1996 – Ekim, Sayı: 128, Sayfa: 034
II. Bayezîd, Osmanlı sultanlarının en büyüklerinden biri olduğu halde, değeri layıkı ile takdîr edilememiş bir şahsiyettir!.
Bunun sebebi, biraz aşağıda îzah edileceği üzere kardeşi “Cem Sultan”a karşı, O’nun hazîn akıbeti dolayısıyla duyulan umumî bir acıma hissidir! Bir diğer sebep de, babası Fatih Sultan Mehmed Han gibi uzun asırlar boyunca nadiren zuhur eden devasa bir şahsiyyetten sonra hükümdar olmasıdır… O’ndan, babasının açtığı fütuhat yolunda yürüyerek “Batı Roma“nın başlamış olan fethini ikmal etmesi bekleniyordu. Halbuki, başta “Sultan Cem” vak’ası olmak üzere, alevî menşeli “şahkulu” isyanı gibi vak’alar, bu umumî arzuyu gerçekleştirmesine imkan bırakmamıştır. Böyle olmasaydı, O’nun da babası Fatih Sultan Mehmed Han ve oğlu Yavuz Sultan Selîm Han gibi fütuhatçı olacağı muhakkaktı. Nitekim bütün bu gayr-i müsait şartlara rağmen, O’nun zamanında “Abdina” zaferi gibi parlak bir muzafferiyyet kazanılmış, Endülüs Müslümanlarına elden gelen yardımın yapılmasından geri kalınmamıştır. O tarihte, henüz bütün Avrupa donanmalarıyla baş edebilecek dirayette bir donanmamız olmadığı halde, yüz binlerce Müslüman, Hıristiyanların fecî katliamlarından kurtarılarak, Afrika’ya taşınmış, İspanya sahilleri şiddetli bombardımanla devamlı taciz edilerek, Endülüs’ün kaybı felaketine karşı misilleme yapılmıştır.
Çok daha önceden birbirleriyle nefsanî sebepler yüzünden boğuşarak beylikler haline gelmiş ve aralarındaki kardeş kavgasında defaatle maalesef Hıristiyanları yardıma çağırmış olan Endülüs Müslümanlarına, yapılabilecek başka bir yardım düşünülemezdi. Çünkü onlar, Kur’an ruhuna zıt olarak Hıristiyanları dost edinmenin hazin bir neticesine duçar olmuşlardı. Karadan Almanya ve Fransa’yı aşarak İspanya’ya ulaşılamayacağı gibi, denizden de koca İspanya kıtasına karşı, ancak böyle düşmanı taciz hareketleri yapılabilirdi. Bugüne kadar Osmanlı’yı, Endülüs Müslümanlarının felaketine karşı seyirci kalmakla itham edenler, ya bu tarihî gerçekleri layıkıyla takdir edemeyenler, ya da kasıtlı olan kimselerdir.
Cem vak’ası dolayısıyla Hıristiyanlık alemini tahrîk etmemeye azamî bir surette dikkat göstermeye mecbur kalan Sultan II. Bayezîd Han‘ın 31 yıllık devresinde; Şahkulu isyanının bastırılması, büyük deniz savaşlarından “Sapienza” zaferi, İnebahtı’nın fethi, Koron, Modan ve Navarin kalelerinin alınması gibi zaferlerin de kazanıldığı dikkate alınırsa, O’nun devrinin sanıldığı gibi askerî bakımdan da pek sönük geçmemiş olduğu anlaşılır.
II. Bayezîd Han, üstün bir devlet adamı olduğu gibi, aynı zamanda san’atkar bir mizaç ve şahsiyyete de sahipti. Bestekar, şair ve hattat olarak da temayüz etmiştir. Zîra şehzadeliğinde, sadece fennî ilimleri tahsîl etmekle iktifa etmemiş, manen de büyük zatların üstün terbiyeleriyle yetişip olgunlaşmıştır. Ebu’s-Suûd Efendi’nin babası Muhyiddîn-i İskilibî gibi devrin birçok evliyasının teveccühlerini kazanmış, onların tasarruf, himmet ve dualarını almıştı. Birçok hayır müessesesi kurarak, asıl tahtını, ahlak, fazilet ve adalet dolu idaresiyle halkının gönlüne kurmuştu. Bu yüzden kendisine “velî” sıfatı verilerek “Bayezîd-i Velî” diye anılagelmiştir.
Şiirlerini, “Adlî” mahlası ile yazardı. O’nun gönül derinliğini ve marifetullaha olan iştiyakını ifade eden şiirlerinden iki beyti şu şekildedir:
“Hüdaya hüdalık sana yaraşır, Nitekim gedalık bana yaraşır..
Çü sensin penahı, cihan halkının, Kamudan sana iltica yaraşır…”
(Ey Allah’ım, sana ilahlık layık olduğu gibi, bana da (senin yolunda ve huzurunda) kölelik layıktır.
Zîra bütün cihan halkının sığınağı olan (Mevla) sensin.. (Bu sebepte) bütün yaratılmışlara, ancak sana sığınmak yaraşır.)
Bayezîd-i Velî, 1481 yılında padişah olduktan sonra, saltanatının ilk 14 yılını kardeşi Cem Sultan ile uğraşmakla geçirdi. Bu durum da, Hıristiyanlık Alemi’ne karşı belli ölçüde atıl davranmasını îcab ettirdi. Cem Sultan, Bayezîd Han’a: “Ülkemizi ikiye bölelim, yarısında sen hükümdar ol, yarısında ben olayım “diye teklif etti.
Bayezîd-i Velî ise: “Kardeşim, vatan ümmetin malıdır. Devlet gücünü kaybeder. Netice aşîretlere döneriz. Bu büyük bir vebal olur. Gövdem ikiye bölünür, ümmet toprağı bölünmez!.” diyerek bu teklifi reddetti
Sırf bu tavır bile, Bayezîd-i Velî’nın dirayeti, ilen görüşlülüğü kadar, İslam davasının istikbali endîşeleriyle dolu idealist bir şahsiyyet olduğunu göstermektedir.
Cem Sultan’, -birçok büyük meziyetlerine rağmen idarî mes’elelerdeki dirayetsizliği sebebiyle ağabeyi II. Bayezîd Han île neticesiz kalan uzun mücadelesinden sonra şövalyelerin üstad-ı azami Pierre d’Aubusson’un nazik bir dille davetine aldanarak Rodos’a gitmiştir. Karşılıklı imzalanan anlaşmaya göre Cem, istediği zaman adadan ayrılabilecekti. Lakin, Rodos şövalyeleri sözlerinde durmadılar ve O’na bir nevî esir muamelesi yaptılar.
Cem Sultan’ın bu sûretle Rodos şövalyelerine sığınması, kendisinin ve ümmetin bağrına saplanan bir hançer gibi büyük bir hata ve talihsizlik oldu. Batı fütûhatına engel teşkil etti Hatta, Roma’nın fethine zemin hazırlayacak olan Otranto Kalesi elden çıktı.
Nitekim az sonra şövalyeler, Cem Sultan’ı, bir köle satar gibi belli bir meblağ karşılığında Papalığa devrettiler Papalık da, Cem’i haçlı seferlerinde kullanmak hevesine kapıldı Bayezîd Han ise, bu takdirde Hıristiyanlarla mücadeleye girişeceği tehdidi ile tehlikeyi güç bela atlatabildi. Bu uğurda, Papalığa devlet hazînesinden yüklü paralar ödemek mecburiyetinde kaldı.
Bu durumda, Cem’i kullanmak sureti île Osmanlılara karşı bir haçlı seferi açamayacağını anlayan Papa Innocent-VIII, O’na Hıristiyanlık teklifinde bulundu.
Bu teklif, Cem Sultan’a çok ağır geldi. Mahzun oldu. Papaya
“Değil Osmanlı saltanatını, bütün Dünya’yı verseniz dînimi değiştirmem!..” dedi
Cem Sultan, 1495’te Napoli’de vefat etti. Vefat ederken yanındakilere şu vasiyeti yaptı
“Benim vefat haberimi kardeşim Sultan Bayezîd’e haber verin. Ne kadar zor olursa olsun, benim cesedimi vatana aldırsın. Kafir bir memlekette gömülmemi istemiyorum. Şimdiye kadar ne oldu ise oldu. Sakın bu ricamı reddetmesin!… Bütün borçlarımı ödesin. Borçlu olarak huzur-u ilahî’ye gitmek istemiyorum. Ailemi, çocuklarımı ve bana hizmet edenleri affetsin. Hallerine göre memnun etsin “
Ağabeyi Bayezîd Han da bu vasiyeti yerine getirdi
Cem’in vefatından sonra Sultan Bayezîd Han, haricî siyasetini daha hür bir zemîne oturtmak imkanına kavuştu. Ayrıca, ülke içerisinde de büyük bir îmar hamlesine girişti. İstanbul’un yedi tepesinden biri üzerine oturtulan o muhteşem Bayezîd Camii’nı, mîmar Kemaleddîn’e inşa ettirdi. Bu camiin temeli, 1501 senesinde atılmış, külliyesi ile beraber beş senede tamamlanmıştır.
Evliya Çelebi, Seyahat-name’sinde Bayezîd Camîi hakkında pek çok malumat kaydeder. Şöyle ki:”Mimarbaşı, kıble hususunda tereddüd edince, Sultan Bayezîd Han
“Şu anda ayağıma bas'” der
Mimarbaşı, ayağını basınca, Kabe-i Muazzama’yı karşısında görür. Sultan Bayezîd-i Velî’nın ayaklarına kapanır. Böylece kıblenin istikametini belirlemiş olur.”
İbadete bir cum’a günü açılan camîde, ilk namazı II. Bayezîd Han kıldırmıştır. Bu hadiseyi de Evliya Çelebi şöyle anlatır:
“Camîin yapısı tamam oldukta, bir cum’a günü büyük bir merasimle camî ibadete açıldı. Bayezîd-i Velî buyurdular ki:
“Her kim, ömründe ikindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetini hiç terketmemiş ise, şu mübarek vakitte o imam olsun .”
Derya misali cemaat içinden bir kişi çıkmayınca, Bayezîd Han:
“Elhamdülillah! Savaşta ve barışta biz bu sünnetleri terketmedik!..” diyerek kendisi imam olup namazı kıldırdı. Böylece II. Bayezîd Han, bu tarihî zühd ve takva sahnesini mecbüren sergilemiş oldu.
Sultan Bayezîd, kendi adıyla anılan bu meşhur camı-i şerîfin inşaatında, sık sık gelip bedenen de çalışırdı. Bu çalışmaları sırasında bir gün, ustalardan birinin duvarı gayet süratle örüp yükseltmesi dikkatini çekti. Alakayla bakınca, şairin:
“Ehl-i dil birbirini bilmemek insaf değil” ifadesi veçhile, O’nun Hızır (a s ) olduğunu kavradı. Hemen yanına varıp. O’nu yakaladı ve elini sıkı sıkıya tuttuktan sonra:
“- Her namaz vaktinde bu camiye uğrayacağına söz vermezsen, şimdi bağırır ve Hızır’ı yakaladığımı cümle aleme i’lan ederim!.. “dedi
Hızır (a s), îtizar etti, işlerinin çokluğunu ileri sürerek, böyle bir külfetten afv edilmesini diledi. Fakat Velî Bayezîd, her namaz vaktinde uğramak iddiasını, günde bir defa uğramak şeklinde tahfîf etti ise de, Hızır (a s) buna da razı olmadı. Nihayet, haftada bir kere uğramak şeklindeki talebi, kabul etmesi üzerine Bayezîd-i Velî, Hızır -aleyhisselâm-‘ı serbest bıraktı.
İş bu menkibe dolayısıyladir ki, asırlardan beri Bayezîd Cami-i Şerîfi’ne Hızır (a s )’ın haftada bir defa uğradığına inanılır. Hatta bu husustaki tevatüre göre de, Hızır (a s ), her uğrayışında namazını kırmızı kuşaklı minarenin civarında kılarmış.
Bayezîd-i Velî’ni”n böyle halk arasında yaygın menkıbeleri çoktur. Onlardan birini daha arz edelim.
Bayezîd-i Velî‘nın genç kerîmelerinden biri, Şeyh Ebu’1-Vefa Hazretleri’ne mensubdu. Sık sık O’nun ziyaretine giderdi. Bu keyfiyet, dedikoduyu mûcib olmuş bulunmalıdır ki, Bayezîd-i Velî, kızını îkaz ile şeyhini ziyarete gitmekten menetti. Sultan Efendi (Babadan hanedana mensup hanımlar, bu suretle anılırlar), babasından son bir ziyaret için müsaade kopardı. Duruma hal lisanı île vakıf olan Şeyh Ebul-Vefa Hazretleri, kendisine, babasına verilmek üzere bir hediye takdîm etti. Bu bir enfiye kutusuydu. Velî Bayezîd, enfiye tiryakisi olduğundan Şeyh Ebu’1-Vefa Hazretleri, kerîmesi île Velî Bayezîd’e tercîhen bu hediyeyi göndermişti.
Bayezîd-i Velî, şeyhin selam ve dualarıyla takdîm edilen bu kutuyu açtığında hayrette kaldı!. Zîra, bu kutuda enfiye yoktu. Bir tutam pamuk üzerine konulmuş kor halinde bir ateş parçası vardı. Şeyh Ebu’1-Vefa Hazretleri Sultan Bayezîd’ın ciddiye aldığı dedikodulara bu suretle cevap vermiş oluyordu. Ve bunun, dünyevî muhabbetten değil, ilahî muhabbetten bir pırıltı olduğunu göstermek istiyordu.
