Ebedî Fecre
Yıl: 2009 Ay: Ağustos Sayı: 54
ÎMAN ŞARTI…
Seriyy-i Sakatî -kuddise sirruh-, ders esnasında talebelerine;
“Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, onlardan değildir.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 352; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 87) hadîs-i şerîfini îzâh ediyordu. Bu sırada, bir talebesi heyecanla içeri girdi ve;
“–Üstadım! Sizin mahallede yangın çıktı, her yer kül oldu. Yalnız sizin ev kurtuldu!” dedi.
Seriyy-i Sakatî, sevinç içinde;
“Elhamdülillâh!..” deyiverdi.
Fakat tâ otuz sene sonra bir dostuna;
“–Ben o gün, «Elhamdülillâh!..» demekle, bir anlık da olsa sırf kendimi düşünmüş, felâkete uğrayanların ıstırabından uzak kalmış oldum. İşte, otuz senedir o hâlimin tevbesi içindeyim!..” dedi.
Bu kıvamdaki Hak dostları;
Mü’min kardeşinin derdinden gafil ve bîgâne kalmanın vebâlinden dâimâ endişe içindeydi. Tıpkı sahâbe-i kiram gibi. Nitekim Hazret-i Ömer, tâ Dicle kenarındaki bir koyunun mes’ûliyetini omuzlarında hisseden bir merhamet âbidesiydi. Ömer bin Abdülaziz; yatağında, suya düşmüş bir kuş gibi çırpınan şefkat dolu bir yürek taşıyordu. Onların hâllerinden in’ikâs alan Ebu’l-Hasen Harakānî Hazretleri de yaşadığı coğrafyanın vicdanî mes’ûliyeti ve ıstırabı içindeydi. Diyordu ki:
KARDEŞİMİN HÜZNÜ
BENİMDİR!
“Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada birinin parmağına diken batsa, o benim parmağıma batmıştır. Birinin ayağına taş çarpsa o benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben hissederim. Bir kalpte hüzün varsa o kalp benim kalbimdir.”
Bu büyük Allah dostunun hissiyâtı, gerçek îman kardeşliğinin ne güzel bir misâlidir. Nitekim Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- buyurur:
“Birbirlerine acımakta, birbirlerini sevmekte ve birbirlerine şefkat göstermekte, mü’minlerin tek bir vücut gibi olduklarını görürsün! (Bu vücudun) bir uzvu muzdarip olduğu takdirde, diğer kısımları da uykusuz kalıp ateşler içinde onun ıstırabını duyarlar.” (Müslim, Birr, 66)
Îman kardeşi olan mü’minler birbirlerini çok samimî bir şekilde severler.
Çünkü onlar aynı hakikat güneşine teslim olarak mânen yeniden doğmuş, aynı hidâyet menbaından içmiş, aynı ihsan sofrasından birlikte yemişlerdir. Anne-babadan ileri bildikleri ve sevdikleri aynı Peygamber’e tâbî olmuş, O’nun yolunda, aynı kıbleye yönelmiş ve aynı hedefe doğru birlikte yürümüşlerdir. Nihâî arzuları da; bir olan Rablerinin rızâsına erişerek, cennette birlikte olmaktır.
Böyle güçlü bağlarla birbirlerine bağlanan mü’minler, elbette birbirlerine muhabbetle bağlıdırlar.
Fakat muhabbet, kuru bir dâvâdan ibaret değildir. Muhabbet; kardeşinin derdiyle dertlenip ihtiyaçlarını karşılamak, fedâkârlık ve ferâgat göstermek ve elindeki nimetleri, sevinçleri ve hüzünleri onunla paylaşabilmektir.
Çünkü gerçek kardeşlik, zor zamanlarda sergilenebilen kardeşliktir.
Bir kardeş, kardeşinin problemlerini çözmeye mecburdur. Zira problemini çözdüğümüz insan bizimdir. Muhabbet tevzî ettiğimiz insan bizimdir, kardeşlik bu beraberliği sağlamakla ayakta durur. Kardeşler, birbirini yıkayan iki el gibidir. Yani kardeş, kardeşe zimmetlidir.
