Gönül Dergâhından Hikmetler
Yıl: 2018 Ay: Haziran Sayı: 141
Mukadderâta Îman, Tevekkül ve Teslîmiyet
Îman esaslarından biri olan kader ve kazâya îman husûsu, Osmanlılar için ayrı bir mânevî takviye sadedindedir. Zira kader ve kazâya îman sâyesinde onlar, ne kazandıkları zaferlerle nefsânî bir tefâhür içinde gevşemiş, ne de bâzen kaybettikleri harplerle kendilerini helâk edercesine üzülüp yılgınlığa düşmüşlerdir. Bilâkis onlar, mukadderâta îman bereketiyle her şeyi Cenâb-ı Allah’tan bilerek hâdiseler karşısında Rab’lerine tevekkül ve teslîmiyet içinde olmuşlardır. Zaferler karşısında onu nasîb eden Allâh’a hamd eylemiş, mağlûbiyetler karşısında da sükûnetle sabır ve sebâta sarılarak hatâyı kendilerine izâfe etmişlerdir. Onlar için gâzilik de şehîdlik de azîz olduğundan her iki izzete de tâlip bir hâlde, istikrarlı bir hayat yaşamışlardır. Böylece Osmanlılar, asıl mağlûbiyet olan birtakım nefsâniyet girdaplarına yenik düşmemişler, şecâat ve cesaretlerini en ümitsiz zamanlarda dahî yitirmemişlerdir.
Bu teslîmiyet hâli de, onların büyük ve muazzam zaferlere nâiliyetine vesîle olmuştur.
Tedkikleriyle bu hakîkatleri müşâhede eden garp mütefekkirlerinden J. B. Tavernier:
“Türkler kazâ ve kaderin değişmeyeceğine ve mukadderattan kurtulmanın imkânı olmadığına îman ettikleri için, ölüme karşı sükûnet ve metânet gösterirler.” der.
Demetrius Cantimir de:
“Türkler mukadderâta tam bir îman hissiyle dolu oldukları için, insanın, elmas kadar sağlam ve aşınmaz olsa bile kaderin hükmünden kurtulamayacağına inanırlar. İçlerinde hiçbir fert yoktur ki, her kulun ecelinin alnında yazılı bulunduğuna ve insan gözüyle okunamayacak olan bu mânevî yazının da Allâh’ın takdîriyle yazılmış olduğuna îman etmesin.” der.
A. L. Castellan ise:
“İlâhî takdîre rızâ göstermek Osmanlı’nın zihninde kökleşmiştir. Bu akîde, onlarda şecâat yerine geçer; sebat ve metânetlerini artırır. Ölümü bile tevekkülle göze almalarına sebep olur. İşte bundan dolayı gözle görülecek kadar muhakkak olan tehlikeler bile onları yıldırmaz. Nice ateşlerin içine ve düşman süngülerinin üstüne atılıp bütün vücutları delik deşik olduktan sonra bile, eğer henüz ecelleri geldiğine kānî değiller ise hayatlarından ümit kesmezler.” demektedir.
İşte bunlar, ilâhî takdîre îman ve teslîmiyetin neticesidir.
Cihanşümûl Bir Şefkat ve Merhamet
Osmanlı’da şefkat ve merhamet, hayvanlar ve bitkilere kadar uzanmıştır. Hayvanları ve bitkileri himâyede bütün Osmanlılar, âdeta bu hususta kurulmuş mevhum bir müessesenin gönüllü üyesi gibidirler.
Ez-cümle:
- Hayvanlara haddinden fazla yük taşıtmak kânûnen yasaklanmıştır. Zâbıta kuvvetleri bu yasağı ihlâl edenleri takip edip hayvanı dinlendirmek ve sahibine de cezâ olarak aynı yükü taşıtmakla mükelleftir. Kânûnî Sultan Süleyman Hân’ın “Süleymâniye Câmii” yapılırken yük taşıttırılan hayvanlar hakkındaki bir dizi fermânı da, bu hassâsiyetin bir nişânesidir.
- Mezbahalarda kurban edilecek hayvanların hissiyâtına dahî dikkat edilmiş, kesimle alâkalı bir şey görmemesi için hayvanların gözleri bağlanmıştır. Ayrıca fazla ıztırap verilmemesi için de bıçakların son derece keskin olmasına dikkat edilmiştir.
- Pazarlardan canlı kuşları kafesleriyle satın alıp âzâd etmek, merhamet tezâhürü bir an’ane hâline gelmiştir.
- Büyük binâlar inşâ edilirken kuşlar için de tezyînatlı yuvalar yapılmıştır. Üsküdar’daki Yeni Câmi’nin duvarlarında bulunan zarif ve sanat hârikası kuş yuvaları, hayrat sahiplerinin bu husustaki hissiyat ve inceliğini pek bâriz bir şekilde aksettirir.
Bunlara ilâveten Osmanlılar’da avcılık, zarûret hâlinin dışında hiç kabul görmemiştir. Hatta “avcı” lâkabıyla meşhur olan 4. Mehmed ve oğlu 2. Mustafa’nın hal‘inde bu pâdişahların av merakından ötürü halkın kendilerinden nefret etmesinin başlıca âmil olduğu rivâyet edilir. Bu hususta Bursevî Hazretleri’nin 4. Mehmed’e olan îkazları da meşhurdur.
Türk düşmanlığıyla bilinen Avukat Guer şöyle der:
“…Müslüman Türk’ün şefkati hayvanlara bile şâmildir. Bu hususta vakıflar ve ücretli şahıslar vardır. Bu şahıslar, sokaklardaki köpek ve kedilere ciğer dağıtırlar. Verilenlere alışmış olan hayvanlar da, besicilerin şefkatli seslerini o kadar iyi tanırlar ki, işitir işitmez hemen yanına koşmakta hiçbir zaman kusur etmezler.
Kasapların da her gün muayyen miktar kedi ve köpek beslemeleri, îtiyad hâlindedir.
Ayrıca Şam’da, hastalanan kedi ve köpeklerin tedâvisine mahsus bir hastahâne vardır.”
Du Loir:
“Osmanlı’nın bâzı şehirlerinde kediler için yapılmış mekânları, gıdâları için tesis edilmiş vakıfları görünce hayret etmeyecek insan var mıdır?..
Yavruları olan köpeklerin barındırılması için sokaklarda kulübelerin yapılması ve gıdâlarının teminine bilhassa îtinâ edilmesi de, hayret vericidir.
Bunları yapanlar, kendilerine Cennet kapılarını açacak birçok sevap kazandıkları îtikādındadırlar.” der.
Corneille Le Bruyn:
“Etleri yenilen hayvanları da mümkün olduğu kadar sür’atle kesmek âdetleridir. Bunun sebebi, o hayvanlara ıztırap çektirmek istemeyişleridir.” der.
Comte de Bonneval’ın kitabında da şu ifâdeler vardır:
“Türkler, kedi, köpek vesâire gibi başıboş hayvanlar için de vakıflar tesis ederler. Kasaplar da, her gün bu gibi hayvanların bir miktarını beslemekle -vicdânen- mükelleftirler.”
(Osman Nûri TOPBAŞ, Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle OSMANLI, s. 505-508’den iktibas edilmiştir.)