DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
ÎMÂNIMIZI NASIL KORUYACAĞIZ?
Cenâb-ı Hak âyette, Fetih Sûresi’nin son âyetinde;
“Muhammed, Allâh’ın Rasûlü’dür.” (el-Fetih, 29) buyuruyor, -sallâllâhu aleyhi ve sellem-. Orada Efendimiz’in vasıflarını bildiriyor Cenâb-ı Hak.
Din nasıl korunacak?
وَالَّذِينَ مَعَهُ اَشِدَّاءُ عَلَى الْكُفَّارِ buyuruyor.
“…Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetindir…” (el-Fetih, 29)
Bunu en güzel, Mekke devrinde görüyoruz. Hiçbir tâviz yok. Malı gidiyor, canını da ortaya koyuyor. Ki, kalbinden, îmânından bir tâviz vermeyecek.
Cenâb-ı Hak Firavun’un Mûsâ -aleyhisselâm-’a karşı çıkardığı sihirbazları bildiriyor. Onlar da;
“–Biz diyorlar, bu, gökten inen bir hâdisedir. Mûsâ’nın ve Hârun’un Rabbine secde ediyoruz.” diyorlar.
Firavun bunlara kızıyor:
“–Benden izin aldınız mı diyor, bana sordunuz mu?!” diyor.
Onlar da diyorlar ki:
“–Senin hükmün bu dünyada geçer diyorlar. Biz Rabbimiz’e döndürüleceğiz.” diyorlar. En ufak, îmandan tâviz vermiyorlar. “Yâhu bırak, gidelim vs…” En ufak bir tâviz vermemek için:
رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ diyorlar.
“…Yâ Rabbi! Bizim üzerimize (sabır dök) sabır yağdır (ki bir tâviz vermeyelim), canımızı müslüman olarak al.” (el-A‘râf, 126) diyorlar.
Ashâb-ı Uhdûd’u bildiriyor; hendekte yakılanları bildiriyor.
Habîb-i Neccâr’ı bildiriyor Yâsîn’in ikinci sayfasında. Taşlandı; bir taviz vermedi.
Cenâb-ı Hak, Mekke-Medînelileri bildiriyor.
Demek ki burada tâvizsiz bir îman istiyor Cenâb-ı Hak. Yani Cenâb-ı Hakk’a olan îmânımızı test etmemiz lâzım.
Yine o ilk Îsevîler, Roma’da sirklere atıldılar, aslanların dişleri arasında îmanlarını korudular.
Cenâb-ı Hak böyle bir îman istiyor. Böyle îmanla bir dostluk istiyor. “…Küffâra karşı şediddir…” (el-Fetih, 29) buyuruyor.
Yine her rekâtta;
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ
(“…Gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!” [el-Fâtiha, 7]) diyoruz.
Şekil, kılık, kıyafet vs. hiçbir şeyde onlara benzemeyeceğiz. Bir müslüman, İslâm karakteri, İslâm şahsiyetini her an tevzî edecek. İslâm’ın şerefi, İslâm’ın izzeti kendisine aksedecek. İzzetli olacak, şerefli olacak, haysiyetli olacak.
Tabi îman, demek ki lâyığına muhabbet, müstahakkına nefret…
Niye Cenâb-ı Hak “Tebbet yedâ Sûresi”ni indirdi? Demek ki müstahakkına nefret… Allah Rasûlü’ne zıt olana sen de zıt olacaksın. Allah Rasûlü’ne yakın olana sen de yakın olacaksın. Bu, Allâh’a yakınlıktır.
Sa‘d bin Rebî vardır; Efendimiz onu çok severdi. Zengindi çok. Hattâ Abdurrahman ibn-i Avf ile kardeş yaptı bunu. Hattâ o kadar sehâvetliydi ki, Abdurrahman ibn-i Avf’a dedi ki:
“–Gel kardeşim, evim bu dedi, paylaşalım, ikiye bölelim dedi. Hurma bahçem var, onu da ikiye bölelim dedi. Seni bana Allah Rasûlü kardeş yaptı.” dedi.
Abdurrahman ibn-i Avf da müstağnî:
“–Kardeşim! Malın da bahçen de her şeyin sana mübârek olsun. Sen bana çarşının yolunu göster.” dedi.
Biri vermek istiyordu, öbürü müstağnî idi. Kanaatle zenginleşmek…
İşte Sa‘d bin Rebî bu idi. Efendimiz çok severdi onu. Uhud’da onu aradı o kargaşalıkta, göremedi. Seslendiler:
“–Sa‘d bin Rebî dediler, neredesin?” dediler. Hiçbir ses çıkmadı. Birisi dedi ki:
“–Seni Allah Rasûlü soruyor.” deyince, kısık, cılız bir ses çıktı:
“–Buradayım.” dedi.