Gerçek bir kardeşlik; Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- tarafından bir bir sayılan, kardeşlik vazifeleri riâyetle ayakta durur. Fahr-i Kâinat Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- buyurur:
“Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı beştir:
1. Selâmı almak,
2. Hastayı ziyaret etmek,
3. Cenâzeye iştirâk etmek,
4. Davete icâbet etmek,
5. Aksırana; «Yerhamukâllah: Allah sana merhamet eylesin!» demek.” (Buhârî, Cenâiz, 2; Müslim, Selâm, 4)
Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-;
îman kardeşliğinin şiârı olan bu hakları hatırlatmakla, teşvik etmekle kalmaz, sık sık ashâbına, tavsiyelerinin tatbikatını da sorardı:
BUGÜN BİR YETİM BAŞI
OKŞAYAN VAR MI?
“Bugün bir cenâze teşyiinde bulunan var mı?”
“Bugün bir hasta ziyaretinde bulunan var mı?” (Müslim, Fedâilu’s-sahâbe, 12)
Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- mü’minlerin zor zamanda birbirlerine sahip çıkmalarını, birbirleri için îsâr/fedâkârlık/nefsinden koparıp verme hasletleriyle dolu olmalarını o kadar mühim ve zarûrî görüyordu ki, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine lutfu olan bazı mûcizelerini dahî, îman kardeşliğinin perçinlenmesi ve mü’minlerin birbirlerini düşünmelerini sağlamak zemininde göstermiştir.
Suffe ashâbından Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- açlığın belini büktüğü bir gün, kendisini doyuracak bir hayırsever bulabilmek için sahâbîlerin geçtikleri yol üzerine oturdu. Biraz sonra o yoldan Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- geçti. Ona, açlığını fark eder de kendisini doyurur niyetiyle Kur’ân-ı Kerim’den bir âyet sordu. Fakat Hazret-i Ebûbekir de aç olmalıydı ki, cevabı verdikten sonra geçip gitti, bir şey yapamadı.
Sonra Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- geldi. Açlıktan bîtap düşen Ebû Hüreyre Hazretleri ona da aynı düşünce ile Allâh’ın kitâbından bir âyet sordu. Lâkin o da cevap verdikten sonra geçip gitti, bir şey yapamadı.
Daha sonra Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- göründü. Sahâbîsini görünce tebessüm etti. Kalbinden geçeni yüzünden anlamıştı. Ebû Hüreyre’yi hâne-i saâdete davet etti. O mübârek evde, yiyecek olarak yalnızca hediye gelmiş bir bakraç süt vardı. Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-;
«–Ebû Hüreyre! Suffe ehline git, onları bana çağır.» buyurdu.
Ebû Hüreyre, az bir süte bütün ashâb-ı suffenin ortak olacağını duyunca, kendisine kalmayacak diye üzülmüş, tereddüt etmişti. Fakat; «Allah ve Rasûlü’nün emrine itaat etmemek olmaz.» deyip koştu, arkadaşlarını çağırdı. Herkes gelince Hazret-i Peygamber;
«–Ebû Hüreyre! Al, onlara ikrâm et!» buyurdu.
Ebû Hüreyre süt kabını aldı, sırayla herkese ikrâm etmeye başladı. Her biri kanıncaya kadar içiyordu. En sonunda kabı Hazret-i Peygamber’e verdi. Herkes doymuştu. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- kabı eline aldı ve Ebû Hüreyre’ye bakıp tebessüm etti;
«–Ebû Hüreyre! Bir ben kaldım, bir de sen.» buyurdu, kabı ona vererek;
«–Otur da iç!» buyurdu. Ebû Hüreyre, oturdu ve içti.
Sonra Efendimiz yine;
«–Otur, iç!» buyurdu. İçti, içti. Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz tekrar tekrar;
«–İç, iç!» buyuruyordu. Sonunda Ebû Hüreyre;
«–Hayır, Sen’i hak peygamber olarak gönderen Allâh’a yemin ederim ki, artık içecek yerim ve takatim kalmadı.» dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü kabı aldı, Allah Teâlâ’ya hamdetti, besmele çekti ve kalan sütü kendisi içti. (Bkz. Buhârî, Rikāk, 17)
Bu hadîs-i şerifte Efendimiz’in gönlünün hassâsiyet, rikkat, zarâfet ve incelikte nasıl yüce bir kıvamda olduğuna şahit oluyoruz.
İşte; Peygamberimiz’den;
KARDEŞLİK TÂLİMİ
Efendimiz, Hazret-i Ebû Hüreyre’yi görünce hâlini, ihtiyacını sîmâsından hemen anladı.
Derdiyle dertlenerek onu evine dâvet etti, hânesindeki tek rızkı paylaşma dersi verdi.
Daha sonra sahâbîsine arkadaşlarını davet ettirdiğinde, gönlünden geçirdiği hissiyâtı sezdi.
Bunun üzerine arkadaşlarına ikrâmı bizzat ona yaptırdı.
Sonunda kendisine de bol bol kaldığını bizzat yaşatarak gösterdi. Böylece ona; îman kardeşliğini, îsârı, tevekkülü ve hizmeti bizzat öğretti. Önce kendisi sahâbîsinin hâlini anladı, sonra da ona arkadaşlarının hâlinden anlamayı tâlim etti.
Çünkü Cenâb-ı Hak bu derin, hassas, rakîk/ince gönlü, hepimizden arzu ediyor. Bakara Sûresi’nde;
تَعْرِفُهُمْ بِسٖ۪يمٰیهُمْ
SÎMÂLARINDAN TANIRSIN!
“…Sen onları (kendini Allah yoluna adadığı için maddî kazancı olmayan, iffetinden dolayı da insanlardan istemeyen, hâlini belli etmeyen fakirleri) sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyuruluyor.
Demek ki, kalp öyle hassaslaşacak ki, din kardeşinin ihtiyacını, o belli etmese de görebilecek. Âdetâ mânevî bir röntgen hâline gelecek. Din kardeşine hizmet, rûhânî bir zevk, ayrı bir lezzet hâline gelecek. Cenâb-ı Hak da bu kardeşliğe büyük bir bereket halk edecek.
İşte Ömer bin Abdülaziz zamanı…
Öyle bir kardeşlik yaşandı ki zenginler, zekâtlarını verecek fakir bulamadılar. Îman kardeşliğinin neticesinde öyle bir rûhâniyet tevzî edildi ki, kurtlar koyunlara ilişemedi.
Bu, Ömer bin Abdülaziz’in gönül âleminden taşan bir rahmet tecellîsi ve tevziiydi.
Muhammed bin Uyeyne -rahmetullâhi aleyh- şöyle der:
“Ömer bin Abdülaziz halîfe iken Kirman’da koyun güderdim. Halîfenin rûhâniyet ve adâletinden dolayı bana koyunlar ile kurtlar âdetâ birlikte dolaşır gibi görünürdü. Bir gece ansızın kurtların koyunlara saldırdığını gördüm. Şaşırdım. Sanki dünya, bütün huzur ve sükûnunu kaybediyor gibiydi. İçimden;
«Şu âdil ve Hak dostu halîfe ölmüş olmalı!» dedim. Araştırdım, Ömer bin Abdülaziz’in o gece vefât ettiğini öğrendim.”
İşte din kardeşliğinin, mü’minlerin dayanışmasının, paylaşmasının, birbirinin derdiyle dertlenmesinin tevzî ettiği pozitif enerji;
KARDEŞLİĞİN FEYZİ
Kardeşliğin öyle bir rûhâniyeti, öyle bir feyiz ve bereketi vardır ki bu uğurda atılan adımlar zâhiren eğri bile olsa Cenâb-ı Hakk’ın lutfuyla hayra tebdil olur. Nitekim hadîs-i şerifte şöyle bir hâdise nakledilir:
“(Vaktiyle) bir adam;
«–Ben mutlaka bir sadaka vereceğim.» dedi.
