Ebedî Fecre
Yıl: 2008 Ay: Nisan Sayı: 38
Takdirde meydana gelen hâl ve hâdiseler vardır. Bize zahir/belli olan ve olmayan yönleriyle bunların hayrı ve şerri dört şekilde ortaya çıkar:
1. Zâhiri de bâtını da hayır olan hâdiseler:
Bir kimse ki, hayırlı bir işte çalışıp kazanır. Kazancıyla hayır-hasenat yapar. Dâima infak şuuru içerisinde yaşar. Eliyle, diliyle ve hâliyle insana, hayvana, nebata velhâsıl bütün mahlûkata hizmette bulunur. Haram ve helâle son derecede dikkat eder. Şüphelilerden bilhassa kaçınır. Kalbi de her hâlükârda ihlâs ve takvâ ölçüleri içerisindedir.
İşte böyle bir hâlin zâhiri de hayırdır, bâtını da hayırdır.
2. Zâhiri de bâtını da şer olan hâdiseler:
Hakkında her bakımdan ilâhî yasak olan, haram hükmü içerisinde yer alan bütün hâdiseler bu kategoriye girer. Dünya hayatında meşgalesi rezalet ve berbat kimselerin hâli böyledir. Bunlar sefaletlerini saadet zannederler, lâkin dünyaları da âhiretleri de hüsran içinde olur.
3. Zâhiri hayır, bâtını şer olan hâdiseler:
Bazı hâdiseler vardır ki dıştan bakıldığında hayır ve ayrıcalık gibi görünür. Fakat içten bakıldığında karşınıza kocaman bir şer çıkar. Meselâ mal sahibi olup da başkalarını düşünmeyerek egoistçe bir hayat yaşamak gibi. Yani bir kimsenin mal sahibi olması, onun için faydalı bir hayır olarak görünmektedir; ancak cimri ve israf sahibi olması, iki dünyada da vebalini ve azâbını artıran bir şerdir. Bunun en mânidâr misâli Kārun ve Sâlebe’dir. Her ikisi de kendileri için hayırlı olacağını zannederek Allâh’ın takdiri dışında bir mal sevdasına zebun oldular, bunda hayır var düşüncesiyle zenginlik hususunda direttiler. Peygamberlerinin îkazlarını dinlemediler. Taleplerindeki şerri fark edemediler. Neticede her ikisi büyük bir şerrin girdabında perişan olup gittiler. Hem dünyaları karardı hem de âhiretleri.
İnsanın bu hâli âyet-i kerîmede şöyle ifade edilir:
“İnsan, Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nimet verdiğinde; «Rabbim bana ikram etti» der.”
“Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise; «Rabbim beni önemsemedi» der.” (Fecr, 15-16)
Unutmamalı ki zenginliği de fakirliği de Allah takdir eder. O neyi takdir etmişse ona göre yaşamalıdır. Zenginliğin îcabı neyse onu, fakirliğin îcabı neyse onu yerine getirmelidir. Hayır bundadır. Fakat bu gerçeği görmeyip de takdir-i ilâhînin dışında kendimiz ısrarla bir talep içerisinde olursak o zaman Cenâb-ı Hakk’ın buyurduğu;
“…İhtimal ki hoşlanmadığınız şey sizin için hayırdır ve ihtimal ki sevdiğiniz bir şey sizin için şerdir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.” (Bakara, 216) gerçeğiyle karşı karşıya kalırız.
Seçkin kullar, her nefes bu gerçekleri idrak ederek yaşayabilenlerdir. İnsanlığın en faziletli şahsiyetleri olan peygamberlerin en mümtaz vasfı da, bu mânâda «ne güzel kul!» makamında olabilmeleridir. Nitekim;
Süleyman -aleyhisselâm- dünya malını kalbinin dışında taşımış, gönlünü altına ve gümüşe kasa yapmamış, o kadar saltanat ve zenginlik içinde Cenâb-ı Hakk’ın «ne güzel kul!» iltifatına mazhar bir mütevâzı kul olarak yaşamıştır. Eyyûb -aleyhisselâm- da sıhhat, mal ve evlâtlarından mahrumiyetle uzun yıllar ağır imtihanlar karşısında sadece şükür, sabır ve rızâ hâlinde olmuştur. Neticede o da Cenâb-ı Hakk’ın; «ne güzel kul!» iltifatı ile sonsuz lütuflara mazhar kılınmıştır.
