Kainat, Kur’an ve İnsan

1995 – Eylul, Sayı: 115, Sayfa: 036

Ezelde Allah’ın (c c ) yalnız kendisi mevcüd iken, o yüce varlık, bilinmeyi murad ederek, sıfatlarının tecellîsi ile bu kesret (çokluk) alemim vücuda getirmiştir. Cenab-ı Hakk’ın sıfatları, -Kur’an-ı Kerîm’de doksan dokuz olmasına rağmen- pek çoktur. Bunların bir kısmını yalnız kendi bilir, diğer bir kısmını ise, sadece peygamberlere bildirmiştir Bu ilim onlarda mahfuz kalmıştır. Alimler de doksan dokuza dahil olmayan bir çok sıfat-ı ilahiyyeye vakıftırlar.

Bu bilinen ve bilinemeyen bütün ilahî sıfatların üç tecellî mekanı vardır

a. Kainat,

b. Kur’an-ı Kerîm,

c. İnsan.

Kainat, sıfat-ı ilahiyyemn fiilî, Kur’an ise kelamî bir tezahürüdür. Gerçekten Kuran-ı Kerîm, beşerin kıyamete kadar taşıyabileceği kemalatı, hakîkatı ve esrarı ihtiva eder. Bu bakımdan, taklidi asla mümkün olmayan eşsiz bir mucizedir Nitekim En’am süresi 59 ayette buyurulur:

“Yaş ve kuru ne varsa, apaçık bu kitaptadır.”

Diğer bir ifade ile Kur’an-ı Kerîm, kelam sûretine bürünmüş bir kainat demektir. İnsan ise, o kainatın bir özü, tohumu gibidir. Çünkü mahlükat içinde Allah’ın (c .c) bütün esmasından (sıfatlarından) nasîb almış tek varlık odur! Bu sebeple insanın hayra da şerre de, îmana da küfre de ıstîdad ve temayülü yaratılışında mevcüddur. İman, Rabbin kula teklifidir. Her kulun kabiliyyet ve farklılığı ise, sıfat-ı ilahiyyenin tecellîsindeki galebeye veya hakim tecellîye göre gerçekleşir. Tıpkı birçok renk boyayı karıştırıp tek bir renk elde etmekteki gerçek gibi Hakim renk, neticeye en fazla müessir olur. Netice olarak insan, bütün sıfatullah kendisinde tecellî ettiği için, kainatın küçültülmüş şeklidir ki ona, alem-ı asgar (küçük alem) denilmesi bundandır. Onun et ve kemikten ibaret yapısında ilahî tecellînin sırları, nurları ve hakikatleri rekz olunmuştur (depolanmıştır). O, bir zerafetler meşheri ve bir îcad bedîasıdır. Ferdiyet içinde bir toplumdur. Kainat kitabının hülasası ve fatihasıdır.

Cenab-ı Hakk, camiü’l-ezdaddır. Yani, kendisinde zıdları cem etmiştir. Biz de eşyayı, vukuatı ve hadisatı ancak zıdları ile idrak edebiliriz. Hayrı tanıyabilmek için şerri, güzeli tanıyabilmek için çirkini, doğruyu tanıyabilmek için eğriyi ve îmana kavuşabilmek için küfrü tanımamız îcab eder. Bu değerler, hep zıdları ile kavranabilir.

Bütün insanların îman ve küfür macerası, hep Allah’ın -celle celâlühû- “Hadî” (hidayet veren) ve “Mudili” (dalalete sevk eden) sıfatlarının arasında seyreder. Ancak netice, sıfat-ı ilahiyyenin tecellîsındeki galebeye bağlı olduğundan, şahsiyet, hakim tecellîye göre gerçekleşir. Diğer sıfatların tecellîsi de bunun gibidir.

Peygamberler ve evliyaullah arasındaki farklılıklar da, ayrı ayrı tecellî eden esmayı ilahiyyenin esrarındandır.

Peygamberlerin tevhîd inancı dışındaki mes’elelerde, selahiyet ve vazîfeleri aynı değildir. Mesela Hz. Musa (a s ), bir Dünya nizamı te’sîs etmeğe me’zün kılınmıştı. O’nun hayatı, fırtınalar ve kasırgalar içinde devam etmiştir. Yine aynı Benî İsraîl peygamberi Hz isa’nın vazîfesindeki tarik vasıf, nefsi terbiyedir. Çünkü O, “Rûhullah” sıfatı ile tesmiye olunmuştur.

Hz. Peygamber Efendimiz (s a ) ise, esmayı ilahiyyenin en kamil tecellilerini üzerinde toplamış, “Seyyid-i kainat” (kainatın efendısı) olmuştur. Ummî bir topluluk ve cahiller arasında yetiştiği halde kıyamete kadar gelecek ümmetini, hakîkat, ma’rifet ve ledunnî ilimler ile donatmış, meclisleri, bediî heyecanlar ile gülistan, hakîkat dersleri ile insanlığa ve topyekün varlık alemine rahmet olmuştur.

Peygamberler, muayyen zaman aralıklarında teşrîf ettikleri halde, onların izinden yürüyen ve toplumlarına örnek şahsiyet ve numune olan veliler, kesintisiz (layenkati’) gelmiş, kıyamete kadar da aralıksız devam edeceklerdir.

insandan insana değişen muhtelif tecellileri îzah sadedinde Mevlana -kuddise sirruh-, Dekükî’den misaller verir.

“Dekükî dedi ki

“-Birgün bende Allah’ın -celle celâlühû- nurunu insanlarda göreyim diye bir arzu uyandı”

“Sanki denizi damlada, Güneşi ise zerrede görmek istiyordum!..”

“Akıl ve ruh adımları ile sahile vasıl oldum ki gün batmış, vakit akşam olmuştu”

Mevlana -kuddise sirruh-, mecaza girerek hikayeye devam eder:

“Ansızın uzakta yedi mum gördüm. Onlara erişmek için sahile koştum “

“O mumlardan her birinin nuru, hoş bir surette semaya kadar yükselmişti”

“O kadar şaşırdım ki; şaşkınlık bile şaşırdı!.. Hayret dalgası aklımı başımdan aldı!..”

“Kendi kendime diyordum ki,

“Bunlar nasıl mumlardır ki, bu kadar parlak oldukları halde, halkın gözü onları görmüyor!”

“Mehtabdan daha parlak olan mum önünde halk ışık arıyor!..”

“Acaba halkın gözünde bir perde mi var ki; bu hakîkate almadılar?.. Ve bu kadar parlak mehtabı görmüyorlar!..”

Mesnevi sarihi İsmail Ankaravî (k s ) diyor ki:

“Bu yedi mumdan maksad, “yediler” denilen evliyaullah grubudur. Dekükî, onların cismaniyetlerini görmeden evvel nuraniyet ve ruhaniyetlerini görmüştür. Çünkü, dünya ile ahiret alemi arasında “alem-ı misal” denilen bir alem vardır. Dünyada bulunan herşeyin orada bir misali vadır. O misal, ebediyyette başka bir surette görünür. Görülen rü’yaların ekserîsi, bu misal alemindendir. Salih ve sadık kişiler, o aleme rü’ya halinde, ümmetin seçkinleri, yani murşid-i kamiller ise, uyanıkken girebilirler.

Bunlar, hep farklı tecellilerin neticeleridir.

Mevlana -kuddise sirruh-, ilahî tecellî ve lütuflara mazhar olanın halini şu şekilde arz eder:

“O kimse, bu hal ile bir nazarda idrak eylediğini, dil ile yıllarca anlatamaz idrak ve şuurun, bir an derununda hissedip duyduğunu, kulak, yıllarca dinlese anlayamaz!”

“Ey salik! Sen ruhî derinliklerine yönel! Ve herşeyi kendinde bulmağa azmet! Sen öyle bir camiu’l-kevnsin (kainatın özü ve özetisin) ki ben, sana layık olan senayı yapmaktan acizim!..”

Allah’ın -celle celâlühû- emirlerine ve yasaklarına uygun yaşamaktan başka çare yoktur. Hayatı, dünya gayesi ile yaşayanların ve nefislerinin arzusuna göre sürüklenenlerin sonu, Ahiret perişanlığıdır.

Bu sebepler müvacehesinde insin ve cinnin peygamberlere ve onların izinden giden varislerine, yani murşid-i kamillere ihtiyacı zarurîdir. Ancak bu örnek şahsiyetlerle hakîkate erişilebilir. Onlar, Cihan’ın erişilmez fazilet ve hakîkat misalleridir. Gaye, onların yaşayışlarını örnek alarak, Kur’an ahlakı ile, yani Allah’ın -celle celâlühû- ahlakı ile ahlaklanmaktır.

Gariptir ki, insanların bir kısmı, maddî hastalıkları için hekime koşarlar, ücret öderler. Lakin manevî hastalık demek olan ahlakî hastalıklarını ücretsiz tedavî eden mürşid-i kamillere müracaat etmezler.

Mevlana -kuddise sirruh-, manevî hekimlerin maddî hekimlerden farklılığını şu beyitlerle ifade eder:

“O zahir hekimler, başkadır. Onlar, kalbe nabız yolundan bakarlar. Mürşid-i kamiller ise, nabız tutmaksızın kalbe bakarlar. Allah’ın -celle celâlühû- vermiş olduğu firaset ve sır dolayısıyla maddî hekimlerden farklıdırlar. Zahirî hekimler ancak, maddî gıda ve ecza hekimidirler ki, maddî gıdalar ve eczalarla rüh-i hayvaniyi, yani cesedi tedavî ederler. Ceset ise, zaten kaybolacaktır.”

“Manevî hekimler ise, Allah’ın -celle celâlühû- celal ve azamet nüruna ma’kestirler. Bu sebeple Allah’a -celle celâlühû- gitmeye manî olan yolları ortadan kaldırırlar. Delilleri, keşf, ilham ve sırr-ı ilahîdir. Tedavî ücreti de istemezler.”

Allah Rasülü’nden -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ibretli bir misal:

Ebü Süfyan, nübüvvetten evvel Peygamberimiz’in -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- dostu idi. Nübüvvetten sonra ise, düşman kesilerek O’na hicviyyeler yazdı. Peygamber şairi Hasan b. Sabit -radıyallâhu anh- ise, bu hicviy-yelere cevap verirdi. Sonradan Ebû Süfyan, bu yaptıklanna pişman oldu. Medîne-i Münevvere’ye müteveccihen yola çıktı. Ebva mevkiinde Allah Rasülü’ne -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- rast geldi. Hz. Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Ebü Süfyan’ın yüzüne bakmadı. Ebû Süfyan, çok müteessir oldu. Ebû Süfyan, Hz. Ali’nin -radıyallâhu anh- öğrettiği ayet ile özür diledi. Merhamet ve şefkat okyanusu Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de Sûre-i Yûsuf’da:

“Yusuf da (kardeşlerine): Bugün size hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur. Allah sizi bağışlasın, O merhametlilerin en merhametlisidir.” ayetini okuyarak, onların eski ayıplarını afvetti. Bu hal, Cenab-ı Hakk’ın “Settaru’l-uyüb” sıfatının kulundaki en güzel bir tecellîsidir. Hatta şair Ziya Paşa, bu hadiseyi mısra’lara dökerek:

“Zalimlere bir gün dedirir kudret-ı Mevla;Tallahi lekad aserakellahü aleyna”

(Yusuf 90: Yemîn ederiz ki Allah, seni hakîkaten bizden üstün kılmıştır. Biz doğrusu hataya düşmüşüz.) der.