Geceleyin evinden sadakasını alıp çıktı ve onu bilmeden bir hırsızın eline tutuşturdu. Ertesi gün belde halkı;
«–Hayret! Bu gece bir hırsıza sadaka verilmiş!» diye konuşmaya başladı.
Adam;
«–Allâh’ım! Sana hamdolsun. Ben mutlaka bir sadaka vereceğim.» dedi.
Yine sadakasını alarak evinden çıktı ve onu (bu sefer de bilmeden) bir fâhişenin eline tutuşturdu. Ertesi gün halk;
«–Olur şey değil! Bu gece bir fâhişeye sadaka verilmiş!» diye dedikoduya başladı.
Adam;
«–Allâh’ım! Bir fâhişeye (de olsa) sadaka verdiğim için Sana hamd olsun. Ben mutlaka bir sadaka vereceğim.» dedi.
(O gece, yine) sadakasını alıp evinden çıktı ve onu (bu defa da bilmeden) bir zenginin eline koydu. Ertesi gün halk;
«–Bu ne iştir! Bu gece bir zengine sadaka verilmiş!» diye (hayretle) söylenmeye başladı.
Adam;
«–Allâh’ım! Hırsıza, fâhişeye ve zengine (de olsa) sadaka verdiğim için Sana hamdolsun.» dedi.
(Bu ihlâsı üzerine) uykusunda o adama;
«–Hırsıza verdiğin sadaka, belki onu yaptığı hırsızlıktan utandırıp vazgeçirecektir. Fâhişe, belki yaptığından vazgeçip iffetli bir kadın olacaktır. Zengin de belki bundan ibret alıp Allâh’ın kendisine verdiği maldan muhtaçlara dağıtacaktır.» denildi.” (Buhârî, Zekât, 14; Müslim, Zekât, 78. Ayrıca bkz. Nesâî, Zekât, 47)
Hadîs-i şerifte kardeşlik adına yapılacak hayırlarda, atılacak adımlarda, nefsin sığınabileceği mâzeretler bertarâf edilmekte, ihlâs ile yapılan hayrın sahibine ecir kazandırmak yanında cemiyet için de mutlaka müsbet bir netice meydana getireceği beyân edilmektedir.
Mü’minler; birbirlerine sahip çıkarlarsa, birbirlerinin kusurlarını telâfi için çırpınırlarsa, Cenâb-ı Hak; bir feyiz ve bereket çağlayanı hâlinde, cemiyete, ümmete lütuflarda bulunmaktadır.
O feyiz ve rûhâniyet ile, o birbirine kenetlenmiş kardeşlik ile müslümanlar iki buçuk senede tâ İspanya’ya çıktı, Pirene Dağları’na dayandı. Muazzam bir fetih destanı yazıldı. Tarık bin Ziyad’ın tam inanmış beş bin kişiden ibaret fetih ordusu, doksan bin kişilik İspanya ordusunu bertaraf etti.
Fakat o pozitif enerjinin tersi de vardı.
Mü’minler arasında kardeşlik bağları çözülünce; din kardeşini hor görmeler, gıybetler, çekişmeler, ihtilâflar, tefrikalar başlayınca, ezcümle kardeşlik çökünce Endülüs de çöktü. İnsanlar rûhânî plândan nefsânî plâna geçince yedi asırlık muhteşem medeniyet yerle bir oldu. Geriye, Akdeniz’e gömülmüş 300 bin müslüman naaşı, zorla Hıristiyanlaştırılan yavrular, katedrallere çevrilmiş mahzun câmiler ve satırlarda mersiyeler, ağıtlar kaldı.
