engin bir deryâ; diğer peygamberlerin sîreti ise oraya dökülen nehir­ler mesâbesindedir.

***

Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ve Havvâ vâlidemiz ile başlayan insanlık âilesi, dînî huzur ve saâdet iklîminde yaşamak üzere; bugün Mekke’deki Kâbe’nin yerini ilk ibâdethâne edinmişlerdir. Hayâtî ve ictimâî lüzum sebebiyle etrâfa yayılan Âdemoğulları, zaman zaman peygamberlerle irşâd olunarak dînî hayâtı devâm ettirmişler ve bu sûretle ilâhî hakîkatlere sâdık kalmışlardır. Zîrâ ilâhî hakîkatler, Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’dan itibâren zaman zaman birtakım dîn tahripçileri ve câhiller tarafından tahrîf edilmiş, lâkin Cenâb-ı Hak, müteselsilen peygamberler göndermek sûretiyle bu tahribâtı bertarâf edip dîni yeniden ihyâ etmiştir. Bu sûretle insanlık âlemi, ferdî ve ictimâî buhranlardan kurtarılmıştır.

Nihâyet, dünyâ gününün ikindisine benzeyen asr-ı saâdet gelmiş ve Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile dînî hayat ilk başladığı yerde, son bir kemâl zirvesi göstermiştir. Artık zirve teşkil eden kemâl-i Muhammedî’den sonra yeni bir kemâl tasavvuru imkânsızdır. Zîrâ peygamberler göndermek sûretiyle dînin tekrar ihyâsı O’nunla nihâyete erdirilmiş, Allâh’ın râzı olduğu dîn, İslâm olmuştur.


 [1] Ayrıca bkz: Meryem, 54, 56; Yûsuf, 46.

[2] Buhârî, Îman, 24; Müslim, Îman, 107.

[3] Ayrıca bkz. eş-Şuarâ, 125, 143, 162, 178; ed-Duhân, 18.

[4] İbn-i Sa’d, I, 121, 156.

[5] Bkz. Âl-i İmrân, 104, 110.

[6] Bkz. Buhârî, Tevhîd, 36. Bu konu ile ilgili olarak ayrıca bkz. s. 248.


HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER