Ebedî Fecre
Yüzakı Dergisi, Yıl: 2024 Ay: Aralık, Sayı: 238
İKİ ÇEŞİT İNSAN
İnsanlar vardır, henüz hayattayken dahî mâzîdirler. Hayattayken bile, varlıkları yokluklarına müsâvîdir. Ömür sermâyelerini nefsânî arzularına tâbî olmakla isrâf eder, bu cihanda müsbet bir iz ve eser bırakmadan, tarihin çöplüğünde kaybolur giderler.
Bundan da beteri; cihanda yaptıkları şerlerle anılan, hiç sevilmeyen ve vefatlarından sonra dahî lânetle anılan zâlimlerdir.
Buna mukabil;
Öyle insanlar da vardır ki;
Hayatları ile insanlığa nurlu birer kandil olurlar. Onlar; insanlıkta bir âbide hâlinde yaşarlar, hayatları boyunca ulaştıkları herkese bereket ve rahmet vesilesi olurlar, vefatlarından sonra da hasretle özlenir ve minnetle yâd edilirler.
Onlar asla mâzî olmazlar. Çünkü onların ömürleri, fânî hayatlarıyla sona ermez. Vefât ettikten sonra dahî; sözleriyle, eserleriyle ve geride bıraktıklarıyla âdetâ hayatları devam eder.
Zira âyet-i kerîmede buyurulmuştur:
“Îmân edip de sâlih ameller işleyenlere gelince; çok merhametli olan Allah, onlar için (gönüllerde) وُدًّا / bir sevgi yaratacaktır.” (Meryem, 96)
Şu hadîs-i şerif de, gönüllerde yeşeren bu sevginin, muazzam bir ilâhî lütuf oluşunu ne güzel îzâh eder:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:
“Allah Teâlâ bir kulu sevdiğinde Cebrâil’i çağırır ve;
«–Ben falan kulumu seviyorum, sen de sev!» buyurur.
Cebrâil de onu sever ve semâ ehline nidâ eder:
«–Allah, falanı seviyor, siz de seviniz!»
Semâ ehli de onu severler.
Sonra onun sevgisi yeryüzündekilere de verilir, herkes ona muhabbet gösterir.” (Buhârî, Bed’u’l-Halk, 6)
Gönüllere taht kuran, dostluk ve muhabbette ebedîleşen ve gök kubbemizde hoş bir sedâ bırakan bu bahtiyar insanlar, ancak ve ancak Cenâb-ı Hak ile dostlukta mesafe katetmiş sâlih zâtlardır.
HAK DOSTLARI
Cenâb-ı Hakk’ın, onlara böyle bir sevgi ve teveccüh lutfetmesinin sebeb-i hikmeti; Hak dostlarının, insanlığı irşad vazifesinde, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vârisleri olmasıdır.
Zira;
- Dînin zâhir ve bâtınını ikmâl etmiş,
- Kalbî merhaleler neticesinde selîm bir kalbe ulaşmış olan ilim sahipleri hakkında hadîs-i şerifte buyurulur:
“Âlimler, peygamberlerin vârisleridir.” (Ebû Dâvûd, İlim, 1)
Bu âlimlerin bir vasfı da şudur:
Onlar ilâhî azamet tecellîleri karşısında hayret ve haşyet makamında yaşarlar. Âyet-i kerîmede buyurulur:
اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰؤُا
“Kulları içinden ancak âlimler; Allah’tan (gereğince) haşyet duyar, korkar.” (Fâtır, 28)
Bir başka ifadeyle;
Hak dostları, Allah Rasûlü’nün asırlara yayılmış talebeleridir. Nebevî irşad ve davranış mükemmelliğinin zamanlara yayılmış zirveleridir.
Onlar, Hazret-i Peygamber ve O’nun ashâbını görme şerefine nâil olamayan bütün insanlar için fiilî ve müşahhas rehberlerdir.
Onlar; bütün maddî ve mânevî varlıklarını Cenâb-ı Hakk’a râm ederek, ebedî hayat sırrına nâil olan kişilerdir. Cenâb-ı Hak; dostluğuna erişebilenleri, muhâtaralarla dolu âhiret gününde en büyük rahmetle müjdeler:
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
“…Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62)
İnsanların onlara olan sevgisi gibi, onlar da ümmet-i Muhammed’e şefkat ve merhamet doludurlar. İnsanlığı irşâd ederek, onları nâr-ı cehennemden kurtarmaya ve iki cihan saâdetine nâil eylemeye gayret ederler. Bu hususta her türlü fedâkârlığı gösterir, hiç yorulmaz, asla bezginlik göstermezler.
Onları tanımak ve yollarına tâbî olmak cihetinden, Hak dostlarının fârikalarını bilmek pek mühimdir.
FÂRİKALARIYLA HAK DOSTLARI
MUHABBETULLAH…
Hak dostları; Cenâb-ı Hakk’a muhabbette seviye kazanmışlardır. Bunun neticesinde fânî lezzetler onların gözünde değerini yitirmiştir.
Yani meşrû fânî muhabbetler, Hak dostları için ilâhî muhabbete bir basamak olmuş, neticede onlarda ilâhî muhabbet tecellî etmiştir. İlâhî muhabbet, doyumsuz bir lezzet hâline gelmiştir.
«Muhabbetullâh»ın zirvesi Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Duâlarında Allah Teâlâ’nın muhabbetini talep ederek, Dâvud -aleyhisselâm-’ın şu niyâzını tekrar ederdi:
“Allâh’ım! Sen’den muhabbetini, Sen’i sevenlerin muhabbetini ve Sen’in sevgine ulaştıracak ameli talep ediyorum. Allâh’ım! Sen’in muhabbetini bana nefsimden, ailemden, malımdan ve soğuk sudan daha sevgili kıl!” (Tirmizî, Deavât, 72/3490)
Sevginin büyüklüğü, sevilen uğrunda sergilenen fedâkârlık ve girilen meşakkatlerle ölçülür.
Rasûlullah Efendimiz; Cenâb-ı Hakk’ın risâletini yerine getirirken, O’nun muhabbet ve rızâsına nâil olabilmek için, hiçbir fedâkârlıktan geri durmamıştır. Hattâ;
“Yâ Rabbî, Sen bana gazaplı değilsen, başıma gelecek hiçbir şeye aldırmam!” niyâzında bulunmuştur. (Bkz. İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35)
«Muhabbetullâh»ın Hak dostları arasında en güzel tezâhürünü; «Evliyâullâh»ın mârifetler şakıyan bülbülü Hazret-i Mevlânâ’da görürüz. Hazret-i Mevlânâ; vefât edeceği geceyi, yüce Rabbine kavuştuğu bir «Şeb-i Arûs / düğün gecesi» olarak telâkkî etmiş, Cenâb-ı Hakk’ın kitâbına ve Rasûlü’ne olan sadâkatini şöyle ifade etmiştir:
مَنْ بَنْدَهِٔ قُرْآنَمْ اَگَرْ جَانْ دَارَمْ
مَنْ خَاكِ رَهِ مُـحَـمَّدْ مُـخْــتَارَمْ
“Bu can bu tende oldukça;
- Hazret-i Kur’ân’ın kölesiyim,
- Hazret-i Muhammed Muhtâr’ın mübârek yolunun toprağıyım.”
Hak dostlarının bu muhabbeti; sadece lafızda kalmaz, bütün hayata yansıyan bir takvâ ve istikamet hâlinde tezâhür ederdi:
İSTİKAMET…
Hak dostları; şer‘-i şerîfin bütün muhtevâsına dikkat eder, ilâhî hükümlerden asla taviz vermezler.
Allâh’ın velî kulları; İslâm’ın ibâdât, muâmelât ve güzel ahlâk esaslarını tam bir riâyet ve titizlik içinde yaşarlar.
Hak dostlarından Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:
“Havada bağdaş kurup oturan birini görseniz bile ona aldanmayın! İlâhî emir ve nehiylere riâyet ediyor mu, ilâhî hudutları muhafaza ediyor mu, şer‘î hükümleri hakkıyla edâ ediyor mu, ona bakınız!”
Zira avam halkın pek düşkün olduğu birtakım hârikulâde hâller; lâyık olmayan kişilerde de, riyâzat gibi bazı temrinler neticesinde veya imtihanlar sebebiyle zuhûr edebilir ki, bunlar kerâmet değil istidraç diye adlandırılır.
Demek ki;
Hak dostlarının fârik husûsiyeti, kendilerinden sâdır olan fevkalâde hâller değil, en büyük kerâmet olan istikamet ve takvâlarıdır.