Şu hadise sebebiyledir ki, Bayezîd-i Velî, Şeyh Ebu’1-Vefa Hazretleri’nı ziyaret arzusuna kapıldı. Muteaddid talebi kabul görmeyince, sultanlık damarı kabarmış olmalı ki, bir gün aniden, sessiz ve sedasız bir şekilde erkanı île tekkenin yolunu tuttu. Kalabalık saray arabalarıyla tekkeye yaklaştıkları sırada, dervişler, koşuşarak bu ziyaretten Şeyh Ebu’1-Vefa Hazretleri’ni haberdar ettiler. O:
“Olamaz’ Böyle bir şey mümkün değildir.” dediği halde dervişler “İşte geldi! Geliyor! “ diye yaklaşan padişahtan ısrarla haber verince, Şeyh Ebu’1-Vefa Hazretleri, sedirde kıbleye müteveccihen uzandı ve kelime-i şahadet getirdi Sultan, Şeyh Ebu’1-Vefa Hazretleri’nin bulunduğu mekana girdiğinde, O, ruhunu çoktan teslîm etmiş bulunuyordu. Çünkü daha önce de,
“Bu dünyada görüşmemiz mukadder değildir!” diyerek, vakî olan Sultan’ın görüşme taleblerini geri çevirmiş bulunuyordu.
II. Bayezîd’ın Edebali’si olan kıymetli devlet adamlarından Hacı Mesih Paşa, zaman zaman Hünkara karşı sert ikazlarda bulunurdu. Vezirlerin yaptığı gayr-ı İslamî halleri padişaha anlatır, bu gibi hataların ıslahının bir mecburiyet olduğunu, aksi halde ferdî takvasının, kendisini cehennem azabından kurtarmaya kafî gelmeyeceğini öğütlerdi.
II. Bayezîd-ı Velî’nin, vakfıyye, külliye, şifahane ve hayrat hizmetlerinin yanında İslamî ilimler ve kültüre verdiği ehemmiyet de çok büyüktü’nr. Onun devri, Osmanlı kültür ve medeniyetinin temellerinin atıldığı bir zamandır. Meşhur İtalyan mîmar ve ressam Leonardo de Vinci, II. Bayezîd’e mektup yazıp İstanbul daki camî ve diğer eserlerin plan ve projelerini bizzat yapmayı teklif edince, bu mektup Kubbealtı Vezirleri arasında sevinç uyandırmıştı. Derin ve ince bir tasavvufî anlayışa sahip olan II. Bayezîd Han ise, bu teklifi reddederek şöyle dedi.
“Şayet bunu kabul edersek, ülkemizde üslub ve ruh itibariyle mukallid bir kilise mîmarîsi hakim olur, kendi İslamî mîmarîmiz inkişaf edemez ve şahsiyyet kazanamaz!.”
İşte bu görüş, akıllı, firasetli ve gönül ehli bir müslümanın ufkunu ifade eder. Zîra, II. Bayezîd’ın ardından İslam toprakları nasıl yirmi dört milyon kilometre kareye ulaştıysa, aynı şekilde İslam san’atı da zirveye tırmanmıştır. Bu anlayış sayesinde İslam’ın ruhu, hendeseye nakşedilmiş, değerini kıyamete kadar koruyabilecek Süleymaniye ve benzerî abideler silsilesi vucüd bulmuştur
Tarihte, ilmi, takvası, merhameti, vakarı ve hilmi île meşhur olan Bayezîd-i Velî, ulema ve evliyaya çok hürmet gösterirdi.
Sultan Fatih devrinde başlamış olan ilmî çalışmalar, Bayezîd-i Velî’nin ince anlayış ve zekası île inkişaf etmiş, diğer İslam memleketlerindeki alim ve ariflerle de alakadar olunmuştu
Herat’ta bulunan Molla Camî Hazretleri île Buhara‘daki Nakşibendî dergahının şeyhi ve müritlerine şahsî mülkünden maaş bağlamıştır.
Hace Ubeydullah Ahrar Hazretleri’nin oğlu Hace Abdulhadî‘yi İstanbul’a davet etmiş ve çok ikramda bulunmuştu.
Şeyhülislam Kemal Paşazade, Sultan Bayezîd Han’ın zahirî ve batınî büyüklüğünü ifade ederken: “Adalet ve insafın koruyucusu idi. Dahiyane siyaseti neticesinde memleket mamur bir hale gelmişti. Aşikar kerametleri zuhur etmişti. Vakarlı hal ve davranışları île düşmanları hor ve hakir olmuştu. “der
Sultan II. Bayezîd Han’ın 30 seneden fazla süren saltanatı boyunca, takip ettiği siyaset, oğlu Yavuz Selîm Han ve torunu Kanunî Sultan Süleyman’ın fasılasız cihadla meşgul olmalarına zemin hazırlamıştır. Bu bakımdan O, cihan çapında bir deha olan babası Fatih île, büyüklükte O‘ndan geri kalmayan oğlu Yavuz Sultan Selîm arasında bulunduğundan, azameti layıkıyla anlaşılamamış bir büyük padişahtır. Yoksa bu iki büyük şahsiyetin arasında ve hatta gölgesinde mutalea edilmezse, O da, millî tarihimizin dev şahsiyetlerinden biri olarak görülür.
Rahmetullahi Aleyh!.