Yüzakı Mecmûası’nın 17’nci Yıl Abone Kampanyası ve Nesil Yetiştirme Mes’ûliyetimiz Hakkında Mülâkat
Yüzakı Dergisi, Yıl: 2021 Ay: Mart, Sayı: 193
YÜZAKI:
–Muhterem Efendim,
Bu sene kampanya eserimizi temsilcilerimize takdim etme programımızı, salgın tedbirleri sebebiyle internet üzerinden gerçekleştirebileceğiz.
Mecmûamızda da sizinle bir mülâkat gerçekleştirmeyi arzu ettik. Kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.
Efendim, bir yılın ardından; korona hâdisesinin mânevî bakımdan değerlendirilmesi hakkında neler söylemek istersiniz?
Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:
‒Bu cihan, kevnî âyetlerle dolu ilâhî bir lâboratuvar. Kâinat kitabının sayfalarını çevirdikçe; Cenâb-ı Hak, bizlere nice ibretler ve hikmetler temâşâ ettiriyor.
Cenâb-ı Hakk’ın emri dışında bir yaprak bile kıpırdamaz. Meselâ kibirli Ebrehe ordusuna yok kadar sıkletteki kuşların gönderilmesi ve Mekke girişinin bir fil mezarlığına döndürülmesi, Allah’ın hükmüdür.
Bu virüs de öyledir. Dikkat edelim:
–Bu virüs en çok nereleri tahrip etti?
–Küresel güçlerin ülkelerini, batı memleketlerini, Çin ve benzeri merhameti unutmuş ve mazlumların âhını almış coğrafyaları…
–En az nereleri tahrip ediyor?
–Afrika, Suriye gibi mazlum beldelerde neredeyse görülmüyor.
Bu hâdisede ilâhî adâletin yansımalarını herkes gördü. Mazlumlara ve mültecîlere dönüp bakmayan, Akdeniz’i mazlumlara kabristan eden, onların ızdırâbını hissetmeyen niceleri; kendi ülkelerinde servet içinde ölüme terk edildiler. Hastalık, onlara kahr-ı ilâhî oldu.
Elbette birçok mü’min kardeşimiz de bu hastalıktan vefat etti yahut ağır sıkıntılar çekti. Onlar için de inşâallah, keffâret oldu, terfî-i derecât oldu ve şehidlik makamına erdiler.
Bir başka ibret:
O övünülen teknoloji, yapay zekâ vs. bir yıldır zerre kadar bir virüs karşısında eli kolu bağlı kaldı.
İnsanlık bir süredir, teknolojinin şımarıklığı içerisindeydi. Mars’a gidecek, fezâya hükmedecek hâle geldiğini düşünerek, acziyetini unutmuştu. Fakat kendi yaşadığı dünyada, zerre kadar bir virüsle baş edemediğini bizzat gördü. Aczini idrâk etti.
Görüyoruz ki;
Virüs gelmemesi için insanlık bugün sıkıntısına rağmen maske takıyor. Âdetâ peçeye râzı oluyor.
- İnsanlar kalabalıktan kaçıyor. Salgından önce dolu olan eğlence mekânları kapalı.
- Temizliğe riâyet ediyor. Abdest alır gibi sık sık elini yüzünü yıkıyor.
Niçin?
Çünkü can çok tatlı, hayat çok kıymetli.
Ama eğer tefekkür etse, burada muhafaza etmeye çalıştığı can, dünya hayatındaki canından ibaret.
Ya âhiret hayatı?..
Âhirette Allâh’ın huzûruna nasıl çıkacağını bilmiyor. Bunun için de alınacak tedbirler var mı diye düşünmüyor.
Rabbimiz idrâk edebilenlerden eylesin.
YÜZAKI:
–Efendim, birçok mefhumumuzun içi boşaltılmakta ve yerine başka, yabancı şeyler doldurulmakta. İslâm’ın; okumak, öğrenmek ve ilim tahsili husûsundaki teşvikleri gafiller tarafından yanlış değerlendirilebiliyor.
Bu hususta bizleri iki cihan saâdetine kavuşturacak tahsili tarif eder misiniz?
Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:
‒Âyet-i kerîmede;
“…Size ancak az bir ilim verdik.” (el-İsrâ, 85) buyuruluyor.
Bu az ilmin verilişinden gaye, Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâhiyyesini öğrenmemizdir.
Zihni arşiv gibi kullanmanın tek başına bir değeri yoktur. İlmi, kalben hazmederek hayata yansıtmak mühimdir. Bu da takvâ iledir.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ
“…Siz Allâh’a karşı takvâ sahibi olun; Allah, size öğretir…” (el-Bakara, 282)
Mevlânâ Hazretleri de Selçuklu Medresesi’nin en büyük hocası iken, zâhirî ilmin zirvesindeydi. Fakat bu hâlini; «Hamdım!» diye tarif ediyor. Zâhirî ilim yetmedi. O boşluğu Şems-i Tebrizî Hazretleri doldurdu. Onun gönlüne muhabbet ve kalbî derinlik kazandırdı. Mevlânâ Hazretleri, mânen tekâmül edip takvâ ile yoğrularak muhabbet ateşinde kıvâma gelmesini; «Piştim!» ifadesiyle anlatır. İlâhî azamet ve hikmet manzaralarını seyre başlar. Hiçliğini daha yüksek bir idrâk ile anlar. İlâhî aşk ile kavrulma safhasını da; «Yandım!» diye hulâsa eder.
Bu yanışla koca bir mesnevî meydana gelir. Mesnevî’sinde;
Kur’ân-ı Kerîm’in; «اِقْرَأْ / Oku!» diye başlamasına binâen Hazret-i Mevlânâ da kitabına; «بِشْنَوْ / Dinle!» diye başlamakla;
«Kur’ân’ı dinle!» demiş olmaktadır.
Nitekim yazdığı şu mısralar da, onun bu aşk, vecd ve istiğrâkının bir nişânesidir:
مَنْ بَنْدَهِٔ قُرْآنَمْ اَگَرْ جَانْ دَارَمْ
مَنْ خَاكِ رَهِ مُحَمَّدْ مُخْتَارَمْ
“Yaşadığım müddetçe ben Kur’ân’ın kölesiyim! Ben Muhammed Muhtâr -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunun toprağıyım, tozuyum…”
Bütün mesele bu.
Onun için gerçek tahsil;
Bir mü’min için «mârifetullâh»a basamak olacak. Uhrevî tahsil, dünyevî tahsili de içine alacak. Bu gerçekleştirilmez ise, yani uhrevî, dînî ve mânevî muhtevâdan uzak bir tahsil, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tabiriyle «faydasız ilim»dir. Ondan Allâh’a sığınılmıştır. Zira böyle bir ilim; enâniyet verebilir, kendini beğenmişliğe götürür. Hiçliğini unutturur.
Bugün anne-babalar evlâtlarına çok îtinâ gösteriyor. Fakat üzülerek görüyoruz ki sadece dünyasına îtinâ gösteriyorlar.
Büyük bir gaflet manzarası:
Üniversite veya lise imtihanlarında, anne-babalar artık mektep kapılarında bekliyorlar. Evlâdı kadar onlar da heyecanlanıyorlar. Lâkin, evlâdının dünyasına gösterdikleri bu îtinâ ve ihtimâmı, âhiretine gösteriyorlar mı?
Maalesef o tarafı düşünen çok az. Gaflet her tarafı kapladı. Ebedî istikbâli, fânî hayat ile değiştiriyorlar.
Hâlbuki;
Bir kişi; evlâdının uhrevî istikbâlini düşünmezse, bugün çok sevdiği ve üzerine titrediği ciğerpâresiyle kıyâmette karşı karşıya gelecek. Evlâdı, anne-babasının yakasına yapışacak;
“–Bana niye dînî bir eğitim vermedin?” diyecek.
İnsanlar bu cihanda evlâtlarından geçici bir zaman ayrı düşseler üzülüyorlar. Arayıp sormak, sesini duymak istiyorlar. Fakat âhirette Yâsîn-i şerifte bildirildiği üzere;
“–Ayrılın ey mücrimler!” denilecek. Bu fecî ayrılık, ebedî hüsran olacak.