İstikamet ve takvâ cümlesinden olarak, Hak dostlarının ibâdet hayatlarında, Allah Rasûlü’nün sünnetine ittibâ üzere; teheccüd, istiğfar ve zikrullah çok mühimdir:
SEHERLERİ İHYÂ
Hak dostları; bilhassa seher hayatına çok îtinâ gösterirler. Zira Cenâb-ı Hak, sâdık kullarını;
- Seherlerde istiğfâr eden (Âl-i İmrân, 17),
- Beş vakit namaza ilâveten bilhassa geceleri secde ve kıyamda duran (ez-Zümer, 9; el-Furkān, 64) kullar olarak medh ü senâ buyurmuştur.
Seherler;
- İstiğfârın en makbul zamanıdır.
- Kelime-i tevhîdi tekrar ve tefekkür ederek bir nevî îmânı tazeleme saatleridir.
- Salevât-ı şerîfelerle Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile selâmlaşma ve muhabbetlerimizi arz etme vakitleridir.
- Havanın loş karanlığı içerisinde, kabir iklimine girmenin bir ön hazırlığıdır.
Mevlânâ Hazretleri, gecelerin feyiz ve rûhâniyetiyle mest olarak şöyle der:
Dursun gece, ey dost onu durdur, ne olursun!
Vur uykumu zincirlere vur, geçmesin anlar.
Varmaz gecenin farkına, varmaz uyuyanlar!
(Nazmen Terc. Emin IŞIK)
Seher vaktinde yatak, insanı âdetâ mıknatıs gibi çeker. O anda, uykuyu yenip kıyâma durabilmek, muhabbet ve takvâ gerektirir. Seherleri ihyâ edebilmek, gündüzleri günahtan uzak durmakla mümkün olur.
Bir kimse, İbrahim bin Edhem -rahmetullâhi aleyh-’e;
“–Gece ibâdetine kalkamıyorum, bana bir çare öğretir misiniz?” deyince, Hazret şu cevabı verdi:
“–Gündüzleri Allâh’a isyân etme; geceleri O seni huzûrunda durdurur. Geceleyin O’nun huzûrunda bulunmak, yüce bir şereftir.
(Nitekim bir hadiste; «Mü’minin şerefi, geceleri kāim olmasındadır…» buyurulmuştur.
[Hâkim, IV, 360-361/7921])
İşte bu şerefi günahkârlar hak edemezler!..”
Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine itaat vazifelerinden en mühimi kazançta ve gıdâda helâle riâyettir:
HELÂLE ÎTİNÂ
Hak dostları; gıdânın helâliyetine çok dikkat eder, haram ve şüphelilerden şiddetle kaçınırlar.
Çünkü insan rûhuna en ziyade tesir eden iki âmil vardır:
- Aldığı gıdâ,
- Beraber bulunduğu insan.
Bu hakikatten dolayı;
Bahâüddin Nakşibend Hazretleri yiyeceğini kendi ziraatinden elde eder ve helâliyetine çok büyük bir ihtimam gösterirdi. Ziraat esnasında kullanılan hayvanların, tarlanın, tohumun ve suyun helâl olması husûsunda çok dikkatli davranırdı. Bu sebeple pek çok âlim, teberrüken onun helâl yemeğinden yemek için sohbetlerine iştirâk ederdi.
Bir defasında mânevî hâllerinin kaybolduğundan yakınan bir talebesine;
“–Yediğin lokmaların helâlden olup olmadığını iyi araştır!” buyurmuştu. Talebesi gidip araştırdığında; yemeği pişirirken ocakta, yolda bulduğu bir odun parçasını yaktığını anlamış ve hemen tevbe etmişti.
Mevlânâ Hazretleri de gıdânın insana tesirini şöyle dile getirir:
“Dün gece ilham, başka türlü tecellî etti. Çünkü mideye inen birkaç şüpheli lokma, ilhâmın yolunu tıkadı.”
Helâl ile iktifâ edebilmek için, hâle rızâ ahlâkı şarttır:
TEVEKKÜL, RIZÂ ve TESLÎMİYET
Hak dostları, dâimâ Cenâb-ı Hakk’a karşı; tevekkül, teslîmiyet ve rızâ hâlinde yaşarlar.
Cenâb-ı Hak, kulunu cennetine davet ederken;
رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً
“(Hayatın med ve cezirleri, inişli-çıkışlı hâlleri karşısında) sen Allah’tan (Allâh’ın takdîrinden) râzı, (böylece) O da senden râzı bir şekilde Rabbine dön!” (el-Fecr, 28) buyurmaktadır.
Cenâb-ı Hakk’ın bizden râzı olmasını istiyorsak, evvelâ O’nun bizim hakkımızdaki takdîrinden râzı olmamız îcâb eder. Hırs ve hasetten, nankörlük ve isyandan sakınmak kulluğun gereğidir.
Hak dostlarından;
- Kimisi fakr u zarûret içinde fukarâ-i sâbirînden,
- Kimisi de bolluk ve infâk içinde ağniyâ-yı şâkirînden olmuştur.
Kula yakışan her hâlükârda hamd ve şükretmektir:
HAMD ve TEFEKKÜR
Hak dostları; dâimâ gönül hoşluğu içinde bulunur ve Cenâb-ı Hakk’a hamd ederler. Azamet-i ilâhiyyeyi tefekkür hâlinde yaşarlar.
Hak dostları, bu cihâna dâimâ;
اِقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ي خَلَقَۚ
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) emr-i ilâhîsine ittibâ ederek nazar ederler. Baktıkları her yerde kudret nakışlarını ve ilâhî hikmetleri temâşâ ederler. Kâinat kitabını âdetâ sayfa sayfa çevirip okurlar.
Yûnus Emre Hazretleri; yıllarca, mürşidi Tapduk Emre dergâhına odun taşımış, bu mânevî tahsil esnasında, tabiattaki çiçeklerle, gül ve bülbüllerle, su çekerken inleyen değirmen dolabıyla gönül lisânıyla konuşmuştur.
Bu seviyeye erişebilmenin zarûrî şartı:
MÂSİVÂYI TERK
Hak dostları; hevâ ve heveslerine tâbî olmayı ve mâsivâ ile alâkayı terk etmişlerdir.
Nefsânî hevesler ve hazlar, Hak dostları için sanki çocukların meşgul oldukları oyuncaklar mesâbesine düşmüştür.
Bu hakikati şöyle bir teşbihle anlatmak mümkündür:
Yeni doğan bir çocuğun bütün lezzeti ve gıdâsı, annesinin sütünü emmektir. Zaten bundan başka bir şey bilmez ve ihtiyacı da yoktur.
Fakat bedeni büyüdükçe, muhtelif enerjilere ihtiyacı devreye girer ve mecburen gıdâlarının da çeşitlenmesi ve artması gerekir. Artık sadece süt emmeyi istemez. İstese de anne sütü artık bedeninin ihtiyacını tek başına gideremeyecek bir vasıfta kalmıştır. Bu sebeple onun gıdâsı ve ağız tadı da, kendisiyle beraber büyür ve gelişir.
İşte mânevî hayat da böyledir. Mânevî yolda terakkî eden kimseye de önceki gıdâlar yetmez olur. Artık daha yüksek mânevî gıdâlara ihtiyaç zuhûr eder.
Meselâ;
- Farzlara ilâveten nâfile ibâdetlere, bilhassa;
- Seherleri ihyâya,
- Zekâtın ötesinde her türlü imkândan infâka, hayır ve hasenâta,
- Allah yolunda gayret ve fedâkârlıklara ihtiyaç duyar. Böylece Allah Rasûlü’nün ahlâkından tecellîler ve nasipler almaya başlar.
Bu ahlâkın en başlıcası abd-i âciz olduğunun idrâkinde olmak.
TEVÂZU ve HİÇLİK
Hak dostları; tevâzu ve hiçlik hâlindedirler. Benliği yok etmişlerdir. Dâimâ;
“–Sen yâ Rabbî!” derler. Zira yokluk, hiçlik ve acziyetin idrâki içinde kendi benliklerinden geçerek ilâhî muhabbette fânî olmuşlardır.
Rasûlullah Efendimiz, Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi olduğu hâlde, husûsiyetlerini saymak zorunda kaldığında;
لَا فَخْرَ
“Övünmek yok! Övünmek için söylemiyorum!” buyururdu.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara lâf attığında (incitmeksizin); «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkān, 63)
Hak dostları, mâneviyat yolculuğuna dâimâ hiçlik terbiyesi ile başlamışlardır.
Meselâ;
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, intisâbının ilk yıllarında, evvelâ gurur ve kibrin zıddı olan «hiçlik» hâline ulaşmak için, hasta ve muzdarip insanlara, yaralı hayvanlara hizmet etmiş ve hattâ insanların geçeceği yolları temizleyerek uzun yıllar boyunca, kâ‘bına varılmaz bir hizmet hayatı yaşamıştı.
Kendisi, en büyük feyiz ve rûhâniyete bu hiçlik hâlindeki hizmetler vesilesiyle nâil olduğunu söylerdi. Tevâzu içinde dâimâ şöyle derdi:
Âlem buğday ben saman,
Herkes yahşi ben yaman!
Yine buyururdu:
“Ehl-i bâtının/gönül ehlinin yolu; yaptığı sâlih ameli az görmek, tevâzu, hiçlik, yokluk, acz hâlinde bulunmak, amellerini kusurlu, hâllerini noksan bilmektir. Nefsin enâniyetinin kırılması husûsunda, kendini kusurlu görmek kadar faydalı bir şey yoktur. Peygamberlerin bile zelle, yani küçük hatalara düşmelerinin hikmetlerinden biri de budur.”
Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri de, enâniyetten kurtulmak için, Bursa kadılığı gibi zamanın en yüksek rütbelerinden birini terk edip, Üftâde Hazretleri’nin dergâhında tuvalet temizledi, çarşılarda sırmalı kaftanıyla ciğer sattı.
Bu büyük ferâgat ve mahviyet sayesinde, ömrünün ilerleyen yıllarında cihâna yön veren sultanlara mürşid oldu, yol gösterdi. Türbesi ve dergâhı bugün hâlâ İstanbul’un en çok ziyaret edilen mekânlarından biri…
Hâlid-i Bağdâdî, Şam ve Bağdat bölgesinde «Şemsü’ş-Şümûs / Güneşler Güneşi» diye medh ü senâ edilen, anlı şanlı bir müderris iken, her şeyi terk edip Hindistan’a yolculuk etti. Abdullah Dehlevî Hazretleri’nin dergâhında su taşıdı, helâ temizledi. Enâniyetini ayaklarının altına alıp, mâneviyat sultanı oldu. Sayısız talebeler ve halîfeler yetiştirip çok geniş bir coğrafyayı irşâd etti.
Yine tevâzu ve hiçlik içinde bir mektubunda şöyle yazmıştır:
“…Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki; annem beni doğurduktan bugüne kadar, Allah katında makbul ve mûteber olup hesabı sorulmayacak bir tek hayır işlediğime inanmıyorum. (Lâkin Rabbimin rahmetine sığınıyorum.) Eğer kendi nefsini bütün hayır işlerde iflâs etmiş olarak görmüyorsan, bu, cehâletin en son noktasıdır…”
Bu ifadeler; amel işlememek değil, bilâkis yığınla hayırlı ameller işlemek hâlinde olmak, lâkin asla o amellerine güvenmeyip sadece Allâh’ın rahmetine güvenmek ve sığınmak gibi güzel bir kulluk edebidir. Çünkü Allâh’a değil de kendi ameline güvenmek, aldatıcı bir gaflet ve gizli bir enâniyet tezâhürüdür.
Bu hiçlik zaferiyle;
Kendi benliklerini fânî kıldıkları için, onlar dâimâ ümmete, kardeşlerine ve ihvâna merhametle infak ve hizmet heyecanıyla yaşarlar:
İNFAK ve HİZMET
Hak dostları; kendilerine verilen her nimeti âhiret sermâyesi hâline getirmişlerdir.
Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur:
“Allah; mü’minlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111)
Rasûlullah Efendimiz, açları doyurmadan doymazdı. Muhtaçları doyurmak, O’na kendi açlığını unuttururdu. Kapısının önüne yığılan ganîmet ve hediyeleri, derhâl dağıtmadan rahat edemezdi.
Fahr-i Kâinât Efendimiz’e, bir gölgenin gövdeye olan sadâkati gibi ittibâ eden Hak dostlarından Hoca Ahmed-i Yesevî Hazretleri ne güzel buyurur:
Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol sen,
Öyle mazlum yolda kalsa, hemdem ol sen…
Kendisine getirilen et yemeğini, kendisi de muhtaç olduğu hâlde;
“–Yetimlerden ne haber?” deyip onlara gönderen Hâtem-i Tâî Hazretleri;
“–Allah rızâsı için beni doyur!” diyen bir fakiri doyurmak için, yegâne sahip olduğu sarığı çıkarıp veren Ubeydullah Ahrâr Hazretleri bu ahlâkın zirve nümûneleridir.
Hak dostlarının mal-mülkle alâkaları; fakirlere yardım etmek, Allah yolunda infâk etmek gayesiyledir. Ayrıca, dünya işleriyle meşguliyet, onların gönüllerini bir an bile Hak’tan gafil kılmaz.
«Halk içinde Hak ile…» ve «El kârda, gönül Yâr’da…» prensipleriyle hareket ederler.
Elbette bu haslet, kalpteki şefkatin tezâhürüdür:
MERHAMET ve DİĞERGÂMLIK
Hak dostlarının gönülleri, merhamet membaıdır.
Cenâb-ı Hak, bize Kur’ân-ı Kerim’de, besmelede, Fâtiha’da; en çok Rahmân ve Rahîm esmâsını bildiriyor. Buradan anlamalıyız ki, bizden de birer Rahmet İnsanı olmamızı istiyor.
Hak dostlarının hayatı, rahmet insanı olmanın müstesnâ misalleriyle doludur:
Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri buyurur:
“Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada bir din kardeşimin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır; birinin ayağına çarpan taş, benim ayağımı acıtmıştır. Bir kalpte hüzün varsa, o kalp benim kalbimdir.”
Mevlânâ Hazretleri şöyle der:
“Şems-i Tebrizî’den ben bir tek şey öğrendim. Bana dedi ki:
«–Dünyada bir üşüyen varsa, sen de üşü! Bir muzdarip olan varsa, sen de muzdarip ol!» Ben şimdi o hâldeyim.”
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri; ilâhî muhabbetten o kadar hassaslaşır ve incelirdi ki, Yaratan’dan ötürü yaratılanların her birinin ızdırâbını sînesinde hisseder ve muzdarip olurdu.
Bir gün, önünde bir merkebi öyle dövdüler ki, hayvanın arkasından kan boşandı. O anda Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nin de bacağından kan sızmaya başladı.
İşte bütün mahlûkāta şâmil bir merhamet!..
Bu engin merhamet ve şefkat, Hak dostlarının tebliğ ve irşadlarının son derecede mülâyim olmasına da vesile olmuştur:
MÜSAMAHA ve AFFEDİCİLİK
Hak dostlarının kalpleri, bir rahmet dergâhı hâlindedir. Herkese lütuf ve şefkatle muâmele ederler. Halkı, nefsâniyetin karanlığından kurtarıp, rûhâniyetin nûruna kavuşturabilmeye gayret ederler.
Ashâb-ı kiramdan Ebu’d-Derdâ Hazretleri Şam’da kadılık yapıyordu. Bir gün halkın bir günahkâra sövüp saydıklarını işitti ve onlara;
“–Siz kuyuya düşmüş bir adam görseniz ne yaparsınız?” diye sordu.
Oradakiler;
“–İp sarkıtıp çıkarmaya çalışırız.” deyince Ebu’d-Derdâ Hazretleri bu defa;
“–Öyleyse ona ağır sözler söylemeyin, size afiyet veren Allâh’a hamdedin. Günah kuyusuna düşmüş olan bu kardeşinizi kurtarmaya çalışın.” dedi.
Şaşırdılar;
“–Sen bu günahkâra düşmanlık duymaz mısın?” dediler.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in terbiyesinde yetişmiş bulunan Ebu’d-Derdâ Hazretleri şu hikmetli cevabı verdi:
“–Ben, onun kendisine ve şahsiyetine değil, günahına düşmanım. O günahı terk ettiği zaman o yine benim din kardeşimdir.” (Bkz. Abdurrazzâk, Musannef, XI, 180; Ebû Nuaym, Hilye, I, 225)
Mevlânâ Hazretleri’nin dergâhındaki bir sohbet esnasında, sarhoşun biri çıkagelir. Dervişler onu inciterek dışarı çıkarmak isterler. Hazret-i Mevlânâ; o sarhoşun hakikati aramak için dergâha sığınan bir insan olduğunu düşünerek, onu incitenlere hitâben;
“–Şarabı o içmiş, fakat siz sarhoş olmuşsunuz!” îkāzında bulunur. O zavallıyı gönül dergâhına kabul eder. Kısa zaman içinde o kişi, tevbekâr, sâlih bir insan olur.
Hak dostlarının fârikalarını bir makale hacminde sayıp bitirmek mümkün değildir.
EZCÜMLE
Hak dostları dış görünüş itibarıyla diğer insanlardan farklı değildirler. Lâkin iç dünyaları itibarıyla eşsizdirler. Onlar güneş gibi, en kuytu yerleri dahî aydınlatırlar.
Rabbimiz; başta Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâb-ı güzîni olmak üzere, bütün Hak dostlarının güzel ahlâkından, râzı olduğu müstesnâ vasıflarından bizleri de hisseyâb eylesin. Bizleri onların şefaatlerine nâil eylesin. Ümmet-i Muhammed’i «evliyâullâh»ın nefesinden ve irşâdından mahrum bırakmasın.
Âmîn!..