Bizim mâzîmizde de, İslâm ahlâkının yaşandığı zamanlarda zengin-fakir bütün mü’minler birbirine kucaktı. Zengin ve fakir ayrı sitelerde değil aynı mahallelerde gönül gönüle yaşardı. Mahalle; dul, kimsesiz ve yetimin barınak ve sığınağı idi. Nezaket had safhadaydı. Bir evde hasta varsa, pencereye kırmızı çiçek konur, onu gören satıcı, oradan sessiz geçer, çocuklar da başka mahallelerde oynarlardı. Fakirlerle zenginler arasında hayat tarzı olarak pek az bir fark olurdu. Birinin elbisesinin kumaşı biraz daha parlak, diğerininki az mat olurdu. O kadar.
Hanımlar arasında imece usûlü tarhanalar, reçeller yapılır, paylaşılırdı. Herkes birbiriyle abla-kardeş, anne-evlât durumundaydı. Mahalle birbirinin sigortası idi. Herkes îman kardeşliğinin bereketi olan bir rûhâniyet çatısı altında idi.
Osmanlı’da vâlide sultanlar, saraylı hanımlar bile halktan, gariplerden uzak değildiler. Sert mîzaçlı Kösem Sultan bile yetim kızların çeyizini hazırlamak için vakıf kurmuştu.
Osmanlı; erkeğiyle, kadınıyla, çocuğuyla birbirine sımsıkı kenetlenmiş, böyle bir merhamet toplumuydu.
Yiğitler, surlara tırmanırken; «Şehidlik sırası bize geldi!» diye coşkuyla canlarını fedâ ediyor; varlık sahipleri, sadece resmî kaydı tespit edilebilen 26.300 kadar vakıf ile mallarını garip, kimsesiz, yoksul kardeşlerinin ayağına seriyordu.
Sadaka taşlarıyla fukarânın haysiyeti zedelenmeden ihtiyacı görülüyordu. Yardımlar loş vakitlerde dağıtılıyor, verenler alana teşekkür edâsı içinde bulunuyordu.
Bu sayede toplumu, merhamet dokusu, bir ağ gibi örüyordu. Cemiyet, Allah rızâsını kazanıyor, musibetlerden kurtuluyordu. Ecdâdımız böyle bir tesânüd/dayanışma sayesinde kıtalara adâlet ve rahmet taşırdı. Mâzîmizin en mühim harcı, cemiyetteki îman kardeşliğiydi.
YA BUGÜN?
Bugün maalesef o kardeşlik şuuru geride kaldı. O rûhâniyet kalkanı toplumumuzun üzerinden kalktı, o feyiz yağmuru kesildi. Hunhar cinayet haberleri, vak’a-yı âdiyeden sayılır oldu. Değil mü’min kardeşin, öz kardeşlerin birbirinin kanına girmesi; evlâtların ebeveynini katletmesi sıradanlaştı.
Bölüşme, paylaşma ve ikram azaldıkça; gasp, hırsızlık ve irtikâp çoğaldı. Îman kardeşliği zedelendikçe, fitne ve tefrika yayıldı. Âdetâ insanlar birbirine düşman hâline geldi.
Tevâzu unutuldu, güç gösterisi revaç buldu.
Egoizm, merhamet ve nezâketi târumâr etti. Sevinç günü olan düğün günlerinde bile neler yaşanmaya başlandı. Garip ve kimsesizler düşünülmez oldu. Hastaları, çocukları, hamileleri ve yorgun yaşlıları hiç dikkate almadan rastgele maytaplar patlatılır oldu. Velhâsıl yaşanan daha nice nefsânî hoyratlıklar içerisinde toplum, bir cinnet yarışına itildi.
Îmanın aşk, vecd ve lezzetine kavuşamadıkları için hayat ve kâinat muammâsını çözemeyen; güllerin, ağaçların, kurtların, kuşların hâl lisanından anlayamayan; rüzgârların, dağların, derelerin, bahçelerin sessiz ve sözsüz beyanlarını alık ve abus bir çehreyle seyredip geçen ham ruhlara ne kadar yazık!