4. Zâhiri şer, bâtını hayır olan hâdiseler:
İnsan bir hastalığa yakalanır, sıhhatini kaybeder. Bu hâdise zâhiren şer gibidir. Fakat kişi hastalığın tattırdığı acziyetle sıhhatli zamanlarındakinden daha çok: «Yâ Rabbi, aman yâ Rabbi!..» diyerek Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmeye başlar. O zaman meselenin iç yüzü hayırdan ibaret olur.
Abdullah İbn-i Mes’ûd radıyallâhu anh anlatır:
Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in huzuruna vardım. Kendisi sıtmaya yakalanmıştı. O’na:
“–Ey Allah’ın Resûlü! Gerçekten şiddetli bir sıtma nöbetine tutulmuşsunuz.” dedim.
“–Evet, sizden iki kişinin çekebileceği kadar ıstırap çekmekteyim.” buyurdu.
“–(Herhâlde) bu iki kat sevap kazanmanız içindir.” dedim.
“–Evet, öyledir. Allah, ayağına batan bir diken veya başına gelen daha büyük bir sıkıntıdan dolayı Müslüman’ın günahlarını bağışlar. O Müslüman’ın günahları ağaç yaprakları gibi dökülür.” buyurdu. (Buhârî, Merdâ, 3, 13, 16; Müslim, Birr, 45)
Bu hakikatler ışığında sâlih bir mü’min, imtihan dünyasında bütün yaşadıklarını yukarıdaki dört temel gerçeğe göre değerlendirmesini bilmeli ve her an kendi iç âlemindeki menfîlikleri tefekkür etmelidir. Her meselede ilk önce istiğfar, hamd, şükür ve rızâ hâlinin hangi seviyede olduğunu mizan etmelidir.
Çünkü her samimî mü’minin hayat boyu ufku ve hedefi; aklının meşgul olduğu bütün düşünceleri, gönlündeki duyguları, hattâ alıp verdiği nefeslere kadar her şeyi rızâ-yı ilâhî ile telif etmeye çalışmak olmalıdır.
Çünkü rızâ, muhabbetin nihaî meyvesidir.
Bu noktada en makbul rızâ; kulun, nefsanî arzularının rızâsından ayrılıp Mevlâ’nın rızâsına râm olmasıdır.
Peki;
Böyle bir rızâ hâline erişebilmek için hayır ve şerri, net olanlarının dışındakileri itibarıyla nasıl kestireceğiz?
Bu sualin tek bir cevabı var:
HAYIR ANCAK ALLAH’TA
Âmâk-ı Hayal adlı eserinde Filibeli Hilmi Efendi, şöyle bir hikâye anlatmaktadır:
Aynalı Baba’nın ney taksimi eşliğinde okuduğu derin mânâlı şiirlerinin tesiriyle Râcî, dalıp gitmişti. Kendisini bir mecliste buldu. Orada peygamberlerden filozoflara, yüce şahsiyetlerden cüce kimselere kadar herkes vardı. Bütün insanları temsil eden Beşeriyet adında biri de gerçek saadetin peşinde hıçkırıklarla ağlayarak çare sormaktaydı. Feryat ediyordu:
“–Bana söyleyiniz, merhamet ediniz; hem hayattan tiksiniyorum, hem de onsuz yapamıyorum. Ne olur söyleyiniz, saadet nedir?”
O mecliste bulunan bazı şahsiyetler de şöyle cevaplar verdiler:
Konfüçyüs:
“–Saadet, bir tencere pirinç pilâvına bütün lezzetleri sığdırmaktır.”
Eflâtun:
“–Daima yücelikleri düşünmektir.”
Aristo:
“–Mantık! İşte saadet!”
Zerdüşt:
“–Karanlıkta kalmamaktır.”
Brahma:
“–Saadet mi? Herkesin zannı ne ise onun aksidir!”
Buda, öfke ile ayağa kalktı:
“–Ey Beşeriyet! Saadet, yok olmanın güzel isimlerinden biridir. Nirvana, ey Beşeriyet, Nirvana!”
Bu sözleri duyan Beşeriyet’in kafası karıştı:
“–Sizler kendinize bile faydalı olamadınız. Hep saadet mahrumu olarak ömür sürdünüz. Dediklerinizin içinde de saadetten eser yok!”
O zaman bir Allah dostu kalktı ve dedi ki:
“–Âkiller için seyr-i bedâyî (ilâhî güzellikleri seyretmek), câhiller için yemekle şehvet!”
Bundan sonra peygamberler saadeti açıkladı. Son olarak da meclisin reisi olan Fahr-i Kâinat, ayağa kalktı ve cevap verdi:
“–Ey Beşeriyet! Saadet; hayatı olduğu gibi kabul etmek, eskâline/ağır yük ve çilelerine rızâ göstermek, ıslahı için de gayret sarfetmektir. Yani kalb-i selîme ermektir.”
Bunun üzerine Beşeriyet, aradığı cevabı bulmuş olarak ayağa kalktı:
“–Yâ Fahr-i Âlem! Ey büyük Peygamber! Beşeriyetin dertlerini anlayan ve ilâcını bulan yalnız SEN’sin!..”
Yukarıdaki tarif etrafında hayatı en güzel şekilde tahlil eden ve hayrın sadece Allah’ta olduğunu en güzel şekilde idrak ile gönüller kılavuzu olan Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Sen, Allâh’ın verdiklerine râzı olmadıkça, rahat etmek, kurtulmak ümidi ile nereye kaçsan, orada karşına bir âfet çıkar, bir belâ gelir, sana çatar.
Dünyanın hiçbir köşesi canavarsız ve tuzaksız değildir. Hakk’ı gönülde bularak ve O’na sığınarak, O’nun mânevî huzurunda yaşamaktan başka kurtuluş ve rahat yoktur.
Kurtulma çaresi bulunmayan dünya zindanının; ayakbastı parası alınmayan, zindan dayağı atılmayan bir köşesi yoktur.
Allâh’a yemin ederim ki, fare deliğine girsen, bir kedi pençesiyle tutulursun.
Ancak samimî bir kul olur da Allah ile beraber olursan başka.
O zaman Allah seni teselli eder, sana öyle sahip çıkar ki, yılanların ve akreplerin arasında bile olsan muhafaza altında olursun.
Yılanlar da, akrepler de sana eş-dost olur.”
Nitekim Hâlık’ın nazarıyla mahlûkata bakış tarzı kazanan Abdülkādir Geylânî’ye bir cinnî, yılan şeklinde gelmiş, ancak dost olarak yanından ayrılmıştır. Bu, ondaki ilâhî muhabbet ve rızâ hâlinin bir bereketidir.
O hâlde;
Ebedî hayrı talep eden her kula düşen, küfür ve dalâlet hariç bütün hâllerde rızâda takvâ içerisinde olmasıdır. Bu takdirde onun hayatı da hayır, ölümü de hayır, ölümden sonrası da hayır, mahşerdeki hâli de hayırdan ibaret olur.
Böyle bir kıvamı yakalayabilmek için her vesileyle tevbeye sarılmak ve affedici olabilmek zarurîdir. Burada da Cenâb-ı Hakk’ın istediği kalbî vasıf;
AF VE TEVBEDE TAKVÂ
Tevbenin şartı samimî bir pişmanlıktır. Tevbede takvâyı gözetmek, nasuh, kalıcı, günahtan nefret edici bir şekilde Hakk’a dönüşü sağlar. Tevbede takvânın özü, tevbeyi amel-i sâlihlerle tescil ettirmektir.
