HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER
Allâh Teâlâ, önce babasını sonra da annesini kaybeden Habîb-i Edîbi’ni hâmîsiz bırakmadı. Mübârek Yetîm’i, dedesi Abdülmuttalib bağrına bastı. Evlâtlarından hiçbirine göstermediği şefkat ve muhabbeti O’na gösterdi.
Abdülmuttalib uyurken veya odasında yalnız iken yanına hiç kimse giremezdi. Lâkin İki Cihan Güneşi, dedesinin yanından hiç ayrılmaz, odasında yalnız olduğu, hattâ uyuduğu esnâda bile yanına serbestçe girip çıkabilirdi.[1]
Kâbe’nin gölgesinde bulunan ve Abdülmuttalib’e âit olan minderin üzerine, babalarına tâzîm sebebiyle oğullarından hiçbiri oturmazdı. Onlar, babalarının çevresinde ayakta dururken Fahr-i Kâinât Efendimiz gelip dedesinin minderine serbestçe otururdu. Kendisini minderden kaldırmak isteyen amcalarına Abdülmuttalib:
“−Bırakın oğlumu! Vallâhi O’nun şân ve şerefi yüce olacaktır!” der, yanına oturtup sırtını sıvazlardı. Güzeller güzeli torununun yaptığı her şey dedesinin hoşuna giderdi.[2]
Abdülmuttalib, Âlemlerin Efendisi olacak küçük torunu sofraya gelmedikçe yemek yemez, “Oğlumu yanıma getiriniz!” derdi.[3]
Yemeği getirildiği zaman da O’nu yanına alır, bâzen dizine oturtup yemeğin en güzel ve lezzetli kısmını O’na yedirirdi.[4]
Kıtlık ve kuraklığın hüküm sürdüğü, insanların büyük bir sıkıntı içinde olduğu günlerde Mekkeliler yağmur duâsı için Ebû Kubeys dağına çıkmışlardı. Abdülmuttalib de, yedi yaşındaki Habîb-i Ekrem Efendimiz’i omuzlarına alarak dağın tepesine çıktı. Cemaat onun yanında sıralandılar. Abdülmuttalib, omuzlarında Varlık Nûru olduğu hâlde ellerini kaldırarak duâ etti. İnsanlar bulundukları yerden daha ayrılmamışlardı ki, sanki gök yarılıp suyunu cömertçe boşaltmaya başladı ve Mekke Vâdisi rahmete gark oldu.[5]
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sekiz yaşına geldiğinde dedesi Abdülmuttalib de vefât etti.
Bu sûretle bütün fânî ve zâhirî destekler son buldu. Bundan sonra O’nun sâhibi, koruyucusu ve terbiye edicisi, sâdece Rabbi idi. Aynı zamanda hayâtının en zayıf zamânında görülen bu fânî ve zâhirî destekler, sırf O’nun her türlü davranışta insanlığa taklîdi mümkün ve mükemmel bir örnek olması hikmetine mebnî idi.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zamanla anne-baba himâyesinden mahrum bırakılmasının da birtakım hikmetleri vardır. Bunların en mühimi, risâlet ve dâvetine dâir ilk esasları, babasının ve dedesinin tâlîmiyle almış olabileceği şeklinde ortaya atılabilecek iddiâlara fırsat vermemektir.
Ayrıca Allâh Rasûlü, anne-baba ve dedesinden ayrı kalmakla, babadan oğula nakledilen zamânın örf-âdet ve an’anelerinden muhâfaza edilmiş, beşer eli değmeden tamâmen Rabbinin terbiyesi altında yetişmiştir. Nitekim bir hadîs-i şerîflerinde:
“Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi de pek güzel yaptı.” buyurmuşlardır. (Süyûtî, I, 12)
Diğer taraftan Peygamber Efendimiz’in anne-baba terbiyesinden mahrum iken bile ulvî bir ahlâk üzere yetişmesi, O’nun nübüvvetinin delillerinden biridir.
O’nun yetim olarak büyümesinin diğer bir hikmeti de kalbinin daha rakîk ve hassas hâle gelmesi ve sâdece Allâh’a tevekkül etme kıvâmına ermesidir. Nitekim Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yetimliğin ve zayıflığın acısını bütün şiddetiyle tattığı için hayâtı boyunca hep zayıf insanların hâmîsi olmuştur. Bir hadîs-i şerîflerinde:
“Kendi yetîmini veya başkasına âit bir yetîmi himâye eden kimseyle ben, cennette şöyle yan yana bulunacağız.” buyurmuş ve işâret parmağıyla orta parmağını göstermiştir. (Müslim, Zühd, 42; Bkz. Buhârî, Edeb, 24; Talâk, 14)
Bir diğer hikmet de şudur: Allâh Teâlâ, hayâtın her kademesindeki insanın Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i örnek alabilmesi için, O’nu ictimâî bakımdan en zayıf hâl olan yetimlikten hayâta başlatmış, muhtelif mertebelerden geçirerek devlet başkanlığına kadar yükseltmiştir.
[1] İbn-i Sa’d, I, 118.
[2] İbn-i Hişâm, I, 180.
[3] İbn-i Sa’d, I, 118.
[4] Belâzurî, I, 81.
[5] Bkz. İbn-i Sa’d, I, 90; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 112; Diyarbekrî, I, 239.
HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER