HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER
Mekke, Kur’ân-ı Kerîm’de “Ümmü’l-Kurâ”, “Bekke” ve “el-Beledü’l-Emîn” isimleriyle de zikredilmiştir. Mekke ve Bekke, Bâbil lisânında “beyt: ev” mânâsında olup Amâlikalılar tarafından, bu yerin ismi olarak kullanılmıştır.
Mekke, güneyde Yemen’e, kuzeyde Akdeniz’e, doğuda Basra körfezine ve batıda Kızıldeniz limanı Cidde’ye komşu olup Afrika istikâmetine giden yolların kesişme noktasında, iktisâdî yönden çok müsâit bir mevkîde bulunmaktadır. Şehrin kurulduğu kısma “Batn-ı Mekke”, Mescid-i Harâm’ın bulunduğu yere ise “el-Bathâ” denilmektedir.
Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın Sâre vâlidemizden çocuğu olmamıştı. Sâre vâlidemiz, câriyesi olan Hâcer’i âzâd edip İbrâhîm -aleyhisselâm-’la evlendirdi. Bu izdivacdan Hazret-i İsmâîl dünyâya geldi ve Muhammedî nûr İsmâîl -aleyhisselâm-’a intikâl etti. Sâre vâlidemiz, bu nûrun, kendisinden intikâl edeceğini düşünmekteydi. Bu yüzden son derece mahzûn oldu. İbrâhîm -aleyhisselâm-’dan, Hâcer vâlidemizi başka bir beldeye götürmesini istedi. İbrâhîm -aleyhisselâm- da Allâh’ın emri ile Hâcer vâlidemizi ve oğlu Hazret-i İsmâîl’i, o zamanlar ıssız bir belde olan Mekke’ye getirdi. Cebrâîl -aleyhisselâm-, O’na rehberlik ediyordu. Mekke’nin bulunduğu yere geldiklerinde:
“–Ey İbrâhîm! Âileni buraya iskân et!” dedi.
Hazret-i İbrâhîm:
“–Burası ne ziraate ne de hayvancılığa elverişlidir!” deyince Cebrâîl -aleyhisselâm-:
“–Evet öyledir, fakat burada senin oğlunun neslinden Ümmî Peygamber çıkacak ve «el-Kelimetü’l-ulyâ: en yüce söz olan tevhîd» O’nunla tamamlanacaktır.” buyurdu. (İbn-i Sa’d, I, 164)
Abdullâh bin Abbâs[1] -radıyallâhu anhümâ- şöyle rivâyet eder:
“İbrâhîm -aleyhisselâm-, Hâcer vâlidemizi ve henüz onun emzirmekte olduğu İsmâîl -aleyhisselâm-’ı Mekke’ye götürdü. İleride fışkıracak olan «Zemzem» kuyusunun yanında bir ağacın altına bıraktı. Yanlarına içi hurma dolu bir sepet ve içi su dolu bir testi koydu. Sonra geriye döndü… Hâcer vâlidemiz arkasından seslendi:
«–Bizi buraya bırakmanı Allâh mı emretti?»
İbrâhîm -aleyhisselâm-:
«–Evet!» diye cevap verdi.
Hâcer vâlidemiz büyük bir tevekkül ve teslîmiyetle:
«–Öyleyse Rabbim bizi korur, zâyî etmez!» dedi. Ardından İsmâîl -aleyhisselâm-’ın yanına döndü.
Hâcer vâlidemiz ve İsmâîl -aleyhisselâm- gözden kaybolunca İbrâhîm -aleyhisselâm- ellerini açtı ve Rabb’ine şöyle yalvardı:
رَبَّنَا إِنِّي أَسْكَنْتُ مِنْ ذُرِّيَّتِي بِوَادٍ غَيْرِ ذِي زَرْعٍ عِنْدَ بَيْتِكَ الْمُحَرَّمِ رَبَّنَا لِيُقِيمُوا الصَّلوةَ فَاجْعَلْ أَفْئِدَةً مِنَ النَّاسِ تَهْوِي إِلَيْهِمْ وَارْزُقْهُمْ مِنَ الثَّمَرَاتِ لَعَلَّهُمْ يَشْكُرُونَ
«Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını ziraat yapılmayan bir vâdiye, Sen’in Beyt-i Muharrem’inin (Kâbe’nin) yanına yerleştirdim. Artık Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki şükrederler.» (İbrâhîm, 37)” (Buharî, Enbiyâ, 9)
Biricik yavrusunu ve zevcesini ıssız bir çölde bırakan İbrâhîm -aleyhisselâm-, onlar için ayrıca şu duâyı yaptı:
رَبِّ اجْعَلْ هذَا بَلَدًا آمِنًا وَارْزُقْ أَهْلَهُ مِنَ الثَّمَرَاتِ مَنْ آمَنَ مِنْهُمْ بِاللهِ وَالْيَوْمِ اْلآخِرِ
“Ey Rabbim! Burayı emîn bir belde kıl! Halkından Allâh’a ve âhiret gününe inananları çeşitli meyvelerle rızıklandır!..” (el-Bakara, 126)
Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrâhîm’in îmân edenler hakkında yaptığı duâyı kabûl etti. Arkasından da kâfir olanları tehdid ederek şöyle buyurdu:
قَالَ وَمَنْ كَفَرَ فَأُمَتِّعُهُ قَلِيلاً ثُمَّ أَضْطَرُّهُ إِلَى عَذَابِ النَّارِ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ
“…İnkâr edene gelince, onu (dünyâ nîmetlerinden) az bir süre faydalandırır, sonra da onu cehennem azâbına sürüklerim. Varılacak ne kötü bir yerdir orası!” (el-Bakara, 126)
Bu duâlar vesîlesiyle Allâh Teâlâ, hac ve umre yapan mü’minlerin gönüllerini Mekke-i Mükerreme’ye karşı muhabbetle doldurmakta, rûhlar orada huzûr ve sükûna kavuşmaktadır.
İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın, Hâcer vâlidemizle Hazret-i İsmâîl’in yanlarına bıraktığı bir testi su, çok geçmeden bitti. Hâcer vâlidemiz su bulmak ümidiyle Safâ ve Merve tepeleri arasında yedi sefer koşarak gidip geldi. Bu iki tepe arası yaklaşık dört yüz metre kadardır. Hâcer vâlidemiz bir taraftan koşuyor, diğer taraftan da Hazret-i İsmâîl’e bakıyordu. Orada değil insan, uçan bir kuş dahî yoktu. Hiçbir yerde hayat emâresi gözükmüyordu. Hazret-i Hâcer, Merve tepesine çıkınca bir ses duydu. Kendi kendine “Sus! Dinle!” dedi. Sonra iyice kulak verdi, aynı sesi bir daha duydu.
“–Tamam, sesini duyurdun. Yapabiliyorsan bize yardım et!” diye seslendi. Bir de baktı ki, Zemzem’in olduğu yerde bir melek, topuğuyla -veya kanadıyla- yeri kazmakta!
Nihâyet su göründü. Büyük bir sevinçle Rabbine şükretti. Hâcer, akıp gitmesin diye suyun etrâfını eliyle çevirmeye, suyu avuçlayıp kırbasını doldurmaya başladı. Suya da “Dur, dur!” mânâsında “Zem, zem!” dedi. Bir rivâyete göre Hâcer suyu avuçladıkça, avuçladığı kadar, yerden kaynıyordu.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Allâh, İsmâîl’in annesi Hâcer’e rahmet eylesin! Eğer o, Zemzem’i kendi hâline bırakıp suyun etrâfını çevirmeseydi, muhakkak ki Zemzem, devamlı akan bir kaynak olurdu.” (Buhârî, Enbiyâ, 9)
Ana-oğul, kurak ve ıssız olan bu beldede hayatlarına sâdece Zemzem ile devâm ediyorlardı. Oradan geçen Cürhüm kabîlesi, kuşların sürekli bir yere doğru indiklerini ve sonra tekrar havalandıklarını gördüler. Bunun bir hayat emâresi olabileceğini düşünerek oraya iki kişi gönderdiler. Gelenler, Zemzem suyunu görünce, Hâcer vâlidemizden:
“–Buraya yerleşebilir miyiz?” diye izin istediler.
Hâcer vâlidemiz, “suya mülkiyet iddiâ etmemek” şartı ile izin verdi. Böylece Mekke’ye ilk yerleşen kabîle, Cürhümîler oldu.
Zamanla Mekke gelişti ve bir şehir devleti hâline geldi. Yemen’den göç eden Huzâalılar, Cürhümîlerden yerleşme izni istediler. Talepleri kabûl edilmeyince onlarla savaşarak şehri 207 târihinde ele geçirdiler. İsmâîloğulları bu savaşta tarafsız kaldıkları için Huzâalılar onlara dokunmadılar. Huzâalılar Mekke’ye uzun bir süre hâkim oldular. Zamanla İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın dîninden büyük ölçüde saptılar ve putperestliğin yayılmasını sağlayarak insanları dalâlete sürüklediler. Hubel adında bir put dikip ona taptılar. Hazret-i İsmâîl’in nesli olan Kureyş kuvvetlenince, Kusay’ın başkanlığında harekete geçerek Huzâalıları 440 senesinde şehirden uzaklaştırdılar.
Kusay, Mekke şehir devletinin parlamentosu hükmünde olan “Dâru’n- Nedve”yi kurdu ve cemiyetin idâresi, dînî vazifelerin îfâsı ile alâkalı müesseseler ihdâs etti. Dâru’n-Nedve’nin başkanlığı, savaş sancağı muhafızlığı (kıyâde), Kâbe’nin hizmetleri (sidâne, hicâbe), hacılara su ikrâm etme (sikâye) ve vergilerden elde edilen gelirden hacılara yemek verme (rifâde) gibi vazîfeler bizzat Kusay tarafından yerine getiriliyordu. Vefât ettiği zaman bu vâzîfelerin dört oğlundan ikisi olan Abdu’d-Dâr ve Abdi Menaf’a kalmasını vasiyet etti. Bu vazîfeler, babadan oğula geçerdi.[2]
Mekke’nin kırk yaşını doldurmuş bütün sâkinleri, meclis toplantılarına iştirâk edebilirlerdi. Ancak bir teâmül olarak muayyen âile başkanları ve kabîle reislerinden başkasının bu toplantılara iştirâki görülmezdi. Ne gariptir ki, bu Dâru’n-Nedve uzun zaman sonra, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dâvetine mânî olmak için yapılan toplantılara sahne olmuştur.
Dâru’n-Nedve ve mahallî toplantı yerleri olan “Nâdî”ler, siyâsî ve askerî kararların alındığı yerler olmakla birlikte, ictimâî faâliyetlerin de yürütüldüğü mekânlardı.
Mekke’li müşrikler, Allâh’ı, her şeyin yaratıcısı olarak kabûl etmekle birlikte birçok meselede putları O’na ortak koşarlardı.
Mekke arâzîsi ziraate elverişli olmadığı için, orada yaşayan ahâlî maîşetini ticârî faâliyetlerden sağlardı. Bu sebeple Mekke’nin Arabistan yarımadasında hem dînî hem de ticârî açıdan önemli ve merkezî bir yeri vardır. Mekke’deki ticârî faâliyetler yaz-kış devâm ederdi. Yaz seferleri Sûriye taraflarına, kış seferleri ise Yemen taraflarına yapılırdı. Düzenledikleri kervanlarda mallar, develerle taşınır, bâzen develerin sayısı iki bin beş yüze ulaşırdı. Bu ticârî kervanlar, Mekke için o kadar ehemmiyetli idi ki, Allâh Teâlâ, Kureyşlileri îmâna ve ibâdete dâvet ederken onlara lutfettiği bu müstesnâ nîmeti hatırlatmaktaydı:
ِلاِيلاَفِ قُرَيْشٍ اِيلاَفِهِمْ رِحْلَةَ الشِّتَاءِ وَالصَّيْفِ فَلْيَعْبُدُوا رَبَّ هذَا الْبَيْتِ اَلَّذِى اَطْعَمَهُمْ مِنْ جُوعٍ وَآمَنَهُمْ مِنْ خَوْفٍ
“Kureyş’e kolaylaştırıldığı, evet, kış ve yaz seyahatleri onlara kolaylaştırıldığı için onlar, kendilerini açlıktan doyuran ve her çeşit korkudan emin kılan şu evin (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsinler.” (Kureyş, 1-4)
Siyâsî hâkimiyetten mahrum ve karışıklık içindeki Arap Yarımadası’nda bu tür iktisâdî teşebbüsleri emniyetli bir şekilde yapmak hayli zor olmakla birlikte, harâm aylarda bu emniyet tam olarak temin ediliyordu. Mekke’nin bu hususta bile farklı bir mevkii olduğu görülür. Zîrâ diğer bütün panayırlar için sâdece Receb ayı harâm kabûl edilirken, Mekke “Eşhüru’l-Hurum: harâm olan dört ay”ın tamamına sâhipti. Ayrıca Basl adındaki müessese ile Mekke’deki bâzı âilelerin malları, yağma edilme tehlikesine karşı sekiz ay boyunca koruma altına alınmıştı.[3]
Mekke civârında Ukâz, Mecenne ve Zü’l-Mecâz Panayırları kurulurdu. Câhiliye devrinde de ibâdet olan hac zamânında kurulan bu panayırlar, çok kalabalık olurdu. Bunlar vesîlesiyle ticârî hayâta bereket gelir ve Mekkeli tüccarlar bol kazanç sağlarlardı.
Mekke’nin coğrafî mevkii, eskiden beri etrâfındaki devletlerin dikkatini çekmekte idi. Beytullâh’ın bulunduğu yer olması sebebiyle de büyük bir ehemmiyeti vardı. Mekke, birçok teşebbüslere rağmen komşu devletler tarafından işgâl edilememiş ve târih boyunca bağımsızlığını muhâfaza etmiştir. Bizanslılar da Mekke üzerinde nüfûz kurmak için sürekli gayret sarf etmişler, ancak muvaffak olamamışlardır.
[1] Abdullâh bin Abbâs -radıyallâhu anh-, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in amcası Hazret-i Abbâs’ın oğludur. Annesi Hazret-i Hatîce’den hemen sonra müslüman olan Ümmü’l-Fadl Lübâbe’dir. İbn-i Abbâs, hicretten üç yıl önce Mekke’de doğduğunda, onu getirip Rasûl-i Ekrem’in kucağına verdiler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mübârek ağzında çiğnediği bir hurmayı onun damağına sürdü. İbn-i Abbâs “tahnik” denilen bu hâdise sebebiyle ashâb arasında pek üstün meziyetlere sâhip olmuştur. Daha sonraları Peygamber -aleyhisselâm- ona iki defâ duâ etmiş, bu duâlarının birinde; “Allâh’ım! Onu büyük din âlimi (fakîh) yap ve ona Kur’ân’ı öğret!” buyurmuştur. Bu sebeple o, Kur’ân-ı Kerîm’i en iyi bilen sahâbî olmuş, kendisine “Tercümânü’l-Kur’ân” unvânı verilmiştir. Ümmetin en âlimi mânâsında “Hibru’l-Ümme” diye de isimlendirilmiştir. Mükerrerleriyle birlikte 1660 hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Hayâtının son yıllarında gözlerini kaybetmiştir. Hicrî 68 / mîlâdî 687 senesinde, Tâif’te, 71 yaşında vefât etmiştir.
[2] Bkz. İbn-i Hişâm, I, 135-142.
[3] Bkz. Hamidullâh, I, 24-25.
HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER