Genç Dergisi, Yıl: 2024 Ay: Kasım Sayı: 218
Muhterem Efendim, geçtiğimiz ay yaşanan ve haberlere konu olan elîm hâdiseler, gençliğin içine düşürüldüğü cendereyi gözler önüne serdi. Cânîler, katiller, psikopatlar aramızda cirit atıyor. Kötülük organize bir hâlde, nesillerimizi zehirliyor, körpe zihinleri ve kalpleri işgal ediyor. Mü’min, bu kötülüklerden kendini nasıl muhafaza edecek? Bu hususta neler söylemek istersiniz?
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, câhiliye insanını hidâyete dâvetle vazifelendirildiğinde, onlar kalplerinin katılığı, adâlet ve merhametten mahrumiyetleri dolayısıyla her türlü zulmü pervâsızca işleyen kimseler durumundaydı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onların gönüllerine evvelâ îmânı ve güzel ahlâkı nakşetmeye çalıştı.
Bu hâl, risâletin on ikinci yılında Mîraç’ta beş vakit namazın farz kılınmasına kadar devam etti. Yani gönüllere evvelâ îman ve ahlâk temeli atıldı, sonra da bu temel üzerine ibadet ve muâmelât binâ edildi. Böylece fazîlette zirve şahsiyetler yetişti.
Bu nebevî usûlü tatbik ederek; evlâtlarımızın mükellef olacakları bülûğ çağına erinceye kadar, onların gönül toprağına, îman ve ahlâk tohumları serpmeliyiz ki, sonrasında oradan ibadet, muâmelât ve fazîlet güzellikleri sâdır olsun.
Ecdâdımızın dediği gibi; “Ağaç yaşken eğilir.” Dolayısıyla küçük yaşta verilecek terbiye çok mühim. Zira bu yaşlarda alınan eğitim, âdeta taşa yazılan yazılar gibi kalıcı ve ömürlük oluyor. Bilhassa da mânevî eğitime çok ehemmiyet vermek gerekiyor. Bu hususta gösterilen küçük ihmaller, ileride büyük pişmanlıklara dönüşebiliyor.
Evlâtlarımıza güzel elbiseler giydirip onların karınlarını doyurmak, nefislerini eğlendirip ten rahatlarını temin etmek ve hayatı sadece bu dünyadan ibâretmiş gibi göstermek bir merhamet tezâhürü değildir! Bilâkis ebedî hayatı karartan bir zulümdür!
Rahmetli Pederim Mûsâ Efendi şöyle buyururdu:
“Evlâtları Cehennem ateşinden korumak; onlara îmânı, farzları ve haramları öğretmekle, onları ibadete alıştırmakla ve dinsiz, ahlâksız arkadaşlardan korumakla olur. Bütün kötülüklerin başı, kötü arkadaştır.
Evlâdına; Allah Teâlâ’yı ve Peygamber Efendimiz’i öğretmeyen, sevdirmeyen ana-babalar, onun hem dünya hem de âhiret kâtili sayılır.
Evlâdına dînini öğretmeyen ana-babalar, dünyanın en merhametsiz insanlarıdır.” (Aile Saâdeti, s. 26)
“Dînî terbiye vermeden evlât yetiştirmek, sobada yakmak için ağaç yetiştirmek gibidir.” (Aile Saâdeti, s. 28)
“Ana-baba merhametli iseler, evlâtlarını seviyorlarsa evvelâ dinlerini öğretirler, sonra da dünya ile alâkalı ilimleri. Dinlerini öğretmeyi ihmâl edip dünyada yalnız para kazanılacak bilgileri öğretirlerse merhametsizlerin en merhametsizleri oldukları meydana çıkar.” (Aile Saâdeti, s. 27)
Dolayısıyla asıl şefkat ve merhamet, onların ebedî istikbâllerini bir azap faslı olmaktan kurtarıp sonsuz bir saâdet baharı kılacak olan mânevî değerleri, geç kalmadan şahsiyetlerine kazandırmak ve öncelikle onların ruhlarını doyurmaktır. Bunun için ciddiyetle emek sarf etmek ve fedakârlık göstermektir.
Bugün maalesef televizyonun bazı menfî programları, zararlı neşriyat, müstehcenlik, karanlık odaklar, lüks yaşamayı ve aşırı tüketimi kamçılayan reklâmlar ve internetin yanlış adresleri, neslin rûhuna zehir saçıyor. Genç dimağlar, bu menfî odakların tesir bombardımanı altında şahsiyet ve kimliğini kaybediyor ve zamanla bu telkinlerin şekline ve kalıbına giriyor. Böylece gençler, rûhen televizyonun, internetin ve sokakların çocukları hâline geliyor. Gerçek anne-babalarıyla yakınlıkları, biyolojik bir bağdan öteye geçmiyor.