Bu hazin vaziyetten kurtulmanın yolu, îman kardeşliğini yeniden diriltmek… Allâh’ın kalpleri te’lif etmesiyle, Cenâb-ı Hakk’ın nimetiyle yeniden kardeşler hâline gelmek…
Yıllarca birbirinin kanını döken Evs ve Hazrec’in îman ile birleşip ensar olduğu gibi…
Moğol İstîlâsı’nın perişan ettiği, beylikler hâlinde kavgaya tutuşmuş Anadolu’nun; atını Bizans’a çeviren Osmanlı olduğu gibi…
Eğer âhirzamanın fitne ve tefrikalarına karşı îmânımıza ve îman kardeşliğimize sahip çıkarsak bizleri bir müjde daha bekliyor:
EFENDİMİZ’İN
KARDEŞLERİNDEN OLMAK
Vefatına yakın Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, ashâbıyla birlikte kabristana gitti ve;
“–Allâh’ın selâmı üzerinize olsun ey mü’minler diyârının sâkinleri! İnşâallah bir gün biz de size katılacağız.
Kardeşlerimizi görmeyi çok isterdim. Onları ne kadar da özledim!” buyurdu.
Ashâb-ı kiram;
“–Biz Sen’in kardeşlerin değil miyiz yâ Rasûlâllah?” dediler.
Efendimiz;
“–Sizler benim ashâbımsınız, kardeşlerimiz ise henüz gelmemiş olanlardır.” buyurdu. Bunun üzerine ashâb-ı kiram sordu:
“–Ümmetinden henüz gelmemiş olanları nasıl tanıyacaksın ey Allâh’ın Rasûlü?”
Fahr-i Kâinat -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz;
“–Bir adamın alnı ve ayakları ak olan bir atı olduğunu düşünün. Adam bu atını, hepsi de simsiyah olan bir at sürüsü içinde tanıyamaz mı?” diye sordu. Sahâbe;
“–Evet, tanır ey Allâh’ın Rasûlü!” dediler. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-
şöyle buyurdu:
“–İşte onlar da abdestten dolayı yüzleri nurlu, el ve ayakları parlak olarak geleceklerdir. Ben önceden gidip (Kevser’den) ikrâm etmek için havuzumun başında onları bekleyeceğim.
Dikkat edin! Birtakım kimseler, yabancı devenin sürüden kovulup uzaklaştırıldığı gibi benim havuzumdan kovulacaklar. Ben onlara; «Buraya gelin!» diye nidâ edeceğim. Fakat bana;
«–Onlar Sen’den sonra hâllerini değiştirdiler, (Sen’in Sünnet’ini tâkip etmeyip başka yollara saptılar.)» denilecek. Bunun üzerine ben de;
«–Uzak olsunlar, uzak olsunlar!..» diyeceğim.” (Müslim, Tahâret 39, Fedâil 26)
Cenâb-ı Hak, bizleri Efendimiz’in Havz-ı Kevser’inin başına, yüzü ak olarak gelenlerden eylesin. O’nun huzûrundan kovulan bedbahtlardan eylemesin.
Milletçe, toplumca Cenâb-ı Hakk’ın da Rasûlü’nün de sevgisini kazanmanın yegâne yolu, îman kardeşliğinin îcaplarını yerine getirmek.
Çünkü Cenâb-ı Hak, birbirlerini Allah için seven, koruyan, destekleyen mü’minlerin bu sevgilerinden râzı olur ve böyle yek-vücut hâle gelmiş mü’min kullarını sever. Bir kudsî hadiste Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Ben’im rızâm için birbirini sevenlere, Ben’im için birbirlerine ikramda bulunanlara, Ben’im için birbirlerine samimiyetle îtimâd edip dost olanlara, akraba ve dostlarıyla irtibatını kesmeyenlere ve Ben’im için ziyaretleşenlere Ben’im de muhabbetim tahakkuk etmiştir.” (Ahmed, Müsned, V, 229)
Bilhassa günümüzde, kardeşliğin zor yaşandığı, insanlığın nefsânî bir hayata kapılıp da selde sürüklenen kütükler gibi aktığı bir devirde, gerçek bir kardeşlik yaşayabilenler bu müjdeye dâhildirler.
Yetimlerin, muzdariplerin; «Acıyın bize!» diye haykıran bîçarelerin feryâdını işitebilenler bu müjdeye dâhildirler.
Dünyanın dört bir yanındaki muhtaçlara gönül gönül ulaşabilenler bu müjdeye dâhildir. Orta Asya’dan Balkanlar’a, Afrika’ya hattâ müreffeh ülkelerin varoşlarında eriyen milyonla zavallılara el uzatabilenler, imdâdına koşabilenler bu müjdeye dâhildir.
Bu müjdeye dâhil olanlar da ümîd ederiz ki, mahşer gününde Arş’ın gölgesinde gölgelenen yedi kişiden biri olacaklardır. Ayrıca Allah onlara, zor zamanlarda gösterdikleri gayretler, hizmetler ve yardımlaşmalar sebebiyle mahrumiyet zammı verecektir. حَسَنًا قَرْضًا Çünkü onlar kardeşlikte Allâh’ın sevdiği bir kıvam üzere yaşayanlardır. Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:
“Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı / üst üste konulan kerpiçler gibi saf bağlayarak savaşanları sever.” (es-Saff, 4)
Âyette kastedilen mücadele, bilhassa zamanımızda yaşayarak bir İslâm şahsiyet ve karakterini tevzî etmek ve kalbî fütûhatlarla hidâyetlere sebep olabilmek şeklinde de anlaşılmalıdır. Buna göre âyette cihad edenler; düşmanlara karşı çarpışanlar mânâsı yanında bir de cehâlete karşı mücadele edenlerdir, nefsânî temâyüllere karşı mücadele edenlerdir, ahlâksızlık ve vahşetlere karşı mücadele edenlerdir, velhâsıl insanlığın öldürüldüğü bir ortamda onların diriliş ve kurtuluşu için çırpınanlardır. Bu çırpınış içinde de yek-vücut olabilenler, yani dâsitânî kardeşlik tesânüdü içinde olabilenlerdir.
Bin bir imtihan tecellîsi içinde yaşadığımız şu âhirzamanda İslâm’ın gönül dokusunu, feyiz ve rûhâniyetini, vecd ve istiğrâkını, tıpkı ashâb-ı kiram, tâbiîn ve sâlih mü’min nesillerdeki ihtişamıyla hayatımızda tatbîk edebilmek, ancak kardeşlik tesânüdüyle mümkündür.
Ashâbını, müstesnâ bir kardeşlik tesânüdü içerisinde yetiştiren Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-
ümmetinin kardeşlik bağlarına hayranlık içerisinde, kendisini de ashâbının bir kardeşi olarak görmüş ve umre için kendisinden izin isteyen Hazret-i Ömer’e:
“–Kardeşcağızım, bizi de duâna dâhil et, bizleri unutma!” buyurmuştu. (Tirmizî, Deavât, 109/3562)
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bu büyük iltifat ve teveccüh karşısındaki hâlini;
“–Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-
Efendimiz’in bu sözüne karşılık bana dünyayı verselerdi bu kadar sevinmezdim.” diyerek dile getirmiştir. (Ebû Dâvûd, Vitir, 23/1498)
Âhirzamanda Efendimiz’e lâyık, din kardeşiyle sapasağlam kenetlenmiş, birbirinin derdiyle dertlenen, birbirine hayrı ve sabrı tavsiye eden bir ümmet olmak sûretiyle; Hazret-i Ömer’i böylesine sevindiren, Efendimiz’e kardeşlik nimetine inşâallah bizler de nâil olabiliriz.
Cenâb-ı Hak bizleri, ensar ve muhâcirler gibi îman kardeşleri eylesin. Cemiyetimizi din kardeşliğinin feyiz ve bereketi ile nurlandırsın. Bizleri, Efendimiz’in; «Özledim» buyurduğu kardeşleri zümresine ilhâk eylesin.
Âmîn!..