Hadîs-i şerifte:

“Allah, Adem’i Rahman sureti olarak yarattı.” buyurulur. Yani insan, bütün esmayı ilahiyyenin mazharıdır. Allah’ın (c..c) bütün fiil ve sıfatlarına ayna olur, yani ma’kestir.

Hz. Mevlana -kuddise sirruh- yaratılış hikmetinin muhtelif olmasını Hz. Musa’nın -aleyhisselâm- şu kıssası ile ifade eder:

“Musa -aleyhisselâm- dedi ki: Ya Malike’l-mülk! (Ey varlık aleminin maliki!) Neden Kainat’ı ve insanı maddî ve manevî binbir nakış ile tanzîm ve tasvîf ediyor, sonra da hak ile yeksan ediyorsun?”

“Cenab-ı Hakk buyurdu ki: “Ya Musa, muhakkak sen bunları gaflet, heva ve heves sebebiyle değil, bizim tanzîm ve esrarımızın sır ve hikmetini idrak etmek için soruyorsun. Aksi halde, bunu hoşgörmez, sana gazab eder ve seni incitirdim.”

“Ya Musa, sen o hikmete vakıfsın. Ancak, halka bunun sırrını izhar edip kalplerini itmi’nana kavuşturmak için soruyorsun.”

“Ya Musa, gül ve diken, topraktan ve sudan yetiştiği gibi, dalalet ve hidayet de kalpten zuhur eder.”

“Düşmanlık ve muhabbet, yakınlıktan; hastalık ve sıhhat de aynı gıdadan hasıl olur.”

Devamla Cenab-ı Hakk buyurdu ki:

“Ey akıl sahibi olan Musa! Madem sual ettin, gel de cevabını dinle ve hikmete aşina ol!”

“Ey Musa! Toprağa bir tohum ek de, sorduğun sualin esrarına dal!”

“Musa ekin ekti. Ekin kemale erdi. Ve onları biçti. O sırada kulağına hatiften bir ses geldi:

“Ey Musa, niçin önce ekiyor, sonra kemale erince de biçiyorsun?”

“Musa -aleyhisselâm- dedi ki:

“Ya Rabbi, ekinde hem tane, hem saman mevcüd olduğu için biçtim. Çünkü tane, saman ambarına layık değildir. Saman da, buğday ambarı için zarardır. Bu ikisini karıştırmak hikmet değildir. Hikmet olan, eleyip ayırmaktır.”

“Cenab-ı Hakk buyurdu ki:

“Ya Musa, sen bu ilmi kimden öğrendin de onunla bu işleri görüyorsun?”

“Musa -aleyhisselâm- dedi ki:

“Ya Rabbi, bana verdiğin bu temîz, esmayı ilahiyyenin tecellîsi değil midir?”

“Senin mahlükatın arasında temiz ruhlar da, karanlık ve çamur ruhlar da vardır.”

“Sedef durumunda olan cesedler de birbirinden farklı olup, biri inci, diğeri de boncuk durumundadır.”

“Buğday, samandan ayrıldığı gibi, iyi ve kötü huyları da tefrik edip, süflilerin de terbiye ve tezkiyesi vacibtir.”

“Bu alem ve insan, hikmet ve esrar hazîneleri gizli kalmasın diye yaratıldı.”

“Çünkü Cenab-ı Hakk;

“Ben gizli bir hazîne idim. Bilinmeyi arzu ettim de bu yüzden mahlûkatı yarattım.” buyurdu. Bunu işit de, kendi cevherini kaybetmeyi, kendini yaratılış hikmetine, yani kulluğa ve Hakk’a vasıl eyle!”

Kainatta her zerre, Kur’an’da her harf ve insanda her hücre, hiç bir şeyin abes yaratılmadığını, kendine mahsus bir lisan ile ifade etmekte iken, ey insan; hala uyanmayacak, yaratılışındaki kemalata göre bir yola girmeyecek misin?..

Mevla cümlemizi, hazîn akıbetlere sürüklenmekten koruyup “naîm” cennetlerine girmeye nail eylesin!..

Amîn…