DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
İNSANLARI ALLÂH’A ÇAĞIRIN
Diğer bir âyet, Fussilet Sûresiʼnde:
“İnsanları Allâhʼa çağıran…” (Fussilet, 33)
İnsanlar nasıl Allâhʼa çağrılır; Kurʼânʼla çağrılır. Yaşamakla çağrılır, lâfla çağrılmaz. Lâfla çağırmak, o, saman alevi gibidir.
“İnsanları Allâhʼa çağıran…” (Fussilet, 33)
Kurʼân ve Sünnetʼle, yaşayışıyla Allâhʼa davet eden, emr biʼl-mârûfʼta bulunan.
“…Sâlih ameller işleyen ve «Ben müslümanlardanım.» diyen (bir İslâm şahsiyeti ve karakteri vaz eden)den kimin sözü daha doğrudur.” (Fussilet, 33) buyuruyor Cenâb-ı Hak.
Bizden böyle bir şahsiyet ve karakter istiyor. Yani kendimizi düzeltmek, rûhânî hayatımızı inkişâf ettirmek ve bunu diğer insanlara tebliğ edebilmek.
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle söylüyor:
“Ashâb-ı kirâm arasında şu hakîkati çok işitir, çok duyardık. (Hadîs-i şerîf.) Kıyâmet günü bir kişinin yakasına hiç tanımadığı biri gelip yapışır. Adam da şaşırarak:
«‒Benden ne istiyorsun? Ben seni tanımıyorum bu zor günümde.» der.
Yakasına yapışan kişi de:
«‒Dünyadayken beni hattâ çirkin ve kötü işler üzerinde görürdün de îkaz etmezdin. Beni o kötülüklerden alıkoymazdın.» diyerek ondan dâvâcı olur.” (Bkz. Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, III, 164/3506; Rudânî, Cem’u’l-Fevâid, V, 384)
Kıyâmetten bize bir manzara…
Kendimizi ihyâ etmemiz zarûrî, kendimizin ihyâsıyla beraber ve bu ihyâyı kendimizin ihyâsını tevzî edebilmek…
Velhâsıl Cenâb-ı Hak buyuruyor:
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ
“Nerede olursanız olun, O sizinle (Cenâb-ı Hak) beraberdir.” (el-Hadîd, 4)
Yaratanʼın yaratılanla beraber olması en tabiî bir şeydir. En normal bir şeydir.
Yine Cenâb-ı Hak:
وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
“Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” (Kāf, 16) buyuruyor.
Bu cihanda Cenâb-ı Hakkʼı sevip Cenâb-ı Hakʼtan râzı olan bir kul olabilmek için olgunlaşma zarûrî. Bu olgunlaşmanın yolu da mânevî terbiyeden geçer.
Tasavvuf; kalbin safâya ermesidir. Kalbin Cenâb-ı Hakʼla huzur bulmasıdır.
Bu tasavvuf; dînin mânevî yapısıdır. Bir müʼminin iç dünyasıdır, gönül dünyasıdır. Huşû hâlidir.
Velhâsıl tasavvuf, takvâya erebilme sanatıdır.
Hayatın med-cezirlerine, engellerine takılmama sanatıdır. Değişen şartlar altında Allahʼtan râzı olma sanatıdır.
Allah Rasûlüʼnün güzel ahlâkına kavuşabilme sanatıdır.
Kutsal bir eğitimdir.
Değişen şartlar karşısında muvâzeneye hâkim olabilme sanatıdır.
En mühimi, şikâyeti unutma sanatıdır. Râzı olma sanatıdır.
Rûh olarak kendimizi ikmâl ettikten sonra, mahlûkata yönelebilme ve mahlûkâtın eksiklerini tamamlayabilme sanatıdır.
Kulu Allâhʼa kavuşturan yoldur.
Kitap ve Sünnetʼi yaşayarak Allah Rasûlüʼne benzeyebilme sanatıdır.
Bu yolda vâsıta muhabbettir. Neticesi de âdaptır. En başta Cenâb-ı Hakkʼa karşı edep.
Edebe dikkat etmemek, en büyük saygısızlıktır. Edebin de en mühimi, Cenâb-ı Hakkʼa karşı edeptir, Allah Rasûlüʼne karşı edeptir, bütün müʼminlere karşı edeptir, bütün mahlûkâta edeptir.
Hizmet çok mühimdir. Bu, emr biʼl-mârûf… Hizmetle ancak emr biʼl-mârûf meydana getirilir. Hizmette de îmânın seviyesini gösteren, merhamettir. Cenâb-ı Hak en çok Kurʼân-ı Kerîmʼde Rahman ve Rahîm sıfatını bildiriyor.
Merhametin seviyesi, kendisini hizmette gösterir. Yani kendisini kurtarabilen bir ruh, başkaları tarafına yayılır, onları kurtarmanın gayreti içinde olur. Onlara güzel bir numûne olur. Güzel bir numûne olabilmek. İslâmʼın güler yüzünü tebessüm ettirebilmek.
Efendimiz Bedrʼe giderken yeni hicret olmuştu, müslümanlar çok zayıftı. Mallarını… Kalplerini kurtarmak için mallarını vs. imkânlarını bırakarak Medîne-i Münevvereʼye hicret ettiler.
İkinci sene de müşrikler müslümanları ortadan kaldırmak için Bedrʼe kadar geldiler.
Bedir, Medîneʼden 150 km mesafedir. 313 kişidir müslümanlar. Müşrikler 900 küsur kişidir. Ve Bedrʼe giderken de müslümanların vasıta olarak üç kişiye bir deve düşüyordu. Bir kısmı da yürüyerek gidiyordu.
Hazret-i Ali, Ebû Lübâbe ve Efendimizʼe bir deve düştü. Ebû Lübâbe ile Hazret-i Ali:
“‒Yâ Rasûlâllah! Biz (dedi), gücümüz yeter yürümeye (dedi), Siz deveye binin, Siz devenin üzerinde gidin.”
“‒Yok!” dedi Efendimiz. “Sırayla bineceğiz.” dedi. (Bkz. İbn-i Sa’d, II, 21; Ahmed, I, 422)
Velhâsıl hizmet ehli, her şeyde bir önde gidecek ve bir numûne-i imtisâl olacak.
Mescid inşâsı oldu. Kuba Mescidi, Ravza. Efendimiz taş taşıdı. Bir sahâbî gelerek:
“‒Yâ Rasûlâllah! Bizim gücümüz yeter.” dedi. Kadınlar gece, erkekler gündüz çalışıyordu.
“‒Yok!” dedi Efendimiz. “Siz taşıdığınızı taşıyın, benim de taşımaya ihtiyacım var, benim de Allâhʼın rahmetine ihtiyacım var.” buyurdu. (Bkz. Semhûdî, Vefâü’l-Vefâ, Beyrut 1997, I, 333)
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- en merdi, en babayiğitiydi ashâb-ı kirâmın:
“‒Savaş kızıştığında biz, Allah Rasûlüʼnün arkasına sığınıyorduk.” buyuruyor. (Bkz. Ahmed, I, 86)
Efendimiz sefere giderken en önde gidiyordu. Sefer dönüşü en arkadan geliyordu. Muhtaç kimler var, tesellîye ihtiyacı kimlerin var, kimlerin derdi var? En arkadan geliyordu.
Bir tebliğ etme. Yani hâl ile tebliğ edilir. Efendimizʼin mektupları kralın huzuruna îman celâdetiyle gidip okunuyordu. Birtakım şeylerin… Kralların etrafında cellâtlar vardı. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin elçileri gidip o cellâtların karşısında Efendimizʼin mektuplarını okuyorlardı. Her an o cellâtlar, efendilerinin bir göz işaretine bakıyorlardı. Fakat Efendimizʼe karşı ashâb-ı kirâmda öyle bir muhabbet arttı ki, canını fedâ etmeyi canına bir nîmet bildiler.
Câbir bin Abdullah, Uhud Harbiʼne girerken, oğlu Câbirʼe dedi ki:
“‒Bak (dedi), Câbir (dedi), -inşâallah- burada ilk şehid ben olurum (dedi). Senin de şehid olmanı isterim ama (dedi), evde (dedi) kızlar var (dedi), yetimler var (dedi). Benim borçlarım var, onları ödersin.” dedi. (Bkz. Buhârî, Cenâiz, 78)
Yani bize o, nasıl Efendimizʼi sevdi sahâbî, nasıl -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi sevdi?..
