Gönül Dergâhından Hikmetler
Yıl: 2018 Ay: Mayıs Sayı: 140
Mertlik, Sözde Sebat ve Ahde Vefâ
Osmanlılar’da mertlik, sözde sebat ve ahde vefâ gibi yüksek fazîletler, gönülleri süsleyen ulvî bir ahlâk hâlinde idi. Öyle ki, Avrupa’da “Türklük” ile “Müslümanlık” aynı mânâda kullanılır olmuştu. Bu vesîleyle:
“Türk demek, sözüne güvenilir insan demektir.” denilmiş ve Osmanlılar’ın, hristiyanlar gibi mütemâdiyen yalan yere yemin etmedikleri beyân edilmiştir.
Comte de Bonneval, bu yöndeki müşâhedesini şöyle ifâde eder:
“Türkler vaadlerine dindarâne bir sadâkat gösterirler.”
İsveç sefîri Mouradgea d’Ohsson da:
“Müslüman-Türkler yemin ve ahidlerine son derece sâdıktırlar. Allâh’ın adını ağızlarından düşürmemek gayretlerine bakıldığında, sözlerine Cenâb-ı Hakk’ı şâhid göstermekten başka hiçbir söze lüzum görmezler.” demektedir.
Henri Mathieu ise:
“Türkler’de eşsiz bir hazine mâhiyetinde mevcut olan nâmus ve ahlâk anlayışını tasdik etmemek büyük bir haksızlık olur. Onlar, doğruluğu, fazîletin temeli olarak kabul eden ve verdiği sözü de mukaddes bilen kimselerdir.” der.
Fenâlıklardan İctinâb Derecesi
Osmanlılar, koğuculuk, iftirâ, tezvîr, küfür, kin, garaz, kumar, intihar, düello ve cinâyet gibi her türlü fenâlıklardan son derece kaçınıp korunmaya çalışmışlardır. Öyle ki dıştan bakanlar, onların bu fenâlıkları âdeta bilmediklerine hükmetmişlerdir.
Du Loir şöyle der:
“Türkler herhangi bir intikam hissi beslemekten son derece çekinirler. Dinlerinin bu husûsa âit bir hükmü mûcibince cuma namazına başlamadan önce düşmanlarını affettiklerini âdeta îlân etmek durumundadırlar. Aksi hâlde namazlarının kabul edilmeyeceğine inanırlar. Ayrıca her bayramın birinci günü de onlar için umûmî bir barış günüdür. Birbirlerine rastladıklarında musâfaha ederler ve küçük olan büyüğünün elini öptükten sonra ellerini başlarına götürüp «Bayramın mübârek olsun!» derler.”
Yine Du Loir:
“Küfürbazlık, öfke ve intikam hissinin müşterek mahsûlü olduğu gibi, kumarbazlığın da tabiî bir neticesidir. Bu, hristiyan memleketlerinde pek yaygın bir şekilde mevcuttur. Ancak Osmanlılar’ın sokaklarında da evlerinde de hiçbir küfür sözü işitilmez. Bunun yüzümüzü kızartacak ve bizi hayrete düşürecek tarafı da, Osmanlılar’ın yalnız ağızlarında değil, lisanlarında da küfür kelimelerinin bulunmayışıdır. Onlar yalnız «Vallâhi» şeklinde Allâh’a yemin ederler.” demektedir.
Nitekim o devre şâhid olan yaşlı kimseler bilirler ki, bir şahsın kendisini kızdıran bir meselede muhâtabı için kullandığı cümleler:
“Lâ havle…” veya;
“Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh…”
“Hay Allah derdini alsın!”
“Fesübhânallâh!”
“Hasbünallâhu ve ni‘mel-vekîl!”
“Yâ sabır!” gibi güzellik ve hayır telkîn edici ifâdelerden ibarettir. Tekke ve zâviyelerde de duvarlara asılı levhalarda tesellî için:
“Bu da geçer yâ hû!”, “Vazgeç yâ hû!” ve “Hoş gör yâ hû!” tâlimatları meşhurdur.
İslâm Şahsiyeti
Osmanlılar, hayatlarını tamamen İslâm dîninin muhtevâsı içinde yaşamaya gayret etmişlerdir. Onlar, husûsiyle ilk üç buçuk asırlarında sahâbeden sonra İslâm şahsiyetini temsil eden mümtaz bir nesil hüviyetindedirler.
Bu itibarla dînin emir ve yasaklarına son derece riâyetkâr ve bağlıdırlar. Meselâ Avrupa ülkelerinde ve sâir memleketlerde sayısız intihar tezâhürleri yaşanırken Osmanlı’da böyle bir şeye rastlanmaz. İçki, kumar gibi kötü alışkanlıklar da aynı şekildedir. Eğer istisnâî olarak bir kimse kumara müptelâ olsa, onun şâhitliği kabul edilmemiştir. Hattâ Yıldırım Bâyezîd Han gibi bir pâdişâhın namazını cemaatle edâ etmediği için şâhitliğinin kadı Molla Fenârî tarafından kabul edilmemesi meşhurdur.
Böylece ferdinden pâdişâhına kadar bir İslâm şahsiyeti çerçevesinde hareket eden Osmanlılar, bu vesîleyle bünyelerinde pek sağlam ve sarsılmaz bir tevhîd ve rûhâniyet oluşturarak yenilmez bir kuvvet hâline gelebilmişlerdir. Ardından da bu İslâm kardeşliğinin yaşanması yolunda bütün İslâm âlemini kendi bünyesi altında yek-vücûd hâle getirerek asırlar boyunca şan ve şerefle cihâna hükmetmişlerdir.
Bu şan ve şereften âdeta gözleri kamaşan M. de Thevenot, müşâhedelerinden bâzılarını şöyle serdeder:
“Osmanlılar, çok dindar, insâniyetli, şefkat ve merhamet sahibidirler. Gönülleri din gayreti ile doludur. İslâmiyet’i bütün cihâna yaymayı kendilerine vazife bilirler. Husûsiyle takdîr ettikleri hristiyan bir şahsa rastlarlarsa, onun müslüman olmasını ricâ ederler.
Osmanlılar, pâdişahlarına çok hürmet besler ve sadâkat gösterirler. Âdeta gözleri kapalı bir şekilde itaat ederler. Ben pâdişahına ihânet ederek hristiyanlarla işbirliği içine giren hiçbir Türk’e tesâdüf etmiş değilim. Onlar, birbirleriyle vuruşup dövüşme bilmezler! Şehirlerde kılıç taşımamaları da bunun bir nişânesidir. Hattâ askerleri bile hançer taşımakla iktifâ ederler. Dolayısıyla birbirine meydan okuyanlar azdır. Bizde sıkça rastlanan düello, onlarda âdeta bir meçhuldür. Bunun sebebi de çok sevip candan bağlı oldukları dînin, içki ve kumar gibi iki büyük kötülük ve düşmanlık menbaını men edip kurutan hakîmâne siyâsetidir.”
(Osman Nûri TOPBAŞ, Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle OSMANLI, s. 499, 503-505’den iktibas edilmiştir.)