Ebedî Fecre
Yıl: 2008 Ay: Aralık Sayı: 46
İmam Gazâlî Hazretleri, insan fıtratında üç temel sâik tespit eder:
1. Kuvve-i akliyye,
2. Kuvve-i gadabiyye,
3. Kuvve-i şeheviyye.
HAYATA TESİR EDEN ÜÇ HUSUS
İnsan fıtratını teşkil eden kuvve-i akliyye, kuvve-i gadabiyye ve kuvve-i şeheviyyeden ibaret olan üç husus etrafında bin bir haslet ve özellik iç içedir. Bilhassa kuvve-i gadabiyye etrafında… Çünkü insanın hareketlerini kontrol edebilmesi itibarıyla bu husus, son derecede müessirdir. Yani güzel hasletlere sahip olmak kadar onları tecellî ettirebilmenin veya menfî bir hâdise ânında o güzel hasletlerin devre dışı kalıp kalmamasının temel ölçüsü bu husustur. Bu sebeple etraflıca kavranması gereken en mühim kuvvelerden ikincisi;
2. KUVVE-İ GADABİYYE
Gadap, yani öfke kuvvesini insanın içine yerleştiren Cenâb-ı Hak’tır. Her şeyde olduğu gibi bunun da insana verilmesinde imtihan sırrı açısından pek çok hikmet vardır. Çünkü gadap, bazen kullanmamak, bazen de kullanmak zarûreti yanında bilhassa nefis ve irade eğitiminde insanı hayli terletip pişiren bir hususiyettir. Dolayısıyla onun üç hâlini de en güzel şekilde bilmek, bir mecburiyettir:
A. KUVVE-İ GADABİYYEDE İFRAT:
Kontrolsüzce kızmaktır ki, bunun adı hiddettir. Aklın âfetidir. Çünkü hiddet gelince akıl baştan gider. Bu itibarla müsbet ve ideal aklı zaafa uğratan en müthiş müessir, gadaptır. Nitekim cinayet ve zulümlerin büyük çoğunluğu gadap neticesinde meydana gelmiştir.
Bunun en güzel ıslahı:
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
“Kalpler, ancak Allâh’ın zikriyle itmi’nâna erer!” (Ra’d, 28) âyetinde buyurulduğu üzere zikr-i ilâhîye sarılarak Cenâb-ı Hak’la beraberlik şuuruna varabilmek ve her an ilâhî murâkabe altında olduğumuzu hissedebilmekten geçer.
O zaman insan, en şiddetli gadap ânında da sükûneti temin eder. Değişen şartlar altında muvazeneyi bozmaz. Huzura nâil olur. Bu huzur hâli Kur’ânî ifadeyle;
رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً
yani kulun Allah’tan, Allâh’ın da bu teslimiyet karşısında kuldan râzı olmasıdır. Diğer bir ifadeyle muhsinlerden/Allâh’a yakın kullardan olmasıdır. Muhsin denilince de Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan özellikleri itibarıyla bilhassa akla gelenler;
ÖFKELERİNİ YUTANLAR
Şurası bir gerçektir ki, hiddet gelince, aklın gücü azalarak zaafa uğrar. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim, muhsin/Allâh’a yakın kullar için gayzını/öfkelerini yutmak ve affetmek gibi yüksek özelliklerinden vurguyla ve övgüyle bahsederek şöyle buyurur:
اَلَّذٖ۪ينَ يُنْفِقُونَ فِى السَّرَّاءِ وَالضَّرَّاءِ وَالْكَاظِمٖ۪ينَ الْغَيْظَ وَالْعَاف۪ٖينَ عَنِ النَّاسِ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنٖ۪ينَ
“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” (Âl-i İmrân, 134)
Rivayete göre Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin bir kölesi vardı. Kendisinin yakın hizmetlerini görürdü. Bir gün köle, getirmiş olduğu içi çorba dolu bir kâseyi kazârâ Câfer Hazretleri’nin üzerine döktü. Üstü-başı çorbaya bulanan Câfer Hazretleri de, öfke ile kölenin yüzüne baktı.
Bunun üzerine köle:
“–Efendim, Kur’ân’da: «وَالْكَاظِمٖ۪ينَ الْغَيْظ : Öfkelerini yenenler» takdir buyuruluyor!” dedi.
O zaman Câfer-i Sâdık Hazretleri:
“–Öfkemi yendim!” dedi.
Bu sefer köle:
“–Kur’ân’da aynı yerde: «وَالْعَاف۪ٖينَ عَنِ النَّاسِ : İnsanların kusurlarını bağışlayanlar» da takdir buyuruluyor!” dedi.
Câfer Hazretleri:
“–Haydi bağışladım seni!..” dedi.
Bu defa da köle:
“–Âyetin sonunda:
«وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنٖ۪ينَ : Allah ihsanda bulunan, iyilik eden kimseleri sever!» buyuruluyor!” dedi.
Bunun üzerine Câfer-i Sâdık Hazretleri:
“–Haydi git, hürsün artık; seni Allah için âzâd ettim!..” dedi.
Bu misal, canlı bir Kur’ân olarak yaşayabilmenin en güzel örneğidir.
Aynı zamanda öfkenin hazmedilmesinde Kur’ânî düstur ve prensiplerin ne kadar müessir olduğunun da bir nişânesidir.
Bu itibarla cennete girmenin şartı olarak da Hazret-i Peygamber’in talimatı şu olmuştur:
«ÖFKELENME!»
Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-, Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e:
“–Bana cennete girmek hususunda bir şey öğret!” deyince; Fahr-i Kâinat Efendimiz:
“–Öfkelenme!” (Buhârî, Edeb, 76; Tirmizî, Birr, 73) buyurdu.
Yine aynı şekilde bir kişi Peygamber Efendimiz’e:
“–Yâ Rasûlâllah! Çok şey belleyecek gücüm yok. Bana, saadetimi mûcib olacak kısa bir şey buyur!” deyince, ona da:
“–Öfkelenme!” (Buhârî, Edeb, 76; Tirmizî, Birr, 73) buyurdu.
Zira o kişinin en büyük ihtiyacı sükûnetti. O şahıs gadabını yenemediği için Efendimiz ona; «لَا تَغْضَبْ : Öfkelenme!» buyurdu.
B. KUVVE-İ GADABİYYEDE TEFRİT:
Korkaklıktır. Korkaklığın en çirkin ve iğrenci, düşman karşısındaki korkaklıktır. Korkaklığın bertaraf edilmesi için de Allah’tan korkmak îcap eder. Allah’tan korku arttıkça, fânîlerin korkusu azalmaya başlar ve nihayet hükmünü kaybeder. Misal:
-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, muhtelif krallara İslâm’a davet mektubu gönderirdi. «Kim götürecek?» diye sorduğu zaman birçok genç kalkar:
«Yâ Rasûlâllah bu şeref bana ait olsun!» derlerdi.
«Şu çölleri nasıl aşacağım, kralların göz işaretine bakan cellâtların karşısında bu mektubu nasıl okuyacağım?!» diye düşünmezlerdi. Tevhid inancına bağlı büyük bir teslimiyet ve heyecan içinde şevkle yola koyulurlardı. Kralların huzuruna dimdik vaziyette çıkarlar ve cellâtların hunhar bakışlarından hiçbir ürperti duymazlardı. Emin bir cesaret ve vakar ile Efendimiz’in İslâm’a davet mektubunu canları pahasına da olsa okurlardı. Nitekim Pers/İran kralının parçalattığı elçi, öldürüleceğini sezdiği hâlde korkuya kapılmamış ve hiç çekinmeden Hazret-i Peygamber’in mektubunu başından sonuna kadar okumuştu.
Çünkü Allah ve Rasûlü’nün muhabbeti, onlarda fânîlere olan korkuyu sıfırlamıştı. Onların yürekleri, ancak Allah korkusuyla doluydu. Tıpkı Musa -aleyhisselâm-’a îman eden sihirbazlar gibi. Onların son anlarındaki ilticâsı ne güzeldir:
«YÂ RABBÎ SABIR YAĞDIR!»
