Ebedî Fecre
Yıl: 2009 Ay: Ekim Sayı: 56
İLİM NİYE LÂZIM?
Yûnus Emre Hazretleri’nin şu beyti hiç eskimeyecek bir gerçek:
İlim ilim bilmektir; ilim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsen; ha bir kuru emektir!
Çünkü ilmin var olmasının sebebi;
“Kendini bilen Rabbini bilir…” sırrı içerisinde kulları Cenâb-ı Hakk’a ulaştırmaktır.
Bu bakımdan o, yani ilim;
Her hâlükârda Cenâb-ı Hakk’ı hatırlatmalı ve O’na yaklaştırmalı. Kalpte, azamet-i ilâhiyye karşısında derin bir hayranlık uyandırmalı ve Allâh’ın kudret akışları karşısında dehşete düşürmeli. Yani kula Allâh’ı hatırlatarak kalbi titretmeli. Allâh’ın âyetleri okunduğunda îmânı artırmalı, coşturmalı, vecde getirmeli.
YANİ İLİM;
Cüz’î iradeyi küllî iradeye teslim edip huzura erdirmeli. İbâdetlere daha dikkatli ve titiz olmaya sevk etmeli. Bilhassa namazlarda kimin huzurunda olduğumuzun farkına vardırmalı. Rabbin emrettiği istikamette hizmetleri deruhte etmek için içtimâîleştirmeli. Dâimâ ihsan ve infak hâlinde yaşatmalı. Devamlı tefekkür ile yoğurmalı. Her nefeste Cenâb-ı Hak’la beraber eylemeli. Yatarken, ayaktayken, yürürken, rahatlıkta, yoğunlukta ilh. hangi vaziyette olursa olsun hayatın her safhasında yerin, göğün ve kendisinin nasıl ve niçin yaratıldığını düşünmekten alıkoymamalı.
En mühim tahsil bu.
Zaten maddî ve mânevî bütün ilimler, bir bakıma Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azamet tecellîlerini tespitten ibarettir. Bu tespit de, mutlaka eserden müessire, sanattan sanatkâra götürmelidir. Kudret kaleminin şekil verdiği hârikaları, gönüller mutlaka okumalıdır.
Cenâb-ı Hakk’ın arzu ettiği ilim, bu ilim, yani kalbin tahsili olan ilimdir.
Eğer ilim, bu durum ve kıvamda olmuyorsa, yani hidâyete ulaştıracağı yerde nefsânî arzuları palazlandırıp saptırıyorsa, o artık sadece bir mavaldan ibarettir. Abesle iştigaldir.
Çünkü;
Cenâb-ı Hakk’a götürmeyen tahsil; öğle vaktinde, üstelik bulutsuz bir öğle vaktinde tamamen âşikâr olan koskoca güneşi kaybetmeye ve bulamamaya benzer. Bu, ilmin lâkırdısını yapıp da hakikatinden uzak düşmektir. İlmin kemâline yabancılık ve yabanîliktir. Böyle bir ilim de ancak idlâle/sapıklığa götürür. Kibir ve gurur çukurunda hüsrana uğratır; enâniyet ve benlik çölünde helâk eder. Çünkü mânevî ciheti olmayan ve kulu olgunlaştırıp da Hakk’a yaklaştırmayan ilim, hakikat semâlarına açılacak çift kanattan mahrumdur. Bu durumda Hazret-i Mevlânâ’nın dediği gibi:
“Henüz kanadı çıkmayan kuş uçmaya kalkarsa, her yırtıcı kedinin lokması olur.”
Dolayısıyla ilimden istifadenin yegâne formülü şudur:
İlim + takvâ = Cenâb-ı Hakk’a yakınlık…
Yani;
İLİM, HÂLİ GÜZELLEŞTİRMELİDİR…
Yani ilmin, hâlle imtizaç etmesi lâzımdır. Aksi hâlde en güzel gibi görünen bilgiler bile sadece lâ-yenfadır, yani faydasızdır. Üstelik Allâh’ın âyetlerini bile satmaya kadar götürür. Hem de ufacık bir menfaat karşısında.
Hazret-i Mevlânâ yine der ki:
“Mâneviyatla dolu gerçek bilginin iki kanadı vardır, fakat tam tersi olan şüphenin ve zannın ise tek kanadı.
Tek kanatlı bir kuş, çabucak tepetaklak düşer. Kendini toplayıp uçmaya çalışsa bile nihayet iki adım, yahut biraz daha fazla uçabilir. (Sonra şeytan isimli kedinin ağzına lokma olur.)
Zandan kurtulur ve ona «yakîn ilmi» yüz gösterirse, o tek kanatlı kuş, iki kanatlı olur. Artık doğru yolda yürür. Yüzüstü de düşmez. Eğri-büğrü de uçmaz.”
Sadece kuş mu?
Hangi meselede olursa olsun insanoğlu tek kanatlı hareket ettiğinde asla matlup bir neticeye ulaşamaz. İlimde, ticarette, muâmelâtta, her şeyde…
Bilhassa eğitimde / terbiyede…
Yani;
İnsan; ilim, eğitim ve terbiye meselesini tek taraflı bir başka ifadeyle mâneviyatsız bir şekilde gerçekleştirmeye kalkışırsa, tek kanatlı kuş gibi kalır ve maksadına eremez.
YA DA;
Kusurlu kalır. Ârızalı bir yapı kurmuş olur. Dolayısıyla söz sahibi olursa, hakkı tevzî edeceği yerde cellâtlık yapar. Doktorsa, şifâ dağıtacağı yerde kasap kesilir. Ustaysa, kale gibi sağlam yapılar inşa edeceği yerde çürük tahta kadar dayanıksız yapılar inşa eder. Çobansa, kuzulara karşı kol-kanat gereceği yerde bir kurt gibi canavarlık sergiler.
Onlarda mânevî ilim ve terbiyenin eksikliği, sadece bunlarla kalmaz. Daha nice rezâlet, felâket ve kötülüklere âmil olur.
Çünkü;
Mâneviyat olmadığı zaman insanın diğer mahlûkattan farkı yoktur. Mâneviyatsız insan, her şeyden önce insanlık hüviyetinden uzak demektir. Bu uzaklık, kişinin bilgisi arttıkça daha da artar. Zira bilgi, mânevî bir terbiye ile onu en güzel şekilde kullanmaya hazır olan gönüllerde gerçek meyvesini verir.
Bu itibarla;
İLİM FAYDA VERMELİ…
Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, mâneviyattan mahrum olarak tahsil edilen bir ilim hakkında;
«Fayda vermeyen ilim…» hükmünü koymuş ve ondan da sürekli Allâh’a sığınmıştır. O ilim şehri bir peygamber olarak faydalı ilme rağbet ettiği nisbette faydasız ilimden de, yani nefsâniyetin hoyratlığına dûçâr eden bilgiden de son derecede kaçınmıştır.
Yani O, ilmi;
Ancak mânevî terbiyeye vesile, gaflet ve günahtan uzaklaştırıcı, özde de dâimâ Allâh’a yaklaştırıcı bir vasıta olarak makbul görmüştür. Çünkü ilmin nihâî maksadı, yaratıcımız ve her şeyimiz olan yüce Allâh’ı en güzel şekilde bilebilmek, O’nun cemâlî sıfatlarından da bir nasib alabilmek ve O’nunla dost olabilmektir.
Dünya dershanesi de bunun için kurulmuştur. Bu dershanenin malzemelerini iyi kullanabilmek de, ancak kudret kaleminin yazdığı hârikaları okuyarak gerçekleştirilecek bir tahsil ekseninde mümkündür. Bu sebepledir ki; Hazret-i Peygamber’e ilk ilâhî vahiy ve emir olan;
«Oku!» fermanı, yaratan Rabbin adıyla olması şartına bağlanmıştır. Yani okumanın en birinci şartı:
ALLÂH’IN İSMİ İLE…
Âyet-i kerîmede buyurulur:
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ى خَلَقَ
“Seni yaratan Rabbinin adıyla oku!”
Demek ki tahsil bu.
Bu tahsilde, Rabbimizin bizi yaratışına dikkat çekilerek O’nun adıyla okumak var. O hâlde kalbin, bu okumayla alâkalı olarak önce kendi yaratılışımıza ve sonra da yaratılan bütün her şeye, mikrodan makro âleme kadar tüm kâinata nazar etmesi ve hepsinde de mevcut olan yüce Yaratıcı’nın mührünü görerek O’nun ismi ile bir tahsil gerçekleştirmesi son derecede mühim. Çünkü müessiri görmeden eseri tam olarak kavrayabilmek ve ondaki sır ve hikmetleri çözebilmek mümkün değildir.
