HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER
Allâh Teâlâ’nın emriyle yapılan Kâbe, dâimâ ilâhî muhâfaza altındadır. Târihte “Fil Vak’ası” olarak bilinen hâdise, bunu ortaya koyan ibretli misâllerden biridir.
Yemen vâlisi Ebrehe, Roma imparatorunun da yardımıyla San’a’da yaptırdığı kiliseye arzu ettiği ölçüde rağbet edilmediğini görünce, son derece sinirlendi. Ardından Arapların eskiden beri kudsiyyetini kabûl edip ziyâret edegeldikleri Kâbe’yi yıkmaya karar verdi. İçinde, günümüzün tankları mesâbesinde olan fillerin de bulunduğu büyük bir ordu hazırlayarak Mekke’ye yürüdü. Böylelikle, -gûyâ- insanların yönlerini, kendi yaptırdığı kiliseye çevirecekti.
Ebrehe’nin gözü o kadar dönmüştü ki, gasbedilen develerini geri istemeye gelen Abdülmuttalib’e şaşarak:
“–Ben Kâbe’yi yıkmaya geldim. Sen ise develerini düşünüyorsun!” demiş ve Abdülmuttalib’in Kâbe için:
“–Onun sâhibi var! O, onu korur!” ifâdelerine mukâbil kibirle:
“–Bana karşı onu koruyacak yoktur!” hezeyânında bulunmuştu. Mekke’ye yaklaşan ordusuna Kâbe’ye hücum emri verdi. Fakat Mina ile Müzdelife arasındaki Vâdi-i Muhassirʼe gelince filler yürümez oldu. Gökyüzü ebâbîl kuşlarıyla doldu. Onlar, ayaklarında getirdikleri pişkin tuğladan yapılmış taşları Ebrehe ordusunun üzerine dolu taneleri gibi boşaltmaya başladılar. Bu taşlar, kime isâbet ediyorsa, onu helâk ediyordu. Mekke’nin önü bir anda insan ve fil mezarlığına döndü. Sıkletsiz küçücük kuşlar, tonlar ağırlığındaki filleri ezip yere serdiler. Bu dehşet dolu ilâhî mûcizenin tahakkuk ettiği yıla “Fil Senesi” denildi.
Allâh Teâlâ bu hâdiseyi Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatır:
أَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِأَصْحَابِ الْفِيلِ. أَلَمْ يَجْعَلْ كَيْدَهُمْ فِي تَضْلِيلٍ. وَأَرْسَلَ عَلَيْهِمْ طَيْرًا أَبَابِيلَ. تَرْمِيهِمْ بِحِجَارَةٍ مِنْ سِجِّيلٍ. فَجَعَلَهُمْ كَعَصْفٍ مَأْكُولٍ
“Rabbinin fil ashâbına neler yaptığını görmedin mi? Onların kötü plânlarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine sürü sürü kuşlar gönderdi. Bu kuşlar, onlara pişmiş çamurdan taşlar atıyorlardı. Nihâyet onları yenilip çiğnenmiş ekin yaprağına çevirdi.” (el-Fîl, 1-5)
Çünkü Kâbe, Cenâb-ı Hakk’ın, emr-i ilâhîsi ile inşâ ettirdiği “Hâne-i Birr”i idi. Orası, Allâh’a kulluk mekânı olarak kudsî ve mübârek kılınmıştı. Bunun için ilâhî muhâfaza altına alınmıştı.
Ebrehe’nin ibâdethâneye karşı yaptığı bu saygısızlığa verilen cezâ ise, kıyâmete kadar aynı şekilde yapılacak diğer hareketler için de bir tehdit mâhiyeti taşımaktadır.
Bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنْ مَنَعَ مَسَاجِدَ اللهِ أَنْ يُذْكَرَ فِيهَا اسْمُهُ وَسَعَى فِي خَرَابِهَا أُولئِكَ مَا كَانَ لَهُمْ أَنْ يَدْخُلُوهَا إِلاَّ خَائِفِينَ لَهُمْ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌ وَلَهُمْ فِي اْلآخِرَةِ عَذَابٌ عَظِيمٌ
“Allâh’ın mescidlerinde O’nun isminin zikredilmesine mânî olan ve oraların harâb olması için çalışandan daha zâlim kim olabilir? İşte onların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir. (Başka türlü girmeye hakları yoktur.) Onlar için dünyâda bir rezillik, yine onlar için âhirette de pek büyük bir azap vardır.” (el-Bakara, 114)
Zulmünü iyice şiddetlendiren Ebrehe, netîcede kendisinde nihâyetsiz bir kuvvet ve azamet olduğu vehmine kapılmıştı. Buna mukâbil Allâh Teâlâ onu, çöllerdeki arslan, kaplan veya zehirli yılan gibi dehşet verici güçlü mahlûklarla değil, çok güçsüz ve zayıf varlıklar olan ebâbîl kuşlarının attığı nohuttan küçük taşlarla helâk etti. Nitekim Allâh Teâlâ, Firavun, Nemrut ve Câlût gibi mütekebbirleri hep onlardan küçük ve güçsüz görünen varlıklarla helâk ederek, onların hakîkatte ne kadar âciz varlıklar olduklarını ve kibirlerinin mânâsızlığını ortaya koymuştur.
Ebrehe de büyük bir azamet ve kibirle çıktığı Yemen’e, lîme lîme olmuş bir bedenle, çok zelil ve perişan bir vaziyette, sürünerek dönebildi. Onun bu hâli, kibirlilerin daha dünyâdayken bile rezil olduklarına dâir çok açık bir ibret tablosudur.
“Fil Senesi” Kureyşliler arasında bir nevî târih başlangıcı olarak kullanıldı. Şu rivâyet, bunun güzel bir misâlidir:
Kubaş bin Üşeym:
“–Ben ve Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Fil Senesi’nde doğduk.” demişti.
Osman bin Affân -radıyallâhu anh-, ona:
“–Sen mi daha büyüksün, yoksa Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mi daha büyük?” diye sordu.
Mübârek sahâbî, şu edeb ve incelik dolu karşılığı verdi:
“–Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, benden çok çok büyüktür. Doğumda ise ben ondan daha eskiyim![1] Ben, fillerin tersini yeşil ve değişmiş olarak gördüm.” (Tirmizî, Menâkıb, 2)
[1] Ashâb-ı kirâm, bu rivâyette olduğu gibi, dâimâ Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in en üstün ve en yüce makamda olduğunun şuurunda idiler. Dolayısıyla bu hususta büyük bir hassâsiyet gösterirlerdi. O’nun tenine dokunabilenler, bundan büyük bir iftihar duyar:
“İşte şu iki elimle Rasûlullâh’a bey’at ettim” diyerek ellerini gösterirlerdi. (İbn-i Sa’d, IV, 306; Heysemî, VIII, 42)
HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER