İslâm, Fıtrî Bir Dindir!

Genç Dergisi, Yıl: 2024 Ay: Eylül Sayı: 216

Muhterem Efendim, her geçen gün, toplumun temeli olan aileyi tehdit eden yeni bir tehlikeyle karşılaşıyoruz. Hakîkatte bir fazîlet meşheri olması gereken yuvalar, -maalesef- anne, baba ve evlâtlar arasındaki rol karmaşası sebebiyle de bunalım ve streslerin adresi olabiliyor. İslâm, âilede erkek, hanım ve evlâtlara hangi vazife ve mes’ûliyetleri yüklüyor? Bu hususta ne buyurursunuz?

İslâm, kundak ile kefen arasındaki hayatın bütün muhtevâsını tanzim etmiştir. Bu ilâhî nizâma uygun yaşamanın neticesi; dünyada huzur, âhirette de ebedî saâdete nâil olmaktır.

Meselâ Rabbimiz, insana hârika bir nizâm içinde işleyen bir vücut lûtfetmiş. Vücudumuzdaki her bir uzvun vazifesi farklı, hepsi de kendine has bir faaliyet icrâ ediyor. Göz görmek, kulak duymak, dil tatmak, ayak yürümek, el tutmak vazifesini deruhte ediyor. Bir an için bunların, yapmış oldukları vazifeyi terk ederek, başka bir uzvun rolünü üstlenmeye kalkıştıklarını düşünelim. Netice ne olur? İnsan hayâtiyetini devam ettirebilir mi?

Veya bir fabrika düşünelim. Dış kapıdaki bekçisinden yemek yapan aşçısına, personel âmirinden mühendisine kadar her bir şahsın yaptığı vazife farklı farklı. Peki, vazifesi yemek yapmak olan bir aşçının, aynı anda bir mühendisin işine el atması, ne kadar doğru olur?

Bunun gibi, toplumun temeli olan ailede de herkesin ayrı bir yeri, mevkii, hakkı, hududu, vazife ve mesʼûliyeti var. Aile fertlerinin hak ve sorumlulukları birbirine karışırsa, ailede huzurun bozulması da kaçınılmaz olur.

Rabbimiz, insanı belli bir fıtratta yarattığını şöyle bildiriyor:

(Rasûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dîne, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allâh’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (er-Rûm, 30)

Bu sebeple zaman ve mekânın şartları değişse de insanın doğuştan gelen fıtrî husûsiyetleri, aslî mâhiyeti itibârıyla hep aynı kalır. Bu durum, ilk insan olan Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’dan kıyâmeti görecek olan son insana kadar değişmez.

Kadın ve erkek; yaratılışta/fıtratta eşit değildir, birbirlerini tamamlayıcı mâhiyette farklılıklara sahiptir. İslâm da fıtrî bir din olduğu için; erkek ve kadının hak ve vazifelerini belirlerken, yaratılıştan gelen bu fizikî ve hissî farklılıkları dikkate almıştır. Fıtrata uygun vazifeler belirleyerek, hak ve mükellefiyetler arasında tam bir adâlet ve denge sağlamıştır.

Fakat günümüzde ne yazık ki kadın ile erkek arasında başlatılan sun’î eşitlik tartışmaları, kadınları ya annelik ve hanımlık vazifelerinden uzaklaştırıyor yahut da hem erkeklerle yarışmak hem de bu hanımlık vazifelerini yerine getirmeye çalışmak gibi, çok daha yorucu ve yıpratıcı bir mücadeleye sevk ediyor.

Hâlbuki kadın ve erkeğin bedenî ve rûhî yaratılışları eşit değildir ki, fiilî veya hukukî eşitlik gerekli olsun. Nitekim Rabbimiz, erkeği hayat mücadelesi ve evin iâşesi/geçimi ile mükellef kıldığından, onu kadına göre bedenen daha kuvvetli, rûhen de daha metânetli/dayanıklı kılmıştır. Hanımı ise, evin nizam ve huzuru, evlâtların yetiştirilmesiyle vazifelendirdiği için, şefkat ve merhamet gibi duygular bakımından daha hassas ve nahif bir gönül dünyasıyla ve daha nârin bir bedenî yapıda yaratmıştır.

Allâh’ın erkek ve kadına verdiği fıtrî husûsiyetlere zıt bir şekilde denge bozulduğunda, âile içi çatışmalar ve huzursuzluklar, tatmin olmayan insanları, huzur ve mutluluğu başka yerlerde aramaya sevk etmekte, sonunda Arş-ı Âlâ’yı titreten boşanmalarla toplumun en mukaddes yapı taşı olan âileler yıkılmaktadır.

Ev içinde âile sıcaklığı bulamayan, örnek alacağı ana-babasından kötü muâmeleye mâruz kalan çocuklar da, sokakların insafına terk edilmiş olmaktadır. Şüphesiz ki bu hâl, toplumun mânevî hayatını çoraklaştıran korkunç bir ahlâkî erozyonu da beraberinde getirmektedir.

Unutmayalım ki emr-i bi’l-mârûf, nehy-i aniʼl-münker vazifesinde ilk halka, ailedir, en yakınlarımızdır.

Evlâdına yol gösteren, onu terbiye eden, aile üzerinde mûtedil ve müşfik otoritesi her an hissedilen, kendisine hürmet edilen bir baba, her ev için elzemdir. Fakat günümüzde bilhassa medya üzerinden gelen menfî telkinlerle ne yazık ki babayı, evlâdına hak ve hakikati telkin edemeyen, ona sadece kafadar bir arkadaş veya dadı gibi davranan, onun gönlünü hoş tutmak için çırpınması gereken, kararlarında onun onayını almak zorunda olan, bir nevî hizmetkârlık yapan âciz bir insan durumuna düşürdüler.

Hattâ bazı Avrupa ülkelerinde çocuğuna hak ve hakikati telkin etmeye çalışan babaların evlâtlarını aileden koparmaya kadar işi götürdüler. Bütün bunlar, fıtratla savaşmaktır, fıtrata aykırı hareketlerdir.

Yine kadınların günümüzde, çeşitli vaatler ve yaldızlı sözlerle, mutluluğu sokaklarda aramaya itilmeleri, bir vitrin malzemesi hâline getirilmeleri ve evinin sultânı olma bahtiyarlığından mahrum edilmek istenmesi de, fıtrata ters bir durumdur.

Tabi burada yeri gelmişken şunu da ifade edelim; İslâm, helâl-haram hudutlarına riâyet edilip şerʼî ölçülere uygun şartlar hazırlandıktan sonra, kadının çalışmasına, çeşitli sanat, ilim ve mesleklerle meşgul olmasına da karşı değildir. Nitekim Hazret-i Âişe Vâlidemiz’in 300 kadar talebesi olmuştur. Osmanlı’da kadınlar tarafından kurulan binlerce vakıf vardır. Fakat hanımın asıl mesleği, neslin terbiyesi ve ailenin huzurunu temin olmalıdır.

Ayrıca günümüzde çalışan birçok kadının kazancı da makyaj malzemelerine, çocuğunu emanet bıraktığı yuvaların âidatlarına ve evde mutfak kullanılmadığından, dışarıdan verilen yemek siparişlerine sarf edilmekte ve neticede kendisine neredeyse yorgunluktan başka bir şey kalmamaktadır.

Yine kadın-erkek eşitliği mevzu edildiğinde; Batının, maskeli ve yaldızlı yüzünü değil, gerçek sûretini görmek lâzımdır. Evliliğe rağbetin azaldığı, birçok evliliğin boşanmayla neticelendiği, evlilik dışı münasebetlerin (zinânın) hoş görülüp yaygınlaştığı, nüfusun düştüğü, yaşlı annelerin yalnızlığa mahkûm edildiği, tek başına ölüp gittiği bir toplumda, kadının erkekler gibi kamyon şoförü, kasap, boksör vb. olarak istihdâm edilmesi, nasıl bir medeniyet ve fazîlet ölçüsü sayılabilir?

İnsanımızı bu rol karmaşasına sürüklemeye çalışanların maksadının, Allâh’ın bu kâinâta koyduğu mükemmel ve muhteşem nizâmı bozmaya çalışmak ve toplumun çekirdeği olan aileyi ifsâd etmek olduğu açıktır.

Rabbimiz âyet-i kerîmede şöyle îkâz ediyor:

“Allah semâyı yükseltti ve mîzânı (dengeyi, ölçüyü) koydu. Öyleyse sakın (taşkınlık edip) ölçüyü bozmayın.” (er-Rahmân, 7-8)

Rabbimiz’in koyduğu ilâhî nizâmın bozulmaması ve ailede rol karmaşasının yaşanmaması için neler yapılmalı derseniz, şunları söyleyebiliriz:

Bir baba, aile fertlerine muhabbetle sahip çıkmalı, huzuru bozacak söz ve davranışlardan uzak durmalıdır. Dış dünyada karşılaştığı problemleri evine taşıyıp bunu hanımına ve çocuklarına yansıtmamalı, bilâkis hâne halkına şefkatle davranıp evdeki mutluluğu çoğaltmanın yollarını aramalıdır.

Zira Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizleri şöyle îkaz ediyor:

“Sizin en hayırlınız, âile fertlerine karşı hayırlı olandır. Âilesine en hayırlı olanınız ise benim.” (Tirmizî, Menâkıb, 63/3895)

Diğer taraftan bir anne de evlâtlarını şefkat ve merhametle yetiştirip güzel bir terbiye ile büyütmeli, yuvasını muhafaza etmek için -bir ibadet vecdiyle- elinden gelen gayreti sarf etmelidir. Zira bu hususta gösterdiği her gayret, Allâh’ın rızâsını kazanmasına medâr olacaktır.

İslâm, evlâtlara da, yaşlandıklarında anne-babaya şefkatle kol-kanat germeyi, onlara “üf” bile dememeyi, bilâkis iltifatkâr konuşmayı kat’î şekilde emretmektedir.[1]

Fakat şimdi, sanki Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bildirdiği; annelerin, kendilerine câriye muâmelesi yapacak çocukları doğurduğu bir zaman dilimini yaşıyoruz.[2] Pek çok ebeveyn, artık çocuklarına hiçbir sınır koyamıyor. Kendisine sınır çizilmeyen bir evlât da, -Allah korusun- hayat yolculuğunda nereye gitmesi gerektiğini bilmeyip yanlış yollara kayabiliyor.

Velhâsıl, kadın-erkek arasında sunʼî eşitlik tartışmaları çıkaranlar, karı kocayı âdeta bir kümeste didişen, restleşen, çekişen iki horoz hâline getirerek aile müessesesini ifsâd etmeye çalışıyorlar. Hâlbuki âiledeki huzur, ancak kadın ve erkekteki kâbiliyet ve husûsiyetlerin yerli yerince kullanılması ve herkesin karşılıklı saygı ve sevgi çerçevesinde haddini hududunu bilmesiyle temin edilebilir. Aksi hâlde toplumun temeli olan aile müessesesi zayıflar, nesiller zâyî olur, toplumdan geriye ancak bir insan enkâzı kalır.

Rabbimiz, böyle bir âkıbete dûçâr olmaktan bizleri de nesillerimizi de muhafaza buyursun!..

Dipnotlar:

[1] Bkz. el-İsrâ, 23-24.

[2] Bkz. Müslim, Îmân, 1, 5.