Bu sebeple; gerçek tahsilin, mârifetullah tahsili olduğunu unutmamamız îcâb eder.
Şu hâtıra çok mânidardır:
Bir gün ziyaretine gelenlerden biri, hem Sâmi Efendi Hazretleri’nin duâsını almak hem de yeğenlerini tanıştırmak istemişti. Huzûruna girip el öperken;
“–Efendim! Bu delikanlılar Amerika’da okuyup mühendis oldular. Duâlarınızı istirhâm ederiz!” diye takdim etti.
Sâmi Efendi Hazretleri ise mânidar bir tebessümle onlara;
“–Fakir de Dâru’l-Fünûn mezunuyum. Fakat asıl tahsil, «mârifetullâh»ın tahsilidir! (Yani bu mânevî tahsil olmadan diğer tahsillerin pek kıymeti yoktur.)” buyurdu.
Evlâdımızı mutlaka Kur’ânî bir tahsilden geçirmemiz, imam hatip ve Kur’ân kurslarında okutmaya gayret etmemiz gerekiyor. Anne-babalar;
“–Evlâdım hangi mektepte takvâsını ve istikametini koruyabilir?” diye ölçmeliler, araştırmalılar.
Sosyetik kesimler, çocuklarının okuyacağı kolejleri ve öğretmenleri ince eleyip sık dokurlar. Bizler de evlâtlarımız için sâlih hocalar ve sâlih arkadaşlar bulunan mektepleri ve Kur’ân kurslarını arayıp bulmalıyız.
Mâlûm;
Kur’ân-ı Kerîm’i hakkıyla okuyabilmek ve öğrenebilmek için ciddî eğitim veren Kur’ân kurslarında okumak zarûrîdir.
YÜZAKI:
–Efendim, bu îkazlarınızın ışığında, faydalı ilmi biraz tarif eder misiniz?
Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:
‒Okuduğu tahsil, mü’mini tefekküre ve rûhî bir derinliğe götürecek, onun kulluğuna yardımcı olacak. Onun kalbini âhiret tahsiline hazırlıklı hâle getirecek.
Fizik, kimya, biyoloji gibi ilimlerde ilâhî sanatı temâşâ edecek. Çünkü bu ilimleri yaratan ve kaidelerini koyan Allah’tır. Bu ilimler insanın tefekkürünü ve şükrünü artıracak.
Mü’min; dînî ilimleri de takvâ ile tahsil edecek.
Maalesef bugün İslâm’ı öğretecek bazı müesseselerde de, dînî tahrip eden şu üç fitneye tesadüf ediliyor:
- Mezhepleri red fitnesi
- Sünneti inkâr fitnesi
- Tarihselcilik fitnesi
Bu fitneler içinde yapılan tahsil; takvâdan uzak, dalâlete yani sapkın fikirlere düşmüş faydasız hattâ zararlı bir tahsil olur.
Hazret-i Peygamber’in şu tâlimâtına dikkat etmeliyiz:
“–Ey İbn-i Ömer!
Dînine iyi sarıl, dînine iyi sarıl!
Zira o senin hem etin hem kanındır.
Dînini kimden öğrendiğine iyi dikkat et! Dînî ilimleri ve hükümleri, istikamet ehli âlimlerden al, sağa-sola meyledenlerden (dünya menfaatlerine meyleden gafillerden) alma!” (Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, s. 121)
Hâsılı;
Tahsil, gönül ikliminde yaşanmalı.
Meselâ;
Evlâdımız; Siyer-i Nebî’yi bir kronoloji olarak değil yaşayarak öğrenecek. Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatını bir insan, ancak yaşadığı zaman anlar ve yaşadığı nisbette Allah Rasûlü’ne yaklaşır. Böylece kalbinde Rasûlullah muhabbetini taşır.
Ashâb-ı kiram, Çin’e, Afrika’ya, dünyanın dört bir yanına hidâyet götürürken onların kalplerinde dâimâ Rasûlullah Efendimiz vardı. Bu aşk sayesinde; üşenmediler, yorulmadılar. Bu beraberliğin hazzı ve feyzi onlara bitmez bir enerji veriyordu.
Dînî ilim, en büyük kültürdür. Bu tahsil;
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ى خَلَقَ
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” )el-Alak, 1) âyetiyle başladı. 23 senelik tatbikattan sonra;
اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ د۪ينَكُمْ
“…Bugün size dîninizi tamamladım…” )el-Mâide, 3( âyetiyle tamamlandı.
Her inen âyeti Rasûlullah Efendimiz tatbik ediyor ve ashâbına tatbik ettiriyordu.
Meselâ;
Darlıkta da genişlikte de infâk edenleri metheden âyetler nâzil olduğunda, sahâbe-i kiram derhâl tatbikata girişti.
İmkânı geniş olan ashâb-ı kiram, en sevdikleri hurma bahçelerini infâk ettiler.
Darlıkta olanlar ise dağa çıktılar, odun kesip sattılar, hamallık yaptılar, kazandıklarını infâk ettiler.
Sahâbe zamanında muazzam fetihler gerçekleştirildi, böylece onlar büyük zenginliklere kavuştular.
Fakat müslümanların hayat tarzı değişmedi. Oburluk, pintilik ve israf, onların asla tanımadıkları bir hayat tarzıydı. Çünkü onlarda; «Yarın bu nefsin konağının mezar olacağı…» idrâki vardı.
Onlar, hem yaşadıkları zamanı hem de kendilerinden sonraki çağları şekillendirdiler. Onlarla; geceler gündüze döndü, kışlar bahar oldu. Onlar, beşeriyete derin bir tefekkür ve tahassüs dünyası kazandırdılar.
Onları hangi mektep yetiştirdi? Hangi programda bu kıvâmı kazandılar?
Tek bir tahsildir bu:
Rasûlullah Efendimiz’in rahle-i tedrîsinde, Kur’ân ve Sünnet’in tatbik edilerek, hayata geçirilerek öğretildiği mârifetullah tahsili. Kalemle kâğıtla değil, gönülle gerçekleştirilen bir tahsil.
İşte bugün de tek çare bu tahsil. Aynısını gerçekleştirebilmek ne mümkün! Bu tahsilin eşiğine varmaya çalışmak, ondan hisse almaya çalışmak ise hepimizin vazifesi.
Bu gayeyle yola çıkmış ve fedâkârâne gayret eden müesseselere, Kur’ân mekteplerine, imam hatip okullarına destek olmak, omuz vermek, gönül vermek, revaç vermek, bu hepimizin mes’ûliyeti ve vazifesi.
Bilhassa;
O müesseseleri devam ettirecek; fedâkâr, hizmet ehli, takvâ sahibi muallimler yetiştirmek, çok elzem bir vazife.
Unutmayalım ki;
Efendimiz’in en çok alâkadar olduğu ashâb-ı suffe idi. Çünkü onları İslâm’ı tebliğe gönderiyordu.
Peygamberimiz Mekke’de, «Dâru’l-Erkam»ı kurdu.
Medîne-i Münevvere’de Mescid-i Nebevî’nin yanında «Suffe»yi tesis etti.
Cenâb-ı Hak; infak husûsunda, ashâb-ı suffenin tercih edilmesini, onlara öncelik verilmesini şu âyet-i kerîmeyle emretti:
“Sadakalarınızı kendisini Allâh’a adayanlara verin. Onlar yeryüzünde maîşet için dolaşma imkânı bulamazlar. İffet ve hayâları sebebiyle halktan bir talepte bulunmadıklarından, hâllerini bilmeyenler onları zengin zanneder.
Sen ise onları sîmâlarından tanırsın. (Kalbî hassâsiyet kesbederek, onları tanımalısın.)…” (el-Bakara, 273)
Bugün Kur’ân mektepleri, İslâmî eğitim veren mektep ve yurtlar ashâb-ı suffenin bugünkü devamıdır.
Bu sebeple bugün de en büyük hizmet, İslâmî tahsile revaç vermektir. En mühim vazifemiz budur.
YÜZAKI:
–Efendim, bu desteğin ecri de zorluğu nisbetinde yüksek olacaktır, değil mi?
Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:
‒Bir yardımın, bir ikrâmın kıymeti, o ikrâmın yapıldığı şarta göre değişir.
Meselâ su ikrâm etmek her zaman güzeldir. Fakat çölün ortasında kalmış, susuzluktan ölmek üzere olan bir insana o bir bardak suyu vermek nasıl bir ikramdır?
Bu iki ikrâmı mukayese edebilir miyiz?
Biri sadece bir ikram, diğeri hayat kurtarıyor.
İşte dîne zor zamanlarında hizmetler de böyle kıymetlidir. Yangından insan kurtarmaktır.
Rabbimiz, zor zamanlardaki gayretlerin ecrini ifade için şöyle buyurur:
“İçinizden, fetihten önce infâk eden ve savaşanlar (diğerleriyle) bir olmaz.” (el-Hadîd, 10)
Yani aralarında kat kat fark bulunur.
Bu farkı ifade için bir teşbih de şudur:
Yokuş yukarı omuz verilmesi, itilmesi gereken bir vasıta olur. Onu itmek zordur, meşakkatlidir. Fakat eğer yardım ederseniz, vasıtanın sahibi size çok minnettar olur.
Bir de düz bir yerdeki bir vasıtayı itmek vardır. O kolay ve basittir. Teşekkürü de ona göre olur.
Rasûlullah Efendimiz buyuruyor:
“Benim ümmetimin misâli, yağmurun misâli gibidir.
Evveli mi daha hayırlıdır, sonu mu daha hayırlıdır bilinmez! (Evveli de hayırlıdır, sonu da hayırlıdır.)” (Tirmizî, Edeb, 81/2869; Ahmed, III, 130)
Ümmetin evveli, o zorlu yokuşta, Allâh’ın dînine yardım eden ashâb-ı kiramdır. Câhiliyyenin bertaraf edilmesi için o büyük fedâkârlıkları gösterenlerdir. İrşâd için dünyanın dört bir tarafına gidip tebliğ için gayret gösterenlerdir. Memleketlerini, eşlerini-dostlarını, rahat hurma bahçelerini arkalarında bırakıp cihâda, hizmete ve irşâda koşanlardır.
Maalesef, günümüzde câhiliyye tekrar güçlendi. İslâm bugün yine zorlu yokuşta. Yine mü’minlerin fedâkârâne hizmetlerine ihtiyaç var.
Ümmetin âhiri, işte bu hizmetleri gerçekleştirecek bahtiyarlar olacaktır. Onlar hayırlı bir ümmet olmakta ve nâil olacakları ecirde, sahâbe ile yarışanlardır.
Cenâb-ı Hakk’ın tâlimâtı açıktır:
«‒Hayırda yarışın!» (Bkz. el-Bakara, 148; el-Mâide, 48)
Peygamberimiz’in müjdelediği o rahmetten bir yağmur damlası alabilene ne mutlu!
YÜZAKI:
–Efendim; burada rahmet demişken, bu sene bütün abonelerimize hediye edeceğimiz, kıymetli eserinize sözü getirmek istiyoruz.
Kur’ân ve Sünnet
İKİ CİHANDA RAHMET
Bahsettiğiniz gayeye ulaşmakta, neşriyâtın, bu ve emsâli eserlerin ve mecmûaların ehemmiyeti bakımından neler söylemek istersiniz?
Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:
‒Kur’ân ve Sünnet, Peygamber Efendimiz’in bize iki emâneti. Onlara sahip çıktıkça ve onlara sarıldıkça istikametten ayrılmayacağımız müjdelenmiş.
Kur’ân ve Sünnet, bize emânet edilmiş. Yani onları korumak bizim omuzlarımızda. Bizim mes’ûliyetimiz.
Bu iki emânete, Kur’ân ve Sünnet’e sahip çıkmak, kıyâmet mes’ûliyetimizdir.
Onlara nasıl sahip çıkarız?
- Onları okuyup okutarak,
- Muhtevâsını yaşayarak, yaşatarak,
- Onlara yöneltilen hücumlara karşı, onları müdafaa ederek.
İşte bunlar için İslâmî neşriyat çok mühim.
Bizim talebelik yıllarımızda, İslâmî neşriyat hemen hemen yok gibiydi. Necip Fazıl’ın iktisâdî bakımdan sık sık kapalı kalan Büyük Doğu mecmûası vardı. Cuma günü çıkan o mecmûayı almak için Perşembe akşamından bayiye giderdim.