Kul, gaflet perdesini aralayabilirse, işlediği cürmün ağırlığını vicdanında hisseder. Yüreğinde saklı olan fazilet hissi uyanır. Ve kalp, büyük bir nedamet içinde için için yanarak ılık gözyaşlarıyla Rabbine sığınır. İşte bu yanış ve pişmanlık, tevbedir. Rabbe dönüştür.
Dolayısıyla tevbe, Allah ile kul arasındaki mânîlerin nedametle ortadan kaldırılmasıdır.
Tevbenin sırrı ise, affedici bir gönle sahip olmaktır. Affedici olan kimse affa lâyık hâle gelir. Yani afta takvânın bir buudu da, kişinin affedilmeyi isterken kendisinin mahlûkatı affedip affetmediğini muhasebe etmesidir. Affede affede affedilmeye lâyık olma gayreti içerisinde olmasıdır.
Hazret-i Ali’nin, vali tayin ettiği şahsa yaptığı şu tavsiye ne kadar mânidardır:
“İnsanlara, canavarın sürüye bakması gibi bakma! Onlara karşı kalbinde sevgi, merhamet ve iyilik duyguları besle! Çünkü istisnâsız bütün insanlar, ya dinde kardeşin ya da yaratılışta eşindir. İnsanlar hata edebilir, başlarına iş gelebilir. Düşenin elinden tut, kendin için Allâh’ın affını istiyorsan sen de insanları affet, onları hoş gör ve bağışla! Allâh’a karşı asla kafa tutma (O’nun emirlerine karşı hiçbir şekilde itirazda ve isyanda bulunma!) Affından dolayı asla pişmanlık duyma! Verdiğin cezadan dolayı da sevinme!”
Ashâb-ı kiramdan Ebu’d-Derdâ Hazretleri Şam’da kadılık yapıyordu. Bir gün, halkın bir günahkâra sövüp-saydıklarını işitti. Onlara:
“–Siz kuyuya düşmüş bir adam görseniz ne yaparsınız?” diye sordu.
Oradakiler:
“–İp sarkıtıp çıkarmaya çalışırız.” deyince, Ebu’d-Derdâ Hazretleri bu defa:
“–Öyleyse günah kuyusuna düşmüş bu adama da niçin bir ip sarkıtıp onu kurtarmayı düşünmüyorsunuz?” diye sordu.
Şaşırdılar: “–Sen bu günahkâra düşmanlık duymaz mısın?” dediler.
Ebu’d-Derdâ Hazretleri de şu hikmetli cevabı verdi:
“–Ben, onun şahsına değil, günahına düşmanım.”
Bu misâlde Ebu’d-Derdâ Hazretleri’nin mü’min gönüllere yerleştirmek istediği pek derin hikmetler vardır. Bu hikmetler, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve rızâsı ile Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in yüce ahlâkından ümmete yansıyan ulvî parıltılardır.
Zira şu fânî hayatın sonsuz zevkini tadabilmek, Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz gibi, gönül bahçelerinden af ve merhamet râyihası çıkarabilmekle mümkündür.
Hâdiseler karşısında kalplerimiz, lutf-i ilâhî ile bir hamiyet dergâhı hâline gelerek; af, hilm, tevâzû, iffet, kanaat, şefkat, merhamet, nezaket ve müsâmaha gibi meziyetlerle tezyin edilmeli ki gönül bahçelerimizden cennet râyihaları yükselsin.
Bu güzel takvâ ahlâkı, başkalarını düşünmeyi gerektirir. Allâh’ın en sevdiği haslet de başkalarına faydalı olabilmek ve başkalarının kurtuluşu için çırpınmaktır. Bilhassa:
EMR-İ Bİ’L-MÂRUF, NEHY-İ ANİ’L-MÜNKER
İyiliği tavsiye etmek ve kötülükten men etmek.
Bