Ebedî Fecre
Yıl: 2007 Ay: Ağustos Sayı: 30
“Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in sahâbeden başka hiçbir mûcizesi olmasaydı, onlar Allah Rasûlü’nün nübüvvetini ispata yeterdi.”(Karâfî)
İHTİŞAMLI VE MAHZUN DEVİRLERİN FARKI
On dört asırlık İslâm tarihinin ihtişamlı devirleri vardır. Bir Hulefâ-i Râşidîn devri, bir Ömer bin Abdülaziz devri, Endülüs’ün ilk 250 senesi, Osmanlı’nın ilk üç asrı böyle şanlı, haşmetli devirlerdir. Temelinde ise iki mühim husus vardır:
Yetişmiş ideal insanlar ve hizmet…
O devirlerde insan yetiştirme meselesi ve hizmet hiçbir zaman ihmal edilmemiştir. Birçok vakıflar kurulmuş, bu müesseseler; insanların maddî sıkıntılarına yardım mahiyetinde hizmet, onların âhiret ihtiyaçlarını telâfî mahiyetinde hizmet, hattâ Allâh’ın diğer mahlukâtına, hayvanâta dahî bir ibadet vecdiyle hizmet götürmüştür.
Diğer taraftan bir de tarihimizin mağmum ve mahzun devirleri vardır. Bunun temelinde de iki mühim husus var:
Yetişmiş ideal insan yokluğu ve hizmet müesseselerinin azalması…
Bunlar; mahzun devirlerde sayılmaya kalkılsa, bir elin parmakları kadar kalmıştır. Böyle zamanlarda bir taraftan ideal insan yetiştirecek hizmet zayıflarken, diğer taraftan hizmeti düşünecek ideal insan da zayıflamış ve toplum tükenişe doğru sürüklenmiştir.
Bu tarihî gerçekler dolayısıyla;
Mağmum ve mahzun zamanlarda ideal insan yetiştirmek ve hizmet meselesi, daha bir önem kazanmaktadır. Bunun içindir ki Allah Teâlâ, kendi rızâsı için yapılan hizmetlere ve hizmet müesseselerine gönül ve destek vermeye dair şu tavsifi yapmaktadır:
KARZ-I HASEN: ALLÂH’A GÜZEL BİR BORÇ
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Ne diye Allah yolunda harcamayasınız ki? Göklerin ve yerin mirası zaten Allâh’ındır (hepsi O’na aittir)…” (el-Hadîd, 10)
“Kim Allâh’a güzel bir borç takdiminde bulunursa, (bunun) karşılığını Allah kat kat verir ve ayrıca o kimseye cömertçe verilecek şerefli bir mükâfat ve ecir de vardır.” (el-Hadîd, 11)
Cenâb-ı Hakk’ın borç istemesi, Allah için yapılan ameli, yardımı, hizmeti ve buna bağlı güzel faaliyetleri, bir teşvik mahiyetindedir. Yoksa Allah Teâlâ, her şeyden ganî ve müstağnîdir. Âyette de buyurulduğu gibi zaten her şey O’nundur. O, çok merhamet sahibi olduğundan kendi mülkünü bize daha çok lütufta bulunmak için gönül rızâmızla ölmeden önce O’na vermemizi, O’nun yolunda harcamamızı istemektedir.
Yani Allâh’ın mecâzî olarak bizden borç istemesi, hakikatte bizim dünya ve âhiretteki saadetimizi temin içindir.
Yani yapılan hizmetler ve ideal insan yetiştirmek gayretleri ne dünyada ne âhirette zâyi olur. Çünkü Cenâb-ı Hak, bunları kendisine verilmiş bir borç olarak yazıyor. Karşılığını da kat kat, fazla fazla ve çok yüksek olarak lutfedeceğini bildiriyor.
Hele bu borç, Allâh’a ne kadar zor zamanlarda verilmişse, onun kıymet ve karşılığı da o kadar ulviyet kazanacaktır. Meselâ bugün, eski ihtişamlı günlerde değil, mağmum ve mahzun bir devirde yaşıyoruz. Buna göre şimdiki hizmetler, inşallah Allah indinde daha büyük bir ecre nâil olacak ve Allah ve Rasûlü’nü daha ziyade hoşnut edecektir.
Cenâb-ı Hak buyurur ki:
“Biz, sizleri ılımlı bir ümmet olarak (hayırhah bir ümmet olarak, istidâtlı bir ümmet olarak) yarattık. Siz, yeryüzünde Allâh’ın şahitlerisiniz. Peygamber de kıyâmet günü size şahit olsun.” (el-Bakara, 143)
Bu şahadetin mânâsı, insanlara Allâh’ın râzı olduğu kulun nasıl olduğunu sergilemek, bu yolda örnek olabilmek demektir. Kısacası ideal insan olabilmek… En belirgin özellikleri de ılımlılık, olgun gönüllülük, hayırseverlik, istidat ve Allâh’a yöneltecek ilâhî güzelliklere ayna olabilmek… Tıpkı muhacir ve ensar gibi.
MUHACİR VE ENSAR...
Muhacir, îmanından fire ve taviz vermeyen, evlerini-yurtlarını terk eden yiğit insanlar. Ensar ise malını-canını muhacirlerin yoluna bezleden, cömertçe harcayan fedakârlık âbideleri… Asr-ı saadet çağının bahtiyar insanları… Faziletler medeniyetinin mimarları…
Onlar;
Allâh’ı ve Allah Rasûlü’nü yakından tanıyan bir toplumdu. Allah Rasûlü’nün rûhânî dokusunu kendisine örnek alan ve böylece bir faziletler medeniyeti meydana getiren bir toplumdu. Onların yaşadığı devir, derin bir tefekkür devriydi.
Onlar;
Düşüncenin, idealin merkezine tevhidi yerleştirip, kalpten dünyevî menfaatleri, yani ilâhları atmaya muvaffak oldu. Mal ve can, vasıta hükmüne girdi. Îmanın lezzetine kavuşuldu. Merhamet enginleşti. Hizmet, hayat tarzı oldu.
Onlar;
Fedakârlık ve İslâm şahsiyeti sergiledi. Merhamet muktezâsı olan emr-i bi’l-mârûf hâlinde yaşadı. Bilgide fedakârlık ve şahsiyet sahibi oldu. Bir hadis almak için bir aylık yol gitti ve döndü. Atını kandıran râvînin hadîsini almadı.
Onlar;
Allah Rasûlü’nden;
a. İn’ikâs, kalbî tesir ve yoğun rûhâniyet,
b. Akrabiyyet, her nefeste ve her hâl içinde Allah rızâsını aramayı öğrendi.
Böylece onların gönüllerinde hayır ve hak, bütün güzelliği ile; şer ve batıl da bütün çirkinliği ile netleşti.
Onlar;
Allah, kâinat ve nefs üzerinde ilâhî ölçü ve anlayış ile yaşadı. Güneşi, küçük bir aynada yansıtırcasına her hâllerinde Allah Rasûlü’nün yüce hâlini yansıttı. Daima riyâzatı tercih etti. Aşırı tüketim, oburluk, lüks, gösteriş sahâbî çevresinin ve toplumunun tanımadığı bir hayat tarzıydı. Çünkü onlarda; “Yarın bu nefsin konağının mezar olacağı…” idraki vardı. Bu idrakle bin beş yüz kişi ile kurulan Medine site devleti, on sene sonra yüz elli bin kişiye ulaştı. Bir kilometrelik site devletinin sınırları Filistin ve Irak’a vardı.
Onlar;
Aklın, rûhun ve nefsin ulaşabileceği son noktaya ulaştı. Nefs-i emmâreden kurtulup nefs-i kâmileye nâil oldu. Nefislerini sorgulayan insanlar hâline geldi. Bir zamanların vahşî, bedevî insanları, melek misali lâtif bir hâle büründü. Meselâ İslâm’dan önceki katı yürekli Ömer, İslâm’dan sonra rakik kalpli Hazret-i Ömer oldu:
Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu
Gelir de adl-i ilâhî, sorar Ömer’den onu… (Mehmed Âkif)
diyen ulvî bir tefekkür hâli meydana geldi.
Onlar;
Dostluğun merkezine Allah ve Rasûlü’nü yerleştirdi. Okuma yazma bilmeyen bir toplumken, medeniyette zirveleşti.
Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-, sıradan bir deve çobanıydı. Hazret-i Peygamber’in rahle-i tedrîsinden geçtikten sonra Kûfe mektebini kurdu. Bu mektepte Ebû Hanîfe ve birçok müctehid yetişti. Öyle yetişti ki, dünyaca meşhur hukukçular olarak tanınan Solon ve Hammurabi, Ebû Hanîfe’ye ancak çırak olabilir.
Sahâbe-i kirâmın bu muvaffakıyetlerinin ve kıymetlerinin temelinde hiç şüphesiz ki; “Allah bizden ne ister, Rasûlullah bizi nasıl görmek ister?” düşüncesinin sağlamlığı ve heyecanı vardı.
Onların bu hâliyle;
İçinde yaşadıkları çağ ve zaman fazilet parıltılarıyla şekillendi. İnsanlığa bir asr-ı saadet ikram edildi.
Çünkü onlar;
Mü’mini kemâle erdiren akıl ve kalp fonksiyonlarını, âhenk içinde ve müştereken kullandı. Heyecan ve aşk unsurunu canlı tuttu.
Onlar;
Bu cihanın bir imtihan dershanesi olduğunun idraki içinde yaşadı. Kalpler, ilâhî azamet ve kudret akışlarına âşina oldu. Emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker için Çin’e, Semerkant’a ve arkadan gelenler de Endülüs’e kadar yolculuk etti. O cahiliyye toplumu «gerçek bilenler»den oldu. Geceler gündüze döndü. Kışlar bahar oldu. Tefekkür gelişti, insan vücudunun bir damla sudan, kuşun basit bir yumurtadan, ağacın ve meyvelerin yok kadar bir çekirdekten meydana gelişleri ve emsalleri üzerinde derin tefekkürler başladı… Hayat, Allah rızâsına endekslendi. Merhamet, şefkat, hakkı tevzîdeki derinlik, zirveleşti.
Sahâbîler için hayatın en zevkli ve mânâlı anları, insanoğluna tevhid mesajını iletmek oldu. İdam edilmek üzere iken kendisine üç dakika zaman tanıyan papaza sahâbî teşekkür etti ve şöyle dedi:
“−Demek ki tebliğ için üç dakikalık vaktim var.”
Velhâsıl onlar;
Kur’ân ile beraber ve Kur’ân için yaşadı ve hayatlarını Kur’ân’a adadı. Tarihte görülmemiş bir faaliyet sergiledi; işkenceye, baskıya ve zulme mâruz kaldı, lâkin inandıkları değerlerden asla taviz vermedi. Allâh’ın lutfettiği âyetleri yaşayabilmek için mallarını, mülklerini, yurtlarını bırakarak hicret etti. Bu uğurda her biri hayatlarını feda etmeyi göze aldı. En tehlikeli anlarda dahî Kur’ân’dan ayrılmadı. Dinin her rüknü onlar için doyulmaz bir lezzetti. Hayatlarının merkezinde daima Kur’ân vardı.
Ebû Talha -radıyallâhu anh-’ın tespiti şöyle:
“Bir gün Hazret-i Peygamber’in yanına gittim. Açlıktan iki büklüm olmuş, belini dik tutabilmek için karnına taş bağlamıştı. Bu hâlde Ashâb-ı Suffe’ye Kur’ân öğretiyordu. Sahâbe işte bu hâli örnek aldı ve Medine Kur’ân üstatlarıyla doldu.”
Onların Kur’ân’a karşı bağlılık, muhabbet, heyecan ve coşkuları o derecedeydi ki; nâzil olan bir âyet sanki gökten inen bir sofra gibiydi. Bütün gayretler, âyetleri telâkkî etmek, yaşamak ve tebliğ etmek içindi. Gece namaz kılmayı, seherlerde Kur’ân okumayı, yataklarına tercih ediyorlardı. Hattâ gece karanlığında evlerinin yakınlarından geçenler, arı uğultusu gibi zikir ve Kur’ân nağmeleri işitiyorlardı. (İbn-i Sa’d ve İbn-i Esîr)
Velhâsıl onların fazilet ve kıymetlerinin özü, ancak şu tespitle ifade edilebilir;
HAZRET-İ PEYGAMBER’İN
EĞİTİM MÛCİZESİ…
İslâm hukuku metodolojisinin en önemli simâlarından Karâfî der ki:
“Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in sahâbeden başka hiçbir mûcizesi olmasaydı, onlar Allah Rasûlü’nün nübüvvetini ispata yeterdi.”
İşte böyle bir mûcizevî mahiyet içinde onlar;
Hizmeti en güzel şekilde telâkkî ettiler ve bütün güçlerini Allâh’ın dinine hizmet için en güzel şekilde kullandılar. Mallarını ve canlarını Allah yolunda infak etmek, onlar için bir lezzet hâline geldi.
Nitekim Cenâb-ı Hak, bize tavsiye olarak; «ve onlara ihsan ile tâbî olanlar» (et-Tevbe, 100) buyuruyor. Yani muhacir ve ensarı örnek ve ideal edinerek takip edenleri, en güzel şekilde onların izinden gidenleri de, Cenâb-ı Hak, ihsan sahipleri olarak sahâbe-i kirâm ile birlikte zikredip, taltif ve takdir ediyor.
Bu taltife mazhar olabilmek için Peygamber Efendimiz’e, muhacire, ensara lâyık bir hayat yaşayabilmek gerek. Allah bize ne sermaye verdi? Akıl, zekâ, maddî, mânevî güç… Bunları Allah yolunda hizmet için kullanabilmek gerek. Bunun ölçüsü hakkında Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Sevdiklerinizden vermedikçe infak ve faziletin kemâline erişemezsiniz.” (Âl-i İmran, 92)
İnsan, sevdiğine sevdiği kadar verir, ona varını-yoğunu sevgisi ölçüsünde sarf eder. O hâlde sormalıyız:
Rabbimiz’i ne kadar seviyoruz?
Cevabımız, şu sual içinde olmalı:
CENÂB-I HAKK’A NE KADAR VEREBİLİYORUZ?
Ya da ne kadar vereceğiz?
Elbette ki tâkatimiz kadar.
Yüce Kitabımızda; «Ya Rab! Tâkat getiremeyeceğimiz şeylerle bizi yükümlü tutma!» (Bakara, 286) diye dua etmemiz işaret buyuruluyor. Rabbimiz aynı âyet-i kerîmenin başlangıcında; «Allah hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde mükellef tutmaz.» buyuruyor.
Demek ki Cenâb-ı Hak, tâkatin üstünü emretmiyor, fakat tâkatimiz kadarını da istiyor. Gücümüzün yettiği kadarını emrediyor.
Öyleyse Cenâb-ı Hak, bize ne istidat, ne imkân vermişse o ölçüler içerisinde infakta bulunmamız zarurî… Bedenî gayret, malî gayret, zihnî gayret, ne imkânımız varsa, ondan vereceğiz. Sadece belirli şeyler değil, elimizdeki bütün imkânlardan, bütün nimetlerden… Nitekim âyet-i kerîmede:
“O gün elbette bütün nimetlerden mutlak sûrette sorulacaksınız, (sorguya çekileceksiniz.)” (Tekâsür, 8) buyuruluyor.
O sorgu-sualden yüz akıyla çıkmak için bugün Cenâb-ı Hakk’ın bize verdiği her imkânla, O’nun davetine, hizmete koşmak zarurîdir. Hizmete koşmak hususunda mü’min hiçbir mazeret aramamalı, aksine hizmet fırsatı kollamalıdır. Yani her hâlükârda; «Allah bana hangi imkânları verdi ve ben bu imkânlarla Allah yolunda nasıl hizmet edebilirim?» arayışı içerisinde olmak lâzım.
Günümüzde hizmete, hizmet müesseselerine çok ihtiyaç var. Bir taraftan garibe, yoksula, mahruma, kimsesizlere şefkat kanatlarımızı germek, diğer taraftan insanlığın en büyük ihtiyacı olan yetişmiş ideal şahsiyetler yetiştirmek, zamanımızın en mühim hizmeti. Çünkü bugün insanlık, ahlâk ve insanî özellikler itibarıyla can çekişiyor. Çünkü bütün güzellikler, faziletler, ilâhî duygular, şu veya bu şekilde nefsin ve şeytanın tasallutu altında. Yani:
ŞEYTAN ÇOK ŞEYE ORTAK…
Kur’ân-ı Kerim’de, şeytanın insanoğluna musallat olması anlatılırken, onun, gaflet içindeki insanların mallarına ve evlâtlarına ortak olacağı ifade ediliyor. (Bkz. İsrâ, 64)
Şöyle bir bakalım;
İblis mallara ortak mı, değil mi? Nasıl bir ticaret hayatı var? Cemiyet, nasıl bir kapitalizmin pençesi içinde? Devâsâ servetler nasıl meydana geliyor? Harcananlar, ezilenler, zayıflar. Kapitalizm acımasız bir çark. Meşrû ve gayr-i meşrû bütün vasıtalar o çark için feda ediliyor.
Halk arasında bir zulmü ve haksızlığı anlatmak hususunda; «Altta kalanın canı çıksın!» diye bir ifade vardır. Bugün aşağı-yukarı bütün iktisadî piyasaya bu anlayış hâkim. Yani acımasız bir kapitalizm. İblisin ortak olduğu bir ticaret anlayışı.
Âyette malın/ticaretin yanında iblisin evlâtlara da ortak olacağına dikkat çekiliyor. Çocuklara yönelik bin bir zamane tuzakları, tehlikeleri hep iblisin onlara ortaklığı değil mi?
Bugün çocuklarımıza ortak olan o kadar çok şey var ki… En başta televizyonun menfî programları ortak oluyor. Çocukları televizyon yetiştiriyor, televizyon emziriyor, internet cafeler emziriyor. Hattâ herkesin cebine giren ve bazen bir akrebe dönen cep telefonları çocuklarımıza ortak olmuş durumda. Böyle devam ettikçe iblisin ortak olduğu evlâtlar çoğalıyor…
Sokakların insafı ne kadar? Sokaklar ne kadar pozitif enerji, ne kadar negatif enerji veriyor? Cevap malûm. Eğitim sistemi ne kadar terbiye ediyor veya zaafa uğratıyor? Bunun cevabı da malûm.
Dolayısıyla bugün yetişmiş ideal insan eğitiminin ve hizmetin ehemmiyeti çok mühim. Yani asıl hizmet, ruhlara ve gönüllere sağlık aşısı yapmak, mânen boğulmak üzere olanlara cankurtaran simidi uzatmak…
Resmî müesseselerde kırmızı sandıklar, dolaplar vardır. Üzerlerine; «Yangında ilk kurtarılacak eşya» diye yazılır. Bugün cemiyet yangınlarından ilk kurtarılacak kıymetlerimiz/değerlerimiz nedir? İlk önce evlâtlarımızdır. Çünkü din, vatan, ezan, bayrak ve namus onlarla devam edecek, istikbâl onlarla gelecektir. Eğer nesil bozuk yetiştirilirse din de gider, vatan da gider, bayrak da gider, ezan da gider, namus da gider. Hepsi birbirine bağlı. Dünyayı seyredin; nice ibret tabloları gözler önünde…
Nesli kurtarmak ve onu ideal seviyede eğitmek, bugün bir farz-ı ayn durumuna gelmiştir. Îmanlı, vatanperver, Allah’tan korkan, vatanını, milletini seven bir nesil yetiştirebilmek, gelecek açısından son derecede elzemdir. Dolayısıyla evlâtlarımızı, şu veya bu moda fikirlerle, boş akım ve çalkantılarla, televole kültürü yaklaşımlarıyla, seviyesiz ve basit ölçülerle değil, en ideal seviyeler ve ölçüler ile yetiştirmek mecburiyetindeyiz. Yoksa batı nasıl gençliğini kaybettiyse biz de aynı şekilde fuhşun, satanizmin, narkotiğin ve daha ismi meçhul nice kötülüklerin pençesinde gençliğimizi ziyan ederiz. Unutmamalı ki;
TOPLUMLARI YAŞATANLAR, İDEAL İNSANLARDIR…
Bütün insanlar; karakter ve şahsiyete hayrandır. Karakter ve şahsiyetin peşinde giderler. Onu taklit ederler. Çünkü örneksiz kavramak mümkün değildir. Örnek ile hayır da şer de netleşir. Bu itibarla bir topluma bir peygamber geldiğinde herkes o peygamberin hâline, ahvâline, karakterine, şahsiyetine hayran kalırdı. Herkes; «Bu insan, en doğru insandır» derdi; «Bu insan, yalan söylemez.» derdi. Nihayet bütün toplum, o insanı ideal alır ve peşinden gitmeye başlardı. Neticede toplum, çukurdan zirveye yükselirdi. Ölümden hayata dönerdi. Kupkuru bir çölden yemyeşil bir gülistan doğardı.
Bunun için;
Bilhassa cahiliye devirlerinde Cenâb-ı Hak, insanlığa peygamberler göndermiştir. O zirve, ideal insanlarla toplumları selâmete çıkarmıştır. Âdeta Hint Okyanusu’nun dibinden almış, Everest Tepesi’nden daha yücelere yükseltmiştir.
Bu sebeple dünya; ibret, hikmet ve bilgi tecellîleri içinde olmasına rağmen kalplerin âmâlığı yüzünden ne zaman cahiliye çukuruna yuvarlansa, o vakit kendisini kurtaracak ilâhî nefese daha çok muhtaç demektir.
Dün o ilâhî nefes, yani Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, nasıl azgın bir cahiliye devrine derman oldu ve onu asr-ı saadete dönüştürdü ise bugün de insanlığı huzura erdirecek, kurtaracak olan O’nun rahmet nefesidir.
Bugün de dünya bir cehalet içinde. Bütün beşeriyet «Rahmete’n-li’l-Âlemîn» Efendimiz’e aynı şekilde muhtaç. La Fayette, Fransız İhtilâli’nde Peygamber Efendimiz’e şöyle sesleniyordu:
“Ey büyük insan! Senin tevzî ettiğin adaleti, dünyada şimdiye kadar hiç kimse gerçekleştiremedi.”
Aslında bu feryat, ideal insan arayışıydı. Eğer La Fayette, O’nu biraz daha yakından tanıyabilseydi, hidayet eşiğine can atardı. Kendisi de ideal bir insan olurdu. Çünkü Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e muhabbetle bağlanan, O’nun hidayet, ahlâk, ibadet ve hayat kevserinden yudumlayan herkes müstesna birer şahsiyet, ideal insan oldular. Daima da ideal insan yetiştirme gayreti içinde yaşadılar, yaşattılar. Bunun içindir ki onlar, bu fânî dünyaya veda etseler bile ölmediler. İşte Hazret-i Mevlânâ…
2007 yılı, Mevlânâ Yılı ilân edildi. UNESCO’nun teklifiyle 2007 yılı Hazret-i Mevlânâ senesi oldu. Niçin? Çünkü şimdiki cahiliye devrinde bunalan ve boğulan ruhlar, kendilerine çıkış yolu olacak bir ideal insan arayışı içinde çırpınmaktadır. Mevlânâ da bunun için en doğru isimdir. İfade etmeli ki İslâmiyet, yeryüzünün en ideal insanlarını yetiştirmiştir. İdeal insan arayanlar onları bulabildiği ölçüde insanlık haysiyetlerini muhafaza ederler. Eğer o ideal insanlar bulunmaz ve yenileri yetişmezse, toplumlar varlıklarını güzel bir kimlik içinde sürdüremezler. Bunun için;
MEVLÂNÂ DAİMA İDEAL İNSANI ARADI
Hazret-i Mevlânâ anlatır:
“Bir gece vaktiydi. Evimden dışarı çıktım. Kırlarda geziyordum. Bir adamcağızın elinde fenerle dolaştığını gördüm:
«–Bu gece karanlığında ne arıyorsun?» diye sordum.
Adam:
«–İnsan arıyorum.» diye cevap verdi.
Ona dedim ki:
«–Yazık! Boşuna yoruluyorsun… Ben yurdumu terk ettim de yine onu bulamadım. Git evine… Yat, rahatına bak. Nafile arıyorsun, onu hiçbir yerde bulamayacaksın!»
Adamcağız acı acı baktı:
«–Bulamayacağımı ben de biliyorum. Ama, hasretle aramak bile bana lezzet veriyor! Aradığımın o olması içimi ferahlatıyor…»”
Bu hâdiseyi Hazret-i Mevlânâ, aranan ideal insanın özelliklerine de değinerek bir de şöyle anlatır:
“Vaktiyle birisi vardı; gönlü aşkla, yanışla dolu idi. Gündüzleri eline bir fener alır, çarşıda pazarda gezer dolaşırdı. Biri ona dedi ki:
«–Böyle güpegündüz elinde bir fenerle her dükkânda ne arıyorsun? Mumla, fenerle gün ışığında ne arıyorsun? İnsanlarla alay mı ediyorsun? Bu ne acayip hâl!»
O da:
«–Her tarafta ilâhî nefesle diri olan gerçek adamı, daha doğrusu gönlü ilâhî mârifetle dolu bir insan arıyorum!» diye cevap verdi.
Beriki sordu:
«–Böyle bir adam var mı?»
Bu sözü duyan birisi dedi ki:
«–Ey hür bilgin! Görmüyor musun; bu çarşı, bu pazar adamlarla dolu?»
Elinde fener olan adam;
«–Ben, dedi; iki yol ağzı caddede, hiddetlendiği, öfkelendiği zaman köpürmeyen; hırsa, şehvete kapıldığı vakit kendine hâkim olan ve her türlü nefsanî isteklerini yenen kişiyi arıyorum!
Öfkelendiği zaman, şehvete kapıldığı vakit kendisini tutan, sabreden adam nerede? İşte ben; sokak sokak, mahalle mahalle böyle bir insan arıyorum! Dünyada bu iki hâle (hiddete ve şehvete) karşı koyan, dayanan, sabreden adamı bana gösteriniz; bugün ben, ona canımı feda ederim!»”
Bu ideal insan arayışı var oldukça onlar bulunmuş, yenileri yetişmiş ve böylece toplumlar var olmuştur. Dolayısıyla toplumlar ideal insana daima muhtaçtır. Bugün de en mühim dâvâ, ideal insan yetiştirebilmektir. Hakk’a kul olan, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkata bakış tarzı kazanan bir insan yetiştirebilmek. Merhamet ve şefkat tevzî eden bir insan yetiştirebilmek. Sefaletleri, saadete çevirecek, muzdariplerin ıstırabına merhem olacak ve ağlayan gözlere, yorgun gönüllere şifa bahşedecek bir insan yetiştirebilmek… İşte;
HAZRET-İ ÖMER’İN TEMENNÎSİ
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir gün dostlarıyla birlikte oturuyordu. Onlara (Allah’tan) bazı talep ve temennîlerde bulunmalarını söyledi. Oradakilerden bir kısmı:
“–İçinde bulunduğumuz şu hane dolusunca paralarım olsun da Allah yolunda infak edeyim!..” şeklinde niyet izhar etti.
Bir kısmı:
“–Şu hane dolusunca altınlarım olsun da Allah için harcayayım!..” tarzında talep belirtti.
Bazıları da:
“–Şu hane dolusunca mücevherlere sahip olayım da onları Allah yolunda sarfedeyim!..” diye temennî etti.
Ancak Hazret-i Ömer:
“–Daha, daha fazlasını isteyin!” deyince onlar:
“–Allah Teâlâ’dan daha başka ne isteyebiliriz ki?!” dediler.
Bunun üzerine Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Ben ise, içinde bulunduğumuz şu hanenin Ebû Ubeyde bin Cerrah, Muaz bin Cebel ve Huzeyfe bin Yeman gibi (müstesna ve seçkin, her yönden kâmil) kimseler ile dolu olmasını ve bunları Allâh’a itaat yolunda, yani tebliğ ve ıslah hizmetlerinde istihdam etmeyi temennî ederim…” dedi. (Buhârî, Târîhu’s-Sağîr, I, 54)
Bir mütefekkir diyor ki:
“Hâkim milletlerle mahkûm milletler arasında bir gram farkı vardır. O da yetişmiş bir avuç insandır.”