Rahmetli babam Musa Efendi de, Büyük Doğu mecmûasından bolca alırdı. Yolculukta geçtiği yerlerde dağıtırdı.
Ticaretle meşgul iken de görürdük: Ermeni tüccarlar, kendi câmiaları tarafından çıkarılan gazeteyi, okumasalar dahî devamlı alıp desteklerlerdi.
Bugün İslâmî neşriyat elhamdülillâh çoğaldı, kolaylaştı, imkânlara kavuştu.
Fakat orada da yine fikrî ve dînî istikamet ehemmiyet arz ediyor. Ehl-i sünnet ve’l-cemaat bir istikamet üzere olması îcâb ediyor.
Kelimelerin seçimi bile mühim bir husus. Zira, İslâm kültürüyle zengin lisânımızın bu asâletini bozabilmek gayesiyle nesebi gayr-i sahih kelimeler uyduruldu. Bilmeyen kimseler bu kelimelere revaç verdi.
Yüzakı Mecmûamız, elhamdülillâh, kuruluşundan beri Kur’ân ve Sünnet emânetine sahip çıkıyor. İki kanatta da mektep oldu:
- Neşriyat,
- İslâmî bir eğitim ve irşad…
Her iki faaliyet de «iki cihanda rahmet» vesilesi.
Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker vazifemiz, Kur’ân’da 11 yerde geçmektedir. Bu emri yerine getirme vasıtalarından biri de dergilerdir, kitaplardır.
Neşriyat kolektif bir hizmet ve gayrettir. Herkes o hizmetin bir kısmında gayret eder. Muharrirler yazılar hazırlıyor. Dergidekiler resimlendiriyor, tashih ediyor, paketliyor, taşıyor, ulaştırıyor.
Abone sorumlusu ve temsilci kardeşlerimiz, aboneler buluyor, onlarla alâkadar oluyor ve devam etmesini sağlıyorlar.
Hâsıl olan emr-i bi’l-mâruf sevâbından inşâallah bu hizmet kervanındaki her fert istifâde edecektir.
Çünkü Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyuruyor:
اَلدَّالُّ عَلَى الْخَيْرِ كَفَاعِلِه۪
“Hayra vesile olan, hayrı yapan gibidir.” (Tirmizî, İlim, 14)
Bir kişi Yüzakı Mecmûamız’dan bir cümle okusa, zincirleme olarak herkes için bu bir sadaka olur.
Bugün bilhassa televizyon, internet ve cep telefonu… Bunlar eskisiyle mukayese edilmeyecek derecede gönülleri işgal ediyor.
Bu şerli tezgâhların mukabili olarak hayırlı neşriyat vasıtalarımızın desteklenmesi zarûrî.
İslâmî hizmetlere revaç vermek bugün bir farz-ı ayn hâline gelmiştir.
Şöyle ki;
Bir annenin en büyük vasfı, yavrusuna süt vermektir. Ancak bir yangın karşısında, onu söndürmeyi ihmal edip de evlâdına süt vermeye devam etse, kendisi de yanar, evlâdı da yanar. Kalkar ve o yangını söndürürse, evlâdı da kurtulur, kendisi de kurtulur.
Bugün inkâr ve isyan yangınları, evlâtları da anne-babalarını da tehdit ediyor.
Emr-i bi’l-mâruf vazifelerimiz ise, o yangınları söndürmektir. En azından kendimizi o ateşten uzak tutmaktır.
Geçmişte Keldânîler, Âd, Semûd, Firavun, Lût kavmini yerle bir eden eşcinsellik sapkınlığına batmış Sodom Gomore ve benzeri azgınlaşan ve bunun neticesinde ilâhî azap kamçısıyla helâk olan kavimlerin bütün günah ve isyanları, bugün yeniden daha şiddetli bir şekilde zuhûr etti.
Öyleyse kendimizi ve evlâtlarımızı bu günahların celbedeceği kahr-ı ilâhîden muhafaza etmemiz elzemdir. Bu yangın karşısında, kayıtsız kalamayız. Ateşi seyrederek hiçbir şey yapmadan oturmak, ne büyük bir gaflettir!..
İşte bu yangınları söndürmeye çalışanlara, hiç olmazsa bir kova su atanlara ne mutlu!
Bu hizmetleri fedâkârca gerçekleştiren kardeşlerimize ne mutlu!..
YÜZAKI:
–Efendim, bahsettiğiniz mecmûa ve kitapları insanımıza ulaştırma vazifesinde, karşılaşılan bir mazeret var:
«–Okumak artık azaldı!..
–Alsam da okuyamıyorum ki!..» ve benzeri…
Bu hususta, umumî bir şikâyet var. Hangi tavsiyelerde bulunursunuz?
Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:
‒Cep telefonları, televizyonlar, bilgisayarlar, internet vesâire…
Bunlar, dikkat etmeyen insanların zamanını bir girdap gibi yutuyor.
Demeliyiz ki:
Kardeşim; bu ömür, bir sermâyedir.
Her fecir, önümüze beyaz bir sayfa açılıyor. Akşam nasıl kapattığımızın hesabı bize âhirette sorulacak. En büyük israf zaman israfıdır.
İnsanoğlu, nefsânî oyuncaklara müptelâ oluyor. Yapması gereken vazifeleri ise; «Yarın yaparım!» diyerek erteliyor.
Hâlbuki;
“«Yarın yaparım!» diyenler helâk oldu.” denilmiştir. Yarını olmayan bir günün her an gelebileceğini, hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım…
Kendimize sormalıyız:
- Kendimizin yarını için ne yapıyoruz?
- Evlâdımızın yarını için ne yapıyoruz?
Bugüne kadar;
- Kaç yarınlar geçtiğini düşünebiliyor muyuz?
- Kaç yarınımız kaldı, bunun farkında mıyız?
Hak dostları hep îkaz hâlinde:
Ubeydullah Ahrâr g şöyle buyurmuştur:
“Bir aziz zât, dünyadan ayrıldıktan sonra Nakşibend Hazretleri’ni rüyasında görmüş ve ona;
«–Ebedî kurtuluşumuz için ne yapalım?» diye sormuş; Hâce Hazretleri de şu cevabı vermiştir:
«–Son nefeste neyle meşgul olmak gerekiyorsa onunla meşgul olun!»”
Nitekim buyurulmuştur:
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, öyle haşrolunursunuz.” (Bkz. Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663, Müslim, Cennet, 83)
Bir mü’min murâkabe edecek:
- Bugün şu kadar vakit telefon ekranına baktım, buna mukabil, kaç sahife Kur’ân-ı Kerim okudum?
- İslâmî kültürümü artırmak için kaç sahife okudum?
Bu murâkabelerle ve irade göstererek inşâallah kardeşlerimiz, bu ekranlara müptelâlıktan muhafaza olurlar.
Faydalı eserleri okumak için ailecek güzel programlar yapılmalıdır.
Bu tedbirlere riâyet edildiği zaman görülecektir ki, okumak için aslında ne kadar çok vakit varmış!
YÜZAKI:
–Efendim,
“Evlâdımızın yarını için ne yapıyoruz?” şeklinde suâliniz gerçekten mânidar. Bugün anne-babalar, âdetâ evlâtlarına daha fazla mîras bırakmak için gayret ediyorlar.
Evlâtlarımıza bırakabileceğimiz gerçek mîras nedir?
Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:
‒Bu hususta en güzel cevabı Ömer bin Abdülaziz g vermiş.
Mâlûm kendisi halîfe olmasına rağmen riyâzat içinde yaşıyor ve fazlasını infâk ediyor.
Veziri, evlâtları müşkilât çekmesin diye, tahsisâtını artırmasını teklif ediyor.
Ömer bin Abdülaziz, şu cevabı veriyor:
“–Eğer benim geride kalan evlâtlarım sâlih kimselerden olurlarsa, onların sıkıntıya düşmelerinden korkmam. Zira Cenâb-ı Hak;
«…Allah sâlih kullarının velâyet ve vesâyetini bizzat deruhte eder.» (el-A‘râf, 196) buyurmuştur.