Hazret-i Musa ile müsabakaya giren Firavun’un sihirbazları, gördükleri ilâhî hakikatler ve büyük mûcize karşısında Firavun’a tavır koyarak:
“–Biz Musa ve Harun’un Rabbine îman ediyoruz.” dediler.
Ve böylece Firavun’un va’dettiği gözdelerden olmayı, yani dünyevî rütbe ve hazineleri reddetmiş oldular.
Bunun üzerine Firavun müthiş bir öfke ile:
“–Sizin kollarınızı ve bacaklarını çapraz olarak kestireceğim. Siz kanlar içinde kıvranırken de hurma dallarına astıracağım! Böylece size azâbın en şiddetlisini tattıracağım!” derken onlar da ona büyük bir cesaret ve îman coşkusu ile:
“–Senin fiilin dünyaya aittir. Nasılsa Allâh’a döneceğiz, sen fiilinde serbestsin.” dediler.
Sihirbazların kol ve bacakları tek tek kesildi. Ortalık kan gölüne döndü. Bu durumda o sabır ve sebat âbidesi yeni mü’minler, îmanlarının zaafa uğramasından korkarak:
رَبَّنَاۤ اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِم۪ينَ
“…Yâ Rabbî! Üzerimize sabır yağdır; canımızı Müslüman olarak al!” (A’râf, 126) diye dua ettiler.
Kur’ân-ı Kerim, bu ideal insanların yalnız Allah’tan korktuklarını gösteren ne güzel bir misaldir.
Taşlanan Habîb-i Neccâr, kendisini taşlayan kavme acıma hâlindeydi. Şehid olurken ötelerden kendisine perdeler açıldı. O zaman kavminin hâline daha bir üzülerek:
يَا لَيْتَ قَوْم۪ي يَعْلَمُونَ بِمَا غَفَرَ ل۪ي رَبّ۪ي
وَجَعَلَن۪ي مِنَ الْمُكْرَم۪ينَ
“Keşke milletim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını bilseydi!” (Yâsîn, 27) dedi.
İsa -aleyhisselâm-’a ilk îman eden Müslümanlar da, Roma arenalarında aslanların dişleri arasında îmanlarını korudular. Onlar, yalnız Allah’tan korktular ve böylece fânîlerden korkmayı bertaraf ettiler.
Îmandaki bu sabır ve sebat, asr-ı saadette de en zirvede yaşandı. İşte;
EBEDÎ KÂR!
İslâm’ın ilk şehîdesi Hazret-i Sümeyye -radıyallâhu anhâ-, vahşî işkencelere mâruz kaldı. Onca eziyet ve cefa yetmiyormuş gibi, azılı müşrikler tarafından bir ayağı bir deveye, diğer ayağı da diğer bir deveye bağlanarak canavarca parçalandı, fecî bir şekilde şehid edildi. Hazret-i Sümeyye, muazzam bir tevekkül ve teslimiyet içinde sabır testisinden şehâdet şerbetini şevkle içti. Oysa daha evvel bir iğneden bile korkardı. Fakat îmandan sonra kalbine yalnızca Allah korkusu hâkim oldu. Öyle ki hunharca bir cinayette bile eğilmedi. Bütün fânîlere ve fânî korkulara meydan okudu.
Önceki misallerde olduğu gibi Hazret-i Sümeyye de, kuvve-i gadabiyyenin ifrat ve tefritine düşmedi. Öfke ve cinnet hâli yaşamadı. Muvazeneyi bozmadı. Sükûnet ve kalbî bir denge içerisinde büyük çilelere göğüs gerdi ve dünya imtihanını ebedî kâra dönüştürdü.
C. KUVVE-İ GADABİYYEDE ÎTİDAL:
Şecaattir. Gücü yerinde kullanmaktır. Nefse mağlûp olmamaktır. Hadîs-i şeriflerde buyurulur:
“Allah Teâlâ, öfkesini tutanın ayıbını örter!” (İhyâ, III. 372)
“Allah indinde rızâya nâiliyet için bir kulun öfke yudumunu yutmasından daha sevaplı bir yudum olmaz!” (İhyâ, III. 392)
“Güçlü ve kuvvetli pehlivan herkesi sallayıp yere yatıran değildir. Asıl kahraman kişi, öfke zamanında kendini tutandır.” (Buhârî, Edeb, 102; Müslim, Birr, 106-108)
Bu hadîs-i şeriflerin şuur ve idrak ikliminde yetişen ashâbın her hâli, İslâm tarihini bambaşka güzelliklerle doldurmuştur. Bilhassa;
HAZRET-İ ALİ’NİN GERÇEK ZAFERİ
Hazret-i Ali, bir gazâda bir düşman neferini altına almış, öldürmek üzereydi. O esnada adam, Hazret-i Ali’nin nurlu ve mübarek yüzüne tükürdü. Allâh’ın arslanı Hazret-i Ali de bunun üzerine kılıcını yavaşça yere indirdi, kınına soktu ve rakibini öldürmekten vazgeçti.
Adamcağız bu hâle pek şaşırdı. Çünkü onun çirkin hareketi karşısında Hazret-i Ali’nin büyük bir hiddet ve öfkeye kapılacağını düşünmüştü. Fakat hayal edemeyeceği bir hakikatle karşılaşmıştı. Hayret ve merakla sordu:
“–Yâ Ali! Beni tam öldürecekken niye durdun?..”
Hazret-i Ali şöyle dedi:
“–Ben seni Allah için öldürecektim. Fakat sen yüzüme tükürünce araya nefsimin karışmaması için öldürmekten vazgeçtim. Çünkü biz, nefsimiz için değil Allah için gazâ ederiz.”
Bu cevap üzerine o düşman adamın kalbi hidayet nûru ile doldu. Kelime-i şahâdet getirdi. Bu hâdiseyi Hazret-i Mevlânâ, türlü mecazlara girerek şöyle nakleder:
“Ameldeki ihlâsı Hazret-i Ali’den öğren! O ki, Allah yolunda bir gazâda karşısına çıkan amansız, güçlü bir kişiyi alt ederek yere düşürmüş ve boğazını kesip öldürmek için üzerine atlamıştı.
O esnada ölümle burun buruna gelen mağlûp kişi; «Nasılsa artık ölümün pençesindeyim!» diye yenilgisinin hırsıyla, o peygamberlerin ve velîlerin iftihârı olan Hazret-i Ali’nin yüzüne tükürdü.
Bu tükürük, Hazret-i Ali’nin ayın bile önünde baş eğdiği güneş gibi yüzüne isabet edince, o mertlerin şahı, düşmanını öldürmek için kaldırmış olduğu kılıcını geri çekti. Durakladı ve dövüşme hızını gevşetti. Sonra da düşmanın üzerinden kalkarak onu serbest bıraktı.
O kişi dedi ki:
«–Üzerime keskin kılıcını çekmiştin! Tam öldürecektin ki, bundan vazgeçip canımı bağışladın! Neden böyle yaptın? Beni helâk edecek bir fırtınaydın, nasıl oldu da duruldun? Ne oldu da, o beni yere seren kudretli öfken sükûnet buldu?
Ey cenk meydanlarının yenilmez kahramanı! Lutfedip hâlinden bir parça anlat! Bu nice ahvaldir? Elindeki kılıç boynumu kesmedi, ancak gönül kılıcın kalbimi parça parça eyledi. Bana bu sırrı açıkla ki, rûhum ana rahmindeki yavrunun can bulmasına benzer bir hayatla canlansın!»
Hazret-i Ali şöyle buyurdu:
«–Ey kişi! Bilesin ki ben, kılıcımı yalnız Hakk’ın rızâsı için kullanmaktayım. Çünkü ben, Hakk’ın kölesiyim, nefsimin putperesti değilim. Allâh’ın arslanıyım, hevâ ve hevesimin değil…
Ben süslü bir kılıç gibi vahdet incileriyle doluyum. Bu sebeple muharebede insanları öldürmekten ziyada onların dirilmeleri için gayret sarf ederim.
Bunun içindir ki, şu gazâda seninle dövüşürken tükürmen dolayısıyla nefsânî bir hâl zuhur edince, kılıcı kınına koymayı münasip gördüm. Çünkü;
Nefis ve şehvetine uyanlar, kendilerini öyle dipsiz bir kuyuya atarlar ki, onları kurtarmak için kuyunun dibine ulaşacak ip âdeta yok gibidir.
Ey kişi! Bende Hakk’ın sıfatlarından gayrı sıfat yoktur. Eğer bu devlete erişmek istiyorsan beri gel!
Beri gel; Allah, fazl u rahmeti ile seni de nefsine köle olmaktan âzâd eylesin! Zira O’nun rahmeti, gazabını geçmiştir.»
Bu sözlerden sonra hidâyet nûruyla müşerref olan bahtiyar adama Hazret-i Ali, şöyle hitab eyledi:
«–İşte şimdi tehlikeden kurtuldun. Evvelce kıymetsiz, sıradan bir taş idin. Şimdi hakikat iksiri sayesinde ender bir mücevher hâline geldin. Küfür dikenleri arasından sıyrılmasını bilen bir îman gülü hâline geldin! Ne mutlu artık sana!»”
Hazret-i Ali’nin bu gerçek zaferinin tek sırrı;
AF YOLUNU TUTMAK
Allah Teâlâ buyurur:
“(Rasûlüm!) Sen af yolunu tut! İyiliği emret ve cahillerden yüz çevir!” (A’râf, 199)
İki kişi birbirine sövüp duruyordu. Bunlardan birinin yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuş, boyun damarları şişmiş, dışarı fırlamıştı. Bunu gören Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:
“Ben bir söz biliyorum, eğer bu kişi onu söylerse, üzerindeki bu kızgınlık hâli geçer. Eğer o;
«Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm : İlâhî rahmetten kovulmuş şeytandan Allâh’a sığınırım!» derse, üzerindeki hâl kaybolur.” (Buhârî, Bed’ü’l-halk 11, Edeb 44, 76; Müslim, Birr 109)
Cenâb-ı Hak buyurur:
“Şeytan seni tahrik edecek olursa Allâh’a sığın. Doğrusu O, işitendir, bilendir.” (Fussılet, 36)
Şeytanın tahriklerine kapılmamak ve sabrın zorlandığı hâdiseler karşısında damar damar kabaran öfkeyi yatıştırabilmek hususunda Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in tavsiyeleri pek mânidardır:
“Biriniz kızdığında ayaktaysa otursun. Öfkesi geçerse ne âlâ! Aksi hâlde yatsın.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 3/4782; Ahmed, V, 152)
“Öfke şeytandandır. Şeytan ise ateşten yaratılmıştır. Ateş su ile söndürülür. O hâlde biriniz öfkelendiğinde abdest alsın.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 3/4784; Ahmed, IV, 226)
Bütün mesele; ahmakların, kendini bilmezlerin, cahillerin ve nâdanların sataşmalarına:
“SELÂMÂ!..” DİYEBİLMEK.
Âyet-i kerîmelerde buyurulur:
“Rahmân’ın kulları ki, yeryüzünde vakar ve tevâzû ile yürürler; kendini bilmez, nâdan ve câhil kimseler kendilerine (hoşa gitmeyecek) lâflar attığı/sataştığı zaman (onlara nezaketle) «selâm» derler (geçerler).” (Furkān, 63)
“Onlar yalan yere şahâdet etmezler; faydasız bir şeye rastladıkları zaman yüz çevirip vakarla geçerler.” (Furkān, 72)
Yani her ne olursa olsun kuvve-i gadabiyye hususunda îtidal üzere hareket ederler. Faydasız şeylere kapılmazlar. Sataşmalara bulaşmazlar. Yalandan uzak dururlar. Her hâlükârda vakarlarını bozmazlar. Faydasız işlerle oyalanmazlar ve kendini bilmeyen cahil kişilerle yüz-göz olmazlar. Hiçbir şekilde öfkeye mağlûp düşmezler.
Ancak;
Gadabın/öfkenin de gerektiği bir yer vardır ki zaten bu kuvve bize bu sebeple verilmiştir. O da;
Allâh’ın dininin tahkir ve tezyif edildiği, hafife ve alaya alındığı yerlerde gösterilmesi gereken Allah için öfkelenmektir. Bu öfke, makbul bir öfkedir. Hattâ bu öfke, bir mü’minin îman heyecanını gösteren bir ayna gibidir. Çünkü hakkın çiğnendiği yerde susmak, Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in ifadesiyle dilsiz şeytan olmaktır.
Bu bakımdan Cenâb-ı Hak, lâyıkına muhabbet ve müstehakkına nefreti canlı tutmak hususunda Kur’ân-ı Kerim’de bol bol mesajlar vermektedir.
Meselâ Tebbet Sûresi’nde, lâyıkına muhabbet ve müstehakkına nefreti bilhassa ifade etmektedir. Hem de Hazret-i Peygamber’in en yakın akraba hükmünde olan öz amcası hakkında: “İki eli de kurusun!” buyurarak. Çünkü Ebû Leheb, Efendimiz’e düşmandı. Dolayısıyla nefrete müstehak oldu. Bu durumda ona olan nefret Hazret-i Peygamber’e olan muhabbetin nişanesidir. Çünkü muhabbetin ölçüsü, Allah ve Rasûlullah düşmanlarına karşı öfkeyi gerektirir.
Bu hasleti Cenâb-ı Hak şöyle vurgular:
“Allah Rasûlü’nün beraberinde bulunanlar kâfir-lere karşı gayet şedit, kendi aralarında (mü’minlere karşı) da son derece merhametlidirler.” (Fetih, 29)
Allah dostlarından Abdülhakim Efendi derdi ki:
“Bir Allah düşmanının yaptığı basit bir duvar hakkında da olsa hayranlık belirten bir ifade kullanmak bile kalpte çatlak meydana getirir. Çünkü onun iyi olduğuna dair sıradan bir kanaat ve dolayısıyla itibar yükseltmek de, neticede saygıya dönüşebilir ve Allah korusun îmanı zaafa uğratabilir.”
Gerçekten de îmanlarda zaaf ve çatlakların oluşması, lâyıkına muhabbet ve müstehakkına nefret olmadığı zaman zuhur etmiştir.
Bu sebeple Cenâb-ı Hak, Peygamber’e sevgisinin karşısında peygamber düşmanı olan amcası Ebu Leheb’e tiksinti ve nefretini bildirmekle muhabbet ve nefretin nasıl kullanılacağını sergilemektedir.
MALÛMDUR Kİ;
Efendimiz kendisi için hiçbir zaman gadaplanmazdı/öfkelenmezdi. Fakat hakkın çiğnendiğini gördüğü zaman alnındaki bir damar kabarır, şişkinleşirdi. Kızgınlığı çehresinden de âşikâre belli olurdu.
Hilye-i şerîfede şöyle ifade edilir:
“İki kaşı arasında bir damar bulunuyordu ki, Hak için öfkelendiği zaman kabarırdı.
Hakk’a itiraz edilmesinin, hakkın çiğnenmesinin hâricinde öfkelenmezdi.
Kimsenin farkına varmadığı bir hak çiğnendiği zaman öfkelenir, o hak yerini buluncaya kadar da öfkesi devam ederdi. Ancak hakkı tevzî ettikten sonra sükûnete bürünürdü.”
Yâ Rabbî, Peygamber Efendimiz’in yüce ahlâkı üzere yaşayabilmeyi cümlemize nasib eyle! Bizleri, nefsini yenen gerçek pehlivanlardan eyle! Kalbî hasletlerimizi; hidâyet, ibadet, güzel ahlâk ve sekînet ölçüleri içerisinde inkişaf ettir!
Âmîn!..