Bu itibarla;
Kalbin;
«Oku!» emrini tecellî ettirebilmesi için neyin, nasıl yaratıldığına dair hem insandaki hem de kâinattaki ilâhî sergileri ve vitrinleri çok iyi temâşâ etmesi lâzım. Yani ilâhî azamet ve kudret tecellîleri kalpte muazzam şekilde tanzim ve tertip edilmiş bir vitrin hâlinde olmalı.
Böyle olması için, yani;
TAM OKUMAK İÇİN…
Cenâb-ı Hakk’ı, kâinatta eşsiz bir güzellik, incelik ve mükemmellikle şekillendirici demek olan اَلْمُصَوِّر / el-Musavvir sıfatıyla seyretmek şart! Aynı şekilde اَلْبَارِئ / el-Bârî / yaratıcı sıfatıyla da seyretmek gerek.
Bilhassa; اَلرَّحْمٰن / er-Rahmân sıfatının, yani rahmet ve merhameti bütün varlıkları kuşatıcı olmanın da tecellîsine ermeli. Özellikle beşerî münasebetlerde. Yani bütün mahlûkatı kucaklayan kâmil ve şâmil bir merhamete sahip olmalı. Keremli olmalı, ikramı bol olmalı.
Ayrıca;
اَلْمُؤْمِن / el-Mü’min sıfatı da tecellî etmeli. Yüreklerdeki îmânı parlatmalı ve gönüller rahmet taşırmalı. O îmânın sahibini de çevresini de koruyucu, himaye ve muhafaza edici olmalı.
Kalpler öncelikle;
İşte bu cemâlî sıfatlarla müzeyyen olmalı. Kudret akışları ve ilâhî azamet tecellîlerini tefekkür hâlinde olmalı. O zaman bütün kâinat bir vitrin hâline gelir. Göz, kalbin gözlüğü olarak çalışır. Kulak da, kalbin kulaklığı olarak iş görür. O zaman insan, tam anlamıyla gören ve işiten gönle sahip olur.
BÖYLECE;
Cenâb-ı Hak’la kul arasında büyük bir dostluk, beraberlik ve yakınlık meydana gelir. Bu çerçevede bu dostluk, beraberlik ve yakınlığın yegâne kapısı vasfındaki îman umdemiz ve muhabbet kaynağımız olan -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’le de candan bir müşterekliğe mazhariyet gerçekleşir. Çünkü seven, dâimâ sevdiğiyle bir ve beraber olmanın iştiyak ve vecdi içindedir.
Bu vecd ve iştiyak da, gönülde mânevî ilmi ve terbiyeyi daha da artırır, müstesnâ bir aynîleşmeye, yani bütünleşmeye dönüşür.
Nitekim -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’i en güzel şekilde tanıyabilmenin ve böylece O’na en yakın olabilmenin sırrı; dâimâ mânevî ilim, terbiye ve O’nunla aynîleşme, yani şahsiyet ve karakter bakımından bütünleşme nisbetindedir. Zira Allah, O’nu insanlara en büyük mürebbî ve rahmet olarak armağan etmiştir. Bütün insanlık, O’nun rûhundan tevzî ve ikram edilen rahmete muhtaçtır. İslâm hukuk metodolojisinin meşhur sîmâlarından Karâfî;
“Allah Rasûlü’nün hiçbir mûcizesi olmasa, yetiştirdiği sahabesi (ile kurduğu fazîletler medeniyeti), O’nun (ne büyük bir) peygamber olduğunun şahidi olarak yeter.” demiştir.
Çünkü O’nun yetiştirdiği asr-ı saâdet nesli, O’nun yüce ahlâkının en güzel vitrini olmuştu. Onlar bambaşka bir kıvamda O’nunla beraberlik, muhabbet ve aynîleşme yaşadılar. Nitekim sahâbe-i kirâmın o dâsitânî muhabbetlerinin ve bağlılıklarının özü ve özeti işte bu oldu:
YAKÎNEN TANIMAK…
O’nun mübârek ve güzîde ashâbı, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’i dâimâ O’na yakınlık ölçüleri içerisinde en güzel şekilde tanıdı, bildi, hayran oldu, mest oldu, üstün bir aşk ile sevdalandı ve O’nun en küçük bir arzusuna bile:
“Sana; anam-babam da, malım-canım da fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” dedi.
Kulakları O’ndan başkasını duymaz; gözleri de, O’ndan başkasını görmez bir hâle geldi. Bakışlarındaki yegâne maksat ve;
GAYE O’NU GÖRMEKTİ…
Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh-, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in vefatı üzerine, hicran içinde şu mânidar duâyı yaptı:
“Yâ Rabbi, artık bu gözlerimi al! Dünyada artık O’nu göremedikten sonra bu gözlerin, hiçbir şey görmesi gerekmez…”
Bu nedir? Yakından tanımanın aşk tecellîsi…
Çünkü kalp, O’nu yakînen gördükten sonra başka hiçbir şey görmek istemiyor. Abdullah bin Zeyd de O’nu, görmesi gerektiği şekilde gördüğü için O’ndan sonra başka bir şey görmek istemedi.
Mesele;
O’nu yakından tanıyabilmek…
İşte O’nu yakından tanıyabilenlerden bir âbide şahsiyet daha:
MEDİNE ÇARŞISINDA
BİR KÖLE…
Güçlü, kuvvetli. Almak için talibi çok.
Fakat kölenin, kendisini satın almak isteyenlere, her türlü hizmet mukabili tek şartı var. Üzerine düşen hizmetleri fazlasıyla yapacağına dair söz vererek söz istiyor. Diyor ki:
“–Ezân-ı Muhammedî okununca gideceğim, Allah Rasûlü’nün arkasında namaz kılacağım. Hizmetime mukabil tek şartım bu!”
Nihayet bu şartı kabul eden birine satıldı. Köle, beyan ettiği üzere hizmette kusur etmiyordu ve namaz vakitlerinde de mutlaka Mescid-i Nebî’de Hazret-i Peygamber’in ardında saf tutuyordu. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ile onun arasında muhabbetle dolu öyle bir cereyan hattı meydana gelmişti ki, Rasûlullah Efendimiz, mescide her gelişinde gönlüyle ve gözleriyle onu arıyordu. Bir gün onu göremeyince sahibine sordu:
“–Kölen nerede efendi?”
Sahibi cevapladı:
“–Yâ Rasûlâllah, hasta.”
Bunun üzerine -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz;
“–Haydi hep birlikte o köleyi ziyarete gideceğiz.” buyurdu.
Böyle bir şey, o zamana kadar görülmüş değildi. O devrin, hele ki cahiliye insanlarına göre bir köle alt tabakanın alt tabakasıydı. Neredeyse diğer mahlûkattan farkı yoktu. Onlara insanlık şahsiyetini tekrar kazandıran Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, bir de bu tavrıyla bir insanın gerçek mânâda nasıl değerli olduğunu da cümle âleme yaşayarak îlân etmekteydi. Hazret-i Peygamber’le beraber namaz kılmanın âşığı olmuş bir gönül, elbette ki çok yüce bir gönüldü. O belki zâhiren bir köleydi, ama mânen her türlü nefsânî kölelik ve esâretten kurtulmuş, hür bir kuldu. Hakk’a kulluğun da mânevî saltanatına nâil olmuş bir bahtiyardı. Hem de Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in iltifat ve alâkasına mazhar bir bahtiyar…
O bahtiyar kul, -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in ziyaretinden bir müddet sonra yine bir gün mescide gelemedi. Onu Ravza’da göremeyen Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- yine, onun sahibine sordu:
“–Efendi, kölen nerede?”
Adamcağız üzüntüyle;
“–Yâ Rasûlâllah, sekerât-ı mevt hâlinde… Öldü ölecek…” diye cevap verdi.
Bunun üzerine -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz bu defa da;
“–Haydi hep birlikte yine kölenin yanına gideceğiz.” buyurdu.
Yine ashâb-ı kirâmı topladı, kölenin yanına gittiler. -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, kölenin yanından ayrılmadı. Köle rûhunu teslim etti, yine yanından ayrılmadı. Gömülene kadar yanında durdu.
Bu hâdise karşısında muhâcirîn-i kiram dedi ki:
“–Biz bu kadar bir iltifat görmedik.”
Ensar-ı kiram da aynı şekilde;
“–Biz de bu kadar bir iltifat görmedik.” dedi.