Yok; sâlih değil de sefih kimseler olacaklarsa, böyleleri hakkında da yine Kur’ân-ı Kerim’de;
«Mallarınızı sefihlere vermeyiniz!..» (en-Nisâ, 5) buyurulmuştur. Bu nehy-i ilâhîye rağmen sefih olacak çocuklarıma mal mı toplayacağım?!.” (Ebu’l-Ulâ Mardin, Huzur Dersleri, İstanbul 1966, II-III, 769-770; Krş. İbn-i Asâkir, Târîhu Dimaşk, XL, 251-252)
Peki, Ömer bin Abdülaziz böyle yaptı diye evlâtları aç mı kaldılar?
Cevabı Mukātil bin Süleyman şöyle anlatıyor:
“–Ömer bin Abdülaziz’in 11 evlâdı vardı. Onlara toplam 9 dinar bıraktı.
Hişâm bin Abdülmelik de 11 evlât sahibi idi. Her bir evlâdına mîrastan bir milyon dinar düştü.
Vallâhi, (bir zaman sonra) şu manzaraya şâhit oldum:
Ömer bin Abdülaziz’in oğullarından biri Allah yolunda cihâd için tam 100 atı sadaka olarak veriyordu. Aynı gün Hişâm’ın oğullarından biri sokakta dileniyordu.”
Kıssadan hisse:
İstikbâli veren Allah’tır!..
O hâlde, gerçek mîras nedir?
Peygamberlerin mîrâsıdır.
Onların mîrâsı; İslâm şahsiyet ve karakteridir, yani iki cihan saâdetidir.
Gerek evlâtlarımıza gerek ümmetin evlâtlarına işte bu mîrâsı bırakma gayretinde olmalıyız.
YÜZAKI:
–Muhterem Efendim, okuyucularımıza vermek istediğiniz husûsî bir mesajınız var mıdır?
Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:
‒Ashâb-ı kiram, Rasûlullah Efendimiz’e defalarca bey‘at ettiler.
Bey‘at etmek, Allah ve Rasûlü’ne söz vermek demek.
Sahâbe-i kiram;
- Akabe’de bey‘at ettiler.
- Bedir’de öyle bey‘at ettiler ki;
“–Yâ Rasûlâllah! Denize doğru yürüsen, ardından geliriz!” dediler.
- Uhud’da çözülme başlayınca Rasûlullah Efendimiz’i mahzun gördüler. Şehid olmaya bey‘at ettiler.
- Hudeybiye’de;
“Gönlünde ne varsa ona bey‘at ediyoruz!..” dediler.
Cenâb-ı Hak da bu bey‘atlerden râzı oldu. (Bkz. el-Fetih, 10, 18)
Kendimize sormalıyız:
Biz Rasûlullah Efendimiz’e ne kadar bey‘at ediyoruz?
- O’nun getirdiği dîne, bütün imkânlarımızla hizmet etmek için söz verebiliyor muyuz?
- Şu câhiliyye hengâmında, ümmetinden irşad bekleyenleri irşâd etme, bu yolda fedâkârlıklar gösterme gayretinde bulunabiliyor muyuz?
- Evlâtlarımıza İslâm şahsiyet ve karakterini mîras bırakmak için her türlü gayreti göstereceğimize söz verebiliyor muyuz?
Bu muhasebeleri her birimiz kendi vicdanımızda yaparken Rasûlullah Efendimiz’in şu tâlimâtını da göz önünde bulunduralım:
“Sakın (günah işleyerek) mahşer gününde yüzümü kara çıkarmayın! (Beni mahcup etmeyin!)” (İbn-i Mâce, Menâsik, 76)
YÜZAKI:
–Efendim; başta temsilcilerimiz ve bütün okuyucularımız adına, mülâkātımıza vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.
Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:
‒Bu mülâkātı gerçekleştirdiğiniz için ben teşekkür ederim.
Cenâb-ı Hak ardımızdan en hayırlı mîrâsı yani, yetişmiş insan mîrâsını bırakabilmeyi nasip buyursun.
Emr-i bi’l-mâruf vazifesini edâ etme gayretlerimizi kabul eylesin ve bereketlendirsin.
Âmîn!..