Efendimiz, Vehb bin Kebşeʼye; “Çinʼe gideceksin.” dediği zaman, tâ o zamanki altı aylık, belki bir senelik yolda Çinʼe gitmeyi hemen kabullendi.
Ukbe bin Nâfî tebliğe gidiyor Afrikaʼda. Atlas Okyanusu çıktı önüne:
“‒Yâ Rabbi (dedi), karşıma bir okyanus çıktı (dedi). Keşke (dedi), çıkmasaydı da daha öteye gitseydim.” (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, Beyrut 1385, IV, 105-106)
Velhâsıl âyet-i kerîmede; “canlarıyla mallarıyla Cennetʼi satın aldılar” buyruluyor. (Bkz. et-Tevbe, 111)
Efendimiz:
“‒Fâtıma (dedi), bu dünyada saâdet yoktur, katlanacaksın (dedi). Öbür tarafta saâdet bulacaksın (dedi). İki dünyada saâdet yoktur (dedi). Bol amel-i sâlih işle kızım (dedi). Namazları çok huşû ile kıl (dedi). Kıyâmet günü babanın peygamber olduğuna güvenme.” buyurdu. (Bkz. İbn-i Sa‘d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îman, 348-353)
Velhâsıl Cenâb-ı Hak bizim sevgimizi, muhabbetimizi ölçüyor. Ve Cennetʼteki mevkiimizi görmemizi istiyor.
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ buyruluyor.
“Sevdiklerinizden vermedikçe birre vasıl olamazsınız.” (Âl-i İmrân, 92) Cenâb-ı Hakkʼa yakın olamazsınız buyruluyor. Yani bize ölçü veriyor âyetler devamlı: “Benim ne kadar Cenâb-ı Hak indinde yerim var, Allah Rasûlüʼnün kalbinde yerim var, Cennetʼte mekânım var?..”
İşte Cenâb-ı Hak da; peygamberlerin dışında ne bize fiilî kıstas? Tevbe Sûresiʼnin 100. âyetinde:
“İslâm dînine girme hususunda öne geçen ilk Muhacirler…”
Yani Mekkeliler, onlar kalplerini kurtarmak için, bütün fedakârlığa giriştiler. Aç kaldılar, ambargolar koydular, zulmedildiler vs. hepsine katlandılar. Cenâb-ı Hak kalbimizi muhafaza istiyor. Kalbimizi nefsânî rüzgârların şerrinden korumamızı arzu ediyor. Bilhassa bu zamanda.
“…Ve Ensar…” buyruluyor. Medîneliler.
Medîneliler de; âyetler inmeye başladı, ahkâm âyetleri, her inen âyet karşısında “سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا” dediler. “Duyduk ve itaat ettik.” (Bkz. el-Bakara, 285) dediler, hemen tatbikâta geçirdiler.
“…İşte onlardan Allah râzı olmuştur…” buyruluyor. Yani onların talebeliğinden, şu cihan talebeliğinden, Allah onlardan, Mekkelilerden, Medînelilerden râzı olmuştur buyuruyor.
Ve bizim de onlar gibi olmamızı arzu ediyor Cenâb-ı Hak:
“…Onlara tâbî olan ihsan sahipleri…” buyruluyor. Ve onların mükâfâtını Cenâb-ı Hak bildiriyor. Yani her birinin hâli, Allah Rasûlüʼnden akisti. Onlar hem kendilerini mesʼûl görüyorlardı hem de toplumu ve dünyayı kendilerine zimmetli olarak görüyorlardı. Efendimizʼin sıfatlarıyla müzeyyen olmaya: Sıdk, emânet, firâset, ismet, tebliğ, bu sıfatlarla müzeyyen olmanın gayreti içindelerdi.
Tabi bugüne göre o gün tâ Çinʼe gidiliyordu, Semerkandʼa gidiliyordu. Bugün ise Dünya, o zamana göre çok ufaldı…