Râvî diyor ki:
Yanına gittim diyor Sa‘d bin Rebî’nin diyor, yüzü diyor, kılıç darbelerinden kalbura dönmüştü diyor. Konuşacak hâli yoktu diyor. Sadece çok kısık sesle şunu söyledi diyor:
“–Siz, kirpiklerinizi kıpırdatıncaya kadar, o kadar gücünüz varsa, Allah Rasûlü’nü müdâfaa edemiyorsanız, bunun hesabını verirsiniz.” dedi ve son mesajını verdi bütün insanlığa ve gözlerini yumdu, şehid oldu.
Yine hep bir… Meselâ Halife Câfer Mansur vardı. Bu, Ebû Hanife Hazretleri, büyük dünya İslâm hukukçusu. Bağdat kadılığını verdi, kabul etmedi.
“–Sen dedi, benim içtihadlarımı yamultursun.” dedi.
“–Atın zindana!” dedi.
“–Yok dedi, zindan dedi, sana fetvâ vermekten benim için daha huzurludur.” dedi.
Velhâsıl bunlar nedir? Bir îman celâdetidir. Îmandan tâviz vermemektir.
Velhâsıl İslâm, en mükemmeldir, en muhteşemdir. Mükemmel ve muhteşem olanın, tâvize de aslâ ihtiyacı yoktur. Onun için;
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ
(“…Gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!” [el-Fâtiha, 7])’e dikkat etmek lâzım.
Yine Efendimiz, ibadette bile benzememek için, 10 Muharrem’de bir gün evvel, bir gün sonra tutun buyurdu, benzemeyin Yahudilere.
Velhâsıl, İslâm tâviz kabul etmez. Onun için mükemmeldir. Diyalog vs. hoşgörü; bunlara hiç ihtiyaç yoktur.
Sakif Kabilesi’nden bir heyet geldi:
“–Bizi namazdan affedin dedi, biz müslüman olalım.” dedi.
“–Olmaz.” dedi Efendimiz. “Rükûsuz (namazsız) bir dinde hayır yoktur.” dedi. (Ebû Dâvûd, Harâc, 25-26)
“–Peki, müslümanız.” dediler.
“–O zaman gidin dedi, Lât adındaki o putları devirin.” dedi. Ki oradan size bir in’ikâs gelmesin dedi. Eski yakınlığınızdan bir şey gelmesin dedi.
“–Bâri dediler, bir ay yanımızda kalsın bu Lât.” dediler.
“–Yok.” dedi Efendimiz, “Olmaz dedi, yıkın.” dedi.
“–Bizi dedi, halk dedi, yıkarsak dedi, üzerimize hücum eder…”
“–Mâdem korkuyorsunuz dedi, ben dedi buradan bir heyet göndereyim, o Lât putunu kırsın.” dedi. (İbn-i Hişâm, IV, 197; Vâkıdî, III, 967-968)
Bu, maddî bir put. En mühimi, içimizdeki mânevî putları da kırmamız lâzım. “Lâ ilâhe” bu, mânevî put… Maddî putlar yanında mânevî putları da… “İllâllah”; kalp, Cenâb-ı Hak’la beraber olacak. Onu istiyor Cenâb-ı Hak.
İnsana çok imtiyaz verdi.
لَقَدْ خَلَقْنَا الْأِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيم
(“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” [et-Tîn, 4]) buyuruyor. “En güzel yaratılış” buyuruyor.
نَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي
(“…Rûhumdan üfürdüğüm zaman…” [el-Hicr, 29; Sâd, 72]) buyuruyor. Kendinden meziyetler veriyor.
İnsan, müzeyyen olacak, muhteşem olacak. Mükerrem olan, muhteşem olan Cennet’e lâyık hâle gelecek.
Hattâ şu câlib-i dikkattir:
Efendimiz o kadar çok îtinâ gösteriyor ki; yahudiler oruç tutarlardı, iftarı şeye kadar, yatsı namazına kadar iftarı geciktirirlerdi. Rasûlullah Efendimiz buyuruyor:
“Allah Teâlâ şöyle buyurdu:
«Kullarımın Bana en yakın olanları, oruç açmakta acele davrananlardır.»” (Tirmizî, Savm, 13)
Yahudilere, oruç açmakta bile benzememek. Çok ibretli…
Yine yahudilerde sahur yoktu. Yine Efendimiz buyuruyor:
“Bizim orucumuz ile ehl-i kitabın orucu arasında en önemli fark, sahur yemeğidir.” buyuruyor. (Müslim, Sıyâm, 46; Ebû Dâvûd, Savm, 16; Nesâî, Sıyâm, 27; Tirmizî, Savm, 17)
Hiçbir şey yoksa, sahurda kalkıp bir bardak su iç.
“Üzerinize farz olan orucun dışında Cumartesi günü oruç tutmayın.” buyurdu. (İbn-i Mâce, Sıyam, 38)
Çünkü yahudiler de cumartesi günü oruç tutardı. Farzın dışında…
Nasıl davet edilecek? Mescid-i Nebevî inşâ edildi. Kimi dedi;
“–Boru çalalım.”
“–Yok dedi, o, yahudilerin âdetidir.” dedi.
Kimi dedi:
“–Çan çalalım.”
“–Yok, bu, hristiyanların âdetidir.” dedi.
En nihâyet, bu ezan zuhur etti. Bu ezanla Efendimiz de sevindi. Abdullah bin Zeyd’e rüyada ezan ilham edildi. Velhâsıl o ezan devam ediyor. (Bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 27/498)
Ondan sonra, ikinci, hicret yılında da Efendimiz çok sevindi. Eskiden Kudüs’e dönülüyordu. Yahudiler de:
“–Bak, bizim kıblemize dönüyorsun.” diyorlardı. Mekke’ye dönünce, Efendimiz yine sevindi.
Velhâsıl bunlardan gaye nedir, bunları anlatmaktan gaye? Demek ki kendimiz, çocuklarımız, internetin, televizyonun vs. tesirinde kalıp hayat tarzımız onlara aslâ aslâ benzemeyecek. Çünkü bu, îmâna zarar verir.
Onun için Rasûlullah Efendimiz’in her hâline biat etmek…
Akabe’de, Mekke’de müslümanlar, Rasûlullah Efendimiz’e biat ettiler. Allâh’a biat, Rasûl’üne biat.
Abdullah bin Revâha sordu:
“–Yâ Rasûlâllah! Bu biatta ne var bize?” dedi.
Efendimiz buyurdu ki:
“–Cennet var.” dedi. (Bkz. İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 406)
Onun üzerine Tevbe Sûresi’nin 111. âyeti indi.
“Onlar, mallarıyla canlarıyla Cennet’i satın almıştır.”
Demek ki ona, mallarını canlarını nezrederek, cömertçe harcayarak, o şekilde bir biat ettiler.
Bedir’de yine biat ettiler. Müslümanlar çok zayıftı maddî olarak.
“–Yâ Rasûlâllah! Sen mahzun olma dediler. Sen denize girsen, biz de kendimizi denize atarız dediler. Biz, yahudiler gibi, «Sen ve Rabbin gidin şey yapın, o kavmi perişan edin, arkasından biz geçelim» demeyeceğiz dediler. Sen denize girsen, arkandan denize gireriz.” dediler. (Bkz. İbn-i Hişâm, II, 253-254)
Yine Uhud’da Efendimiz’i sahâbe, biraz mahzun gördü. Hazret-i Hamza şehid oldu, Mus’ab şehid oldu, yetmiş şehid oldu. Efendimiz’i mahzun görünce sahâbe üzüldü;
“–Yâ Rasûlâllah! Biz şehid olmaya biat ediyoruz Sen’inle!” dedi.
Hudeybiye’de yine Efendimiz mahzun oldu. Mekke’ye almadı müşrikler. Yine sahâbe geldi; bu, Bîatü’r-Rıdvan, Fetih Sûresi’nde:
“Biz dediler, yâ Rasûlâllah, Sen’in gönlünde ne varsa Sen’in gönlündekine biz biat hâlindeyiz.” dediler. İşte Allah onlardan memnun oldu.
Velhâsıl, îmandan bir tâviz olmayacak.
Rasûlullah Efendimiz:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ buyuruyor.
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
En çok hayatınızda kimi sevdiğinize dikkat edin. Sevmek de lâfta olmayacak. Fiilen ne kadar benziyoruz?
Demek ki canımız, malımız, evlâdımız, hepsi bir seferber hâlinde olacak. Bu çok mühim. “Ben gidiyorum, evlâdım ne hâlde…” olmayacak.
Bakın; Zekeriyyâ -aleyhisselâm-’ın derdi, kendisinden sonra İslâm’ın devam etmesi ve kendisinin evlâdının derdi bu, İslâm’ı yaşatacak bir evlât verilmesiydi.
İbrahim -aleyhisselâm-’ın da derdi buydu. Hem kendisi hem de arkadan gelecek evlâdıydı.
Velhâsıl bir müslüman da böyle dertlenmesi lâzım. Kendiyle dertlenmesi lâzım:
“Ben nasıl Allah Rasûlü’ne yakınım, evlâdım ne kadar yakın? Ben evlâdıma ne verdim?..”