İnsanlar, darda kaldığı, zorlandığı ve içinden çıkamadığı her işte bir kurtarıcı bekliyor. Ömer bin Abdülazizler daima aranıyor, Fatihler daima aranıyor, Çanakkale’nin, İstiklâl Harbi’nin o yiğit, îmanlı erleri ve îmanlı kumandanları daima aranıyor. Bu güzel bir arayış. Ancak bütün bu arayışlar, yetiştirme şeklinde tecellî ederse meyvesini verir. Bu da mânevî, dinî ve millî duyguları yaşatmakla mümkündür. Fakat şimdilerde maalesef;
DEĞERLERDE ZAYIFLAMA VAR
Hayatın med-cezirleri içinde ideal insan için elzem olan pek çok değer zayıfladı, nice ağır meseleler hafifledi.
Her şeyden önce din kardeşliği zayıfladı. Hâlbuki bu bir emr-i ilâhî. Yani «Ben din kardeşime ne şekilde hizmet edeceğim, ona karşı benim mes’ûliyetim nedir? Ben bu farzı nasıl îfâ edeceğim?» diye sormamız, dinî ve vicdanî bir vecibe.
Ama insanlar, sadece güzel anların ve rahat zamanların kardeşliğini yaşıyor. Zor zamanlardaki kardeşlik unutuldu. Asıl zor zamanlarda kardeşinin derdine derman olmak gerekirken, böyle zamanlarda kardeşlik zayıfladı. Çünkü o bağın teminatı olan ideal insan zayıfladı.
Diğer taraftan, güzel muameleler zayıfladı. Hâlbuki din muameledir. Kur’ân ve sünnet modelinin, hayatımızın her ânına, her safhasına aksetmesi lâzım. Her gün ömür takvimimizden bir yaprak koparken şunu muhasebe etmeliyiz: “Bugün kendimize ne kadar, kendimizin dışındakilere ne kadar?” Çünkü maalesef bugün aile hayatı, ticarî hayat, iktisadî hayat, sosyal hayat vesaire, bütün bunlar da zayıfladı.
Neticede mes’ûliyet almak, kardeşinin yükünü paylaşmak zayıfladı. Fedakârlık azaldı. Çünkü ideal insan anlayışı ve yapısı zayıfladı. Yaşayan gerçek ideal insanlar azaldı. Gayretler, idealler ve faziletler, rahat ve konfora gömüldü. İkbal bunun için diyor ki:
KENDİNİ BİLEYİ TAŞINA VUR!
Pakistan’ın fikrî kurucusu Muhammed İkbal, ideal insanın dertler ve ıstıraplar içinde pişeceğine, zorluklar ve tehlikeler içinde yetişeceğine dikkat çekmek üzere şöyle bir hikâye anlatır:
“Bir ceylan, diğer bir ceylana dert yanıyordu:
«–Artık ben bu avcıların şerrinden bıktım. Zira ovalarda avcılar pusu kurmuşlar, gece gündüz biz ahuların izinde dolaşıyorlar. Bundan sonra Kâbe’de, Harem’de yaşayacağım. Mekke’de avcıların avlanması yasaktır. Orada yatar-kalkar, orada otlarım. Artık avcı derdinden eman bulmak istiyorum. Gönlüm biraz da huzura kavuşsun!..»
Bunları dinleyen tecrübeli ve güngörmüş diğer ceylan ise dedi ki:
«–Ey akıllı dostum! Yaşamak istiyorsan tehlike içinde yaşa! Kendini daima bileyi taşına vur; cevheri temiz olan kılıçtan daha keskin yaşa! Tehlike, kudreti imtihan eder. (Tehlikeler, çileler ve ibtilâlar; senin şahsiyetini, karakterini ve îmanını imtihan eder.) Cisim ve cânın nelere kādir olduğunu sana o çileler bildirir.»”
Bu gerçeği Süfyân-ı Sevrî -kuddise sirruh- da şöyle dile getirir:
“Horasan’a gidip tebliğde bulunmak; Mekke’de mücâvir olmaktan (orada ikâmet etmekten) senin için daha kazançlıdır.”
Çünkü başkalarının dertleriyle dertlenerek yaşamak, ıstırap ve sıkıntılar çekmek, dünya huzuru için tehlike gibi görünse de âhiret huzuru için birer nimet gibidir. Diğer taraftan da ıstırap ve dertlere boş verip rahat ve konfora boğularak yaşamak, aslında rahatlık değil, ebedî nasîbimizi yok eden bir tehlikedir. Nitekim Allah Teâlâ bu tehlikeye işaret ederek ikaz eder:
“Allah yolunda sarf edin de kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın!” (el-Bakara 195)
İşte ideal insan ölçüsü!
İşte;
Böyle bir ölçü ışığında yetişmiş ideal insanın olduğu yerde âfetler rahmete döner. Kuraklıklar, bereketle yer değişir. Huzursuzluklar huzura teslim olur. Kötülükler iyiliğin karşısında boyun büker. Şeytan ve nefs, âcizlik dehlizine hapsedilir. Cehennem yolları bağlanır, cennete giden yollar ardına kadar açılır. Hâsılı;
İDEAL İNSANLAR, İDEAL YARINLAR DOĞURUR!
Eğer yetişen bir nesil ideal insan ölçüleri içinde yetişiyorsa, gücünü kaba kuvvete ve nefsanî arzulara sarf etmiyorsa, yönünü Hakk’a dönmüşse, en güzel istikbâl onun içindir. O neslin toplumu, parlak bir geleceğe sahip demektir. Fakat gençlik, gücünü kaba kuvvete, nefsanî arzulara râm etmişse, o zaman gelecek karanlık demektir.
Buna göre;
Şayet dinimizi seviyorsak, îmanımızı korumak istiyorsak, bize emanet edilen bu vatanı elde tutmak istiyorsak, bu milletin haysiyeti, şerefi ve izzeti olan bayrağın dalgalanmasını arzu ediyorsak, güzel bir nesil yetiştirmek mecburiyetindeyiz. İdeal insanı inşa etmek zaruretindeyiz.
Bu nesil, gözümüzün nûru bir nesil olmalı. Ardımıza baktığımız zaman yüreğimizi ferahlatan, göğsümüzü kabartan bir nesil olmalı. Tâ ki;
YÜZÜMÜZDE GÜZEL BİR TEBESSÜM OLSUN!..
Allah Rasûlü’nün vefatına yakın günlerdi. Ezan okundu, Efendimiz’in mescide gidecek gücü-kuvveti yoktu. Çok bitkin bir hâldeydi. Fakat mescidden haber geldi. Ashâb-ı kiram: «Allah Rasûlü gelmeden namaza durmak istemiyoruz.» diyorlardı. «Çok özledik, mümkünse aramızda Allah Rasûlü de olsun.» diyorlardı.
Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de ashâbındaki bu muhabbet ve iştiyak üzerine: «Bir kova su getirin.» dedi. Onu üzerine dökünüp gusletti. Sonra ayağa kalkmak istedi. Kudret ve tâkati yoktu. Kalkamadı ve bayıldı. Kendine geldiğinde yine bir kova su istedi. Gusletti. Fakat yine bayıldı. Bu hâl üç kere tekrar etti. Fakat O, sahâbenin yanına çıkmaktan vazgeçmedi. Koluna girdiler, mescide kadar götürdüler.
Varlık Nûru Efendimiz, Hazret-i Ebûbekir Efendimiz’e işaret ettiler. O da emre riayet ederek mihraba geçti. Bu şekilde Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, cemaatle olan son namazını kılmış oldu.
Bundan sonrasını Âişe validemiz şöyle anlatıyor:
“Ben, Allah Rasûlü’nü, bu kadar ıstırap içinde iken, omuzlanarak götürülüp getirildiği hâlde hiç bu kadar sevinçli görmemiştim. Namazdan sonra arkasına döndü; mübarek terbiyelerinde yetişen o güzel ve güzide cemaate memnun bir nazarla baktı, baktı. Ardınca bıraktığı ve her biri yıldızlar misali olan o ideal ve âbide topluluğa Allah Rasûlü öyle bir sevindi, o bitkin hâliyle öyle güzel bir tebessüm etti ki, belki o benim Allah Rasûlü’nden gördüğüm en güzel tebessümdü…”
Şüphesiz o güzel insanlar da aynı şekilde kendi arkalarında güzel insanlar yetiştirerek bu dünyaya veda ettiler.
Şimdi sıra bizde…
Vazifelerimiz çok. Mes’ûliyet-
lerimiz çok. Hem çok, hem de büyük… En küçük hizmetler bile ehemmiyet itibarıyla büyük…
Üzerimize düşenleri, bilhassa içinde bulunduğumuz üç ayların rûhuna uygun bir gayret, bereket ve güzellik içinde yerine getirebilirsek;
NE MUTLU!..
Ne mutlu üç ayları ve içinde barındırdığı mübarek gün ve geceleri, nebevî bir güzellikle yaşayabilenlere!
Ne mutlu her gecesini kadir gibi değerlendirebilenlere!
Ne mutlu her gördüğünü Hızır bilebilenlere, Hızır gibi yetişen ideal insanlar yetiştirebilenlere!
Ne mutlu her nefesi, bir ömre bedel hizmetler içinde Hakk’a râm edebilenlere!
Ne mutlu yüz akıyla âhirete göçebilenlere!..
Cenâb-ı Hak, gönlümüzün ve gözümüzün nûru, yüzümüzün akı ve tebessümü olacak; dinine, vatanına ve bayrağına sahip çıkacak bir nesil yetiştirmeyi nasip eylesin. Bu istikamette feyizli, bereketli ve rızâ-yı ilâhîye muvâfık bir hizmet ömrü içinde yaşamaya muvaffak kılsın.
Âmîn!..