O zaman âyet-i kerîme indi:
اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُمْ
“… Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız, takvâ bakımından en üstün olanınız, yani O’ndan en çok korkanınızdır…” (el-Hucurât, 13)
Bu âyetin muhtevasına giren o mübârek köle, demek ki -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’i yakından tanıdı ve O’na her bakımdan yakın oldu. İşte;
GERÇEK FAZÎLET…
İşte bir köleyi Hazret-i Peygamber’e yaklaştıran ve O’nu yakînen tanımasını temin eden ilim;
Mânevî ilim.
İşte;
O’nun emirlerine sarılarak riâyeti ve O’nunla beraberliği kâmil mânâda temin eden edep ve terbiye;
Mânevî edep ve terbiye.
Netice;
Hazret-i Peygamber’in iltifatına mazhar kılan bir aynîleşme. Gönlün o yüce gönülle aynîleşmesi.
İşte esas tahsil.
Bu tahsilde en temel;
İKİ PRENSİP:
–Allâh’a kulluk,
–Hazret-i Peygamber’e bağlılık.
Îmânın şifresi olan kelime-i şahâdet de bize bunu talim ediyor:
أَشْهَدُ أَنْ لٰا إِلٰهَ إِلَّا اللَّهُ
وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ
Burada Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e şahâdet ederken O’nun rasûllük rütbesinden önce kulluk rütbesine vurgu yapılması, dikkat çekicidir.
DEMEK Kİ;
En mühim ve gerçek mârifet, her şeyden önce Allâh’a kul olabilmek. Yani ihtiraslara değil, nefsin hoyratlığına değil, fânî lezzetlere ve gel-geç sevdalara değil, sadece Allâh’a kul olabilmek. Ne olursa olsun kulluk rotasını saptırmamak, dünyevîlikten uzak yaşamak.
İşte gerçek tahsil, gerçek ilim, gerçek edep ve terbiye.
İşte;
Her vakit, istikamet hâlinde yaşatan ve ilâhî murâkabe altında olduğunu unutmayarak kulluğa devam ettiren mânevî ilim ve terbiye.
Bu ilme ve terbiyeye sahip gönüller, öyle bir fazîletler medeniyeti oluşturdu ki, kelimeler ifadeden âciz kalır. Sayısız misallerden işte biri:
ALLAH NEREDE?
Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhumâ-, arkadaşlarıyla birlikte Medine civarında bir yere çıkmıştı. Onun için bir sofra kurdular. Bu sırada yanlarına bir koyun çobanı uğradı ve selâm verdi. İbn-i Ömer -radıyallâhu anhumâ-:
“–Gel ey çoban, sofraya buyur!” dedi.
Çoban;
“–Ben oruçluyum.” cevabını verdi. İbn-i Ömer -radıyallâhu anhumâ- onun iç dünyasına vâkıf olmak için-;
“–Bu şiddetli ve boğucu sıcakta oruç mu tutuyorsun, -nâfile oruç tutuyor- bir de bu hâlde koyun güdüyorsun?” dedi.
Daha sonra çobanı imtihan için;
“–Şu süründen bize bir koyun satsan, parasını sana ödesek, etinden de iftar edeceğin kadarını sana versek olmaz mı?” dedi.
Çoban;
“–Benim sürüm yok, bu koyunlar efendimindir.” cevabını verdi.
İbn-i Ömer -radıyallâhu anhumâ- yine onu denemek için;
“–«Kayboldu» dersin, efendin nereden bilecek ki?” dedi. Çoban ondan yüzünü çevirdi ve şahâdet parmağını kaldırdı, semâya doğru baktı;
“–Peki o zaman Allah nerede?” dedi.
Bu müthiş bir murâkabe hâli İbn-i Ömer’in çok hoşuna gitti. Hayat boyu çeşitli vesilelerle hep bunu tekrarladı:
“Bana çoban dedi ki: «Allah nerede?»”
Velhâsıl;
İbn-i Ömer -radıyallâhu anhumâ-, çobanın bu ihsan ve murâkabe hâlinden çok duygulanmıştı. Medine’ye geldiğinde, çobanın efendisine bir elçi gönderip sürüyü ve çobanı satın aldı. Çobanı âzâd ettikten sonra sürüyü de kendisine bağışladı. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, III, 341)
İlimden beklenen en mühim neticelerden biri de bu ahlâk-ı hamîde / övülmüş ahlâkî hasletler değil mi? Günahlardan, haramlardan ve şüphelilerden kaçmayı öğrenmek değil mi?
Bugün, o günkü çobanın sahip olduğu ilme ne kadar muhtacız. O ilimle bugün ticarî hayatımızı tanzim edersek, bir kul hakkı yenebilir mi? Bir kandırma olabilir mi? Asla. Lâkin günümüzde bilhassa abartılı ve gayr-i ahlâkî reklâmlar aracılığıyla ne kadar fecî bir kandırmaca ile ticaret yapılmaktadır. Allâh’ın arzu etmediği ticarî usûllere tevessül edilmektedir. O çobanın sînesinden çıkan; «Allah görmüyor mu? Düşünmüyor musunuz Allah nerede?» suâli ve hatırlatması, hepimiz için gerçek ilmin en güzel nişânesi olmalı değil mi? Bu hususta Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhumâ- Hazretleri’nin şu îkazını hiç unutmamalı:
“Namaz kılmaktan yay gibi olsanız,
Oruç tutmaktan da çivi gibi olsanız,
Haram ve şüphelileri terk etmedikçe Allah ibâdetlerinizi kabul etmez.”
Zaten insan gerçek ilim ile Hak katında neyin kârlı neyin zararlı olduğunu tam bilse, onu kulluktan, doğruluktan, Allâh’a ve Peygamber’e bağlılıktan hiçbir menfaat alıkoyamaz. Çünkü o, dünyayı değil, âhireti tercih eder. Maddeyi değil, mânâyı mühimser. Geçici olana değil, sonsuza talip olur. Nefse değil, gönle revaç verir. Şuna-buna değil, Allâh’a ve Peygamber’e koşar.
Tıpkı Zü’l-bicâdeyn gibi…
ABDULLAH ZÜ’L-BİCÂDEYN EL-MÜZENÎ…
Tebük’te şehid olan tek sahâbî.
Babası ölmüş ve zengin amcasının yanında yetişmişti. Amcası sayesinde hayli mal sahibi olmuştu. Fakat amcası koyu bir müşrikti ve onun müslüman olmasına izin vermiyordu. Ancak Abdullah kararlıydı. Mekke fethinden sonra dedi ki:
“–Ey amca! Belki müslüman olursun diye bekliyordum. Ama görüyorum ki olmayacaksın. O hâlde bana müsaade et!”
Amcası tersledi;
“–Eğer sen Muhammed’e tâbî olursan, üzerindeki elbisene varıncaya kadar, sana verdiğim her şeyi geri alırım!” dedi.
Abdullah -radıyallâhu anh-, bu tehdide hiç oralı olmadı. Çünkü îmânı uğruna her şeyden vazgeçmeye hazırdı;
“–Ben, vallâhi Muhammed’e tâbî oldum! Taşa, puta tapmayı bıraktım bile! Elimde ne varsa buyur al!” dedi.
Elindeki her şeyi amcasına teslim etti. Üzerindeki elbiseleri bile. Yarı çıplak vaziyette annesine vardı. Anne, kalın bir kilimi ikiye böldü. O da bir parçasıyla belden aşağısını bir parçasıyla da belden yukarısını örttü. Hemen kabilesinden gizlice Medine yollarına düştü. Önündeki her türlü engel, gözünde bir hiç hâline gelmişti. Daha fazla vakit kaybetmek istemiyordu.
Yollarda eli-ayağı parçalandı. Açtı, susuzdu. Tâkati kesilmişti. Bu vaziyette Medine’ye ulaştı. Hiç vakit kaybetmedi. Derhâl Mescid-i Nebevî’ye can attı. Sabaha kadar orada bekledi. Namaz vakti Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- geldi. Mûtâdı üzre namazı kıldırdı. Cemaate nazar ederken içlerinde Abdullâh’ı fark etti. O kimsesizler kimsesi olan şefkat ve merhamet menbaı Peygamber, hemen bu yeni sahâbîsini bağrına bastı. Onun Abdüluzzâ olan ismini;
“–Sen, Abdullah Zü’l-Bicâ-deyn’sin! (Çifte çul/kilim sahibi Abdullah’sın.)” diyerek değiştirdi ve;
“–Bana yakın yerde bulun! Sık sık yanıma gel!” buyurdu.
Abdullah -radıyallâhu anh- Suffe’de kalıyor ve Kur’ân-ı Kerim öğreniyordu. Bir müddet sonra Kur’ân-ı Kerim’den birçok sûreyi okuyup ezberlemişti.
Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, onun hakkında:
“O, Allâh’a ve Allâh’ın Rasûlü’ne hicret ederek çıkıp gelmiştir! O, «evvâh»lardandır, yani Allâh’a çokça yalvaran ve Allah aşkıyla yanıp tutuşan biridir!” buyurarak iltifatta bulunmuştur. Çünkü o, Kur’ân okurken Allâh’ı çokça zikreder ve yanık terennümlerle içli duâlar ederdi.
Allah Rasûlü’ne aşk ile bağlanan bu mübârek sahâbî, Tebük Seferi’ne çıkılırken kendisine şehâdet nasîb olması için Hazret-i Peygamber’den ısrarla duâ talep etti. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-;
“Ey Allâh’ım! Onun kanını kâfirlere haram kıl!” diyerek duâ etti. Abdullah -radıyallâhu anh-;
“–Yâ Rasûlâllah! Ben öyle istememiştim!” dedi. Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:
“–Sen Allah yolunda harbe çıkar da hummâya tutularak ölürsen, şehidsin! Hayvanın seni düşürüp boynunu kırarsa, sen yine şehidsin! Gam çekme! Bunlardan hangisi olsa, şehidlik için sana yeter!” buyurdu.
Gerçekten onun şehâdeti, mûcizevî bir şekilde Allah Rasûlü’nün buyurduğu sûrette tahakkuk etti; hummâya tutulup Hakk’ın rahmetine kavuştu. Ordunun dönüş hazırlıklarıyla meşgul olduğu bir gece, biri Peygamberlerin Seyyidi, ikisi de Allah ve Rasûlü’nün dostu üç kişi, bir meş’ale ışığı altında cenaze taşıyorlardı. Bu üç kişi; Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer -radıyallâhu anhumâ- idi. Taşıdıkları cenaze ise Abdullah Zü’l-Bicâdeyn -radıyallâhu anh- idi.
Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-, gıpta ile seyrettiği bu manzarayı şöyle anlatıyor:
“Gece karanlığında, mücâhidlerin çadır kurdukları sahanın bir köşesinde hareket eden bir ışık gördüm. Kalkıp takip ettim. Bir de ne göreyim: Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Ebû Bekir ve Ömer -radıyallâhu anhumâ-, Abdullah Zü’l-Bicâdeyn -radıyallâhu anh-ın cenazesini taşıyorlar. Bir yere geldiler, kabir kazdılar. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, kazılan kabre indi. Hazret-i Ebûbekir ve Ömer -radıyallâhu anhumâ- cenâzeyi Efendimiz’e vermek için hazırladılar. Allah Rasûlü:
«Kardeşinizi bana doğru yaklaştırın.» buyurdu; yaklaştırdılar. Cenazeyi kucağına alan Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, onu kabre yerleştirdikten sonra doğruldu ve şöyle niyaz etti:
«Yâ Rab! Ben ondan râzıyım, hep râzı olageldim, Sen de râzı ol…»
Bu manzara karşısında içim dolu dolu oldu. Zü’l-Bicâdeyn’e gıpta ettim. O an;
«Ne olurdu bu kabrin sahibi ben olaydım! Keşke oraya bu iltifât-ı Peygamberî ile gömülen ben olsaydım!» diye ne kadar arzu ettim.” (İbn-i Hişâm, IV, 183; Vâkıdî, III, 1013-1014; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 227)
İşte hayatı mânevî ve gerçek ilim, hakikî edep ve terbiye ekseninde yaşayanların elde ettiği ebedî mükafatlar, nebevî iltifat, muhabbet ve vefâ…
Âşık gönüller, öyle bir iltifat, muhabbet ve vefâya, o sahâbîler gibi neler fedâ etmezler ki! Hizmetten hizmete nasıl koşmazlar ki! Hayır ve hasenatta nasıl yarışmazlar ki!
Cenâb-ı Hak, cümlemize böyle bir hâli ve neticeyi nasîb eylesin! İlmimizi ve kalbî terbiyemizi mâneviyatla müzeyyen eylesin! İki dünyada da faydalı olan sâlih amellere muvaffak kılsın! Bilhassa yetişen nesli, bu ölçüler içinde güzelleştirsin, mükemmelleştirsin, olgunlaştırsın, yüceltsin; vatanına, bayrağına, milletine ve dînine hayırlı bir evlât olarak yaşatsın ve ebedî mükâfatlara nâil eylesin!
Âmîn!..