Bu bakımdan, bilhassa günümüzde anne-babaların çocuklarını korumak için onlara çok daha büyük bir dikkatle kol-kanat germeleri şart. Gönüllerini İslâm ahlâkıyla tezyîn etmeye çalışmaları elzem. Zira İslâm, insanı muhafaza eder. İslâm, insanı inşâ eder. Cahiliye insanı İslâm ile ihyâ oldu. İnsanlık şeref ve haysiyetine İslâm ile kavuştu.
Ecdâdımız Osmanlı’ya baktığımız zaman da görüyoruz ki, onlar İslâm ile inkişâf etti, izzet buldu. Şahsiyet ve karakterini İslâm ile korudu. Kurʼân-ı Kerîmʼe cân u gönülden râm olup onu baş tâcı ettiği müddetçe, şan ve şerefle âleme nizam verdi.
Buna mukâbil, Lâle devri ve Tanzîmatʼta olduğu gibi o rûhâniyetten uzaklaşarak ten plânına, yani nefsâniyete dönüldükçe, ilâhî rahmet ve nusret de üzerlerinden kalkmaya başladı. Körü körüne bir Batı hayranlığı neticesinde bugünkü vaziyet hâsıl oldu.
Bugün nesillerimize yeniden, aşağılık kompleksini bertaraf edip, emsalsiz bir medeniyetin vârisleri ve temsilcileri olduğumuzu öğretmemiz gerekiyor. İslâm ile yeniden aslımıza dönmemiz gerekiyor.
Hakîkaten bizler muhteşem bir medeniyetin mensuplarıyız.
Yetiştirdiği içli, hisli, duygulu, edepli, ahlâklı, zarif ve kibar insanıyla büyük bir medeniyet…
İdâre kudreti, adâlet ve nizâmıyla büyük bir medeniyet…
Kurduğu külliyelerle şefkat ve merhametini bütün insanlığa tescil ettirmiş bir medeniyet…
Akıl hastalarını “muhterem âcizler” diye târif ederek, onları mâneviyat dolu dînî mûsıkî ile tedavi eden bir medeniyet…
Zengin, ifadesi güçlü, mevzuları köklü edebiyatıyla büyük bir medeniyet…
Hâlâ dünya mimarlarını hayran bırakan mimarîsiyle büyük bir medeniyet…
Bizler, İslâm’a ne kadar sarılabilirsek o nisbette aslımıza döner, o fazîletler medeniyetini yeniden inşâ edebiliriz.
Meselâ, o medeniyetin toplum hayatında göze çarpan başlıca neler vardı?
Evvelâ secde vardı. Yani namaz o toplumun vazgeçilmeziydi. Namaz hayatın merkezinde yer alıyordu. Büyük bir duygu derinliğiyle îfâ edildiğinden, insanı fahşâ ve münkerden alıkoyuyordu namaz. Huşû ile secdeye giden başlarda kibir kayboluyor, yerini tevâzuya bırakıyordu. Aczinin îtirâfıyla en büyük güce sığınan insan, başına ne gelirse gelsin, gönül huzurunu kaybetmiyor, dâimâ Allâh’a sığınıyordu.
Maddî bakımdan farklı seviyede olan kimseler, aynı safta el bağladığından, ilâhî huzurda eşit olduğunun idrâkini kavrıyor, gönüllerindeki takvâ hissiyâtı dâimâ ziyâdeleşiyordu.
Yine o toplumda samimiyet vardı. Herkes eşiyle, dostuyla, konu-komşusuyla, akrabasıyla can u gönülden alâkadar olurdu. Sunʼî / yapmacık tavırlar olmazdı. Mehmed Âkif’in dediği gibi;
“Kanayan bir yara gördüm mü, yanar ta ciğerim!” hissiyatıyla dertlinin derdine derman olmaya samimiyetle koşulurdu. Bugün sanki insanımız bu hassâsiyeti kaybetti. Evvelâ kendini, hattâ yalnız kendini düşünür oldu.
O toplumda sadelik vardı, kimse gösteriş yapmazdı. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bildirdiği; “Sâde yaşamak îmandandır.” (Ebû Dâvûd, Tereccül, 2) hadîsi, en güzel sûrette hayata aksediyordu.
İnsanlar, yiyecek, içecek ve giyim kuşamda, lüks ve isrâfa kaçmıyordu. Nitekim İslâm da, mütevâzı bir hayatı ve sâde bir görünümü, hakikî bir îmânın alâmeti saymaktadır.
Geçenlerde insanların gezdiği, gördüğü yerleri paylaştığı bir sosyal medya uygulaması geçici bir süre kapatıldığında, bazı kimselerin seyahat planlarını iptal ettiklerini okuduk gazetelerden. Sebebi, gidip gezdiği yerleri takipçileriyle paylaşamayıp gösteriş yapamayacak olmasıymış. Bu gösteriş merakı, maalesef her yaş grubunu içine alıyor bugün.
Ecdâdımızın o huzurlu toplumunda sofra vardı. Sofrada yemeğe besmele ile başlanır, hamdele ile bitirilirdi. Herkes sofra başında bir araya gelir, birlikteliğin bereketinden nasiplenirdi. “Toplulukta rahmet, ayrılıkta azap vardır.” (Münâvî, III, 470) buyuruyor Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-. Yemek yerken de yalnız değil, toplu hâlde olmayı tavsiye ediyor.
Görüşülecek bir husus olursa sofra başında istişâre edilirdi. Güngörmüş büyükler, engin tecrübeleriyle yol gösterir, îkaz edilmesi gereken bir husus varsa usûlünce ifade ederlerdi. Gençler de bu tembihleri hürmetle kabul ederdi.
Bugün maalesef istişârelere ehemmiyet verilmediği gibi, evlerde neredeyse faal bir mutfak da kalmadı. Herkes dışarıdan yemek siparişi verir hâle geldi. Fakat bu gelen yemeklerde hangi malzemelerin kullanıldığını ve nasıl bir hâlet-i rûhiye ile hazırlandığını kimse bilmiyor. Bu hususlara bugün çok daha fazla dikkat edip sofraya bütün aile fertleriyle beraber oturmaya çalışmak lazım.
Son olarak o aile ve toplumda maddî-mânevî faydalarla dolu bir seyahat kültürü vardı. İbret almak, mübarek yerlerden feyizyâb olmak, sıla-i rahimde bulunmak, yetim, garip ve kimsesizlerin gönüllerini hoşnûd etmek, en temel gâyelerindendi bu seyahatlerin. Çünkü Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bilhassa yetim ve garipleri ziyaret eder, onları sevindirmekle sevinir, onları doyurmakla huzur bulurdu.
Velhâsıl bütün bu fazîletli davranışlar ilâhî rahmeti celbeden, gönülleri mânen besleyen hususlardı.
Bugün maalesef herkes ferdî davranıp, yanı başındaki en yakınından bile bîhaber yaşıyor. Hâlbuki İslâm ahlâkının en mühim esaslarından biri; diğergâmlıktır, yani din kardeşlerinin dertleriyle dertlenmektir. Bu meyanda her müʼmin, ictimâîleşmek mecbûriyetindedir.
Ferdiyetçilik, egoistlik, bencillik, hodgâmlık, bir müslümanın ahlâkı olamaz. Müslüman, kendi kurtuluşunun, başkalarının da kurtuluşuna çalışmaktan geçtiğini bilen, din kardeşinin huzuruyla huzur bulan, hüznüyle mahzun olan, merhametli ve fedakâr insandır.
Topluma hayat veren bu incelik, nezâket ve zarâfet tezâhürleri ehemmiyetsiz görülmemelidir. Onlar bir halatın ince lifleri gibidir. Lifler bir bir koparsa, o halatın taşıdığı kıymetler de yerle bir olur.
Toplumumuzda bugün yaşanan elîm hâdiseler de, Kur’ân ve Sünnet temelinde yükselen muhteşem medeniyetimizin esaslarından adım adım uzaklaşılmasının acı neticeleridir.
Medeniyetimiz tarafından örf ve âdetlerimize nakış nakış işlenmiş olan iffet, mahremiyet, merhamet, samimiyet, tevâzu, âdap ve muâşeret kâideleri, bir bir terk edildi. Bir şey olmaz zannedildi. Şimdi “Bu toplum bu hâle nasıl geldi?” diye hayret ediliyor.
Çare ve derman aynı: Tekrar İslâm ahlâkını, îmânın güzelliklerini ilmek ilmek hayata geçirmek… Âkif’in dediği gibi:
Allâh’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol!
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol…
Rabbim, rızâsına medâr olacak sâlih amelleri cümlemize kolaylaştırsın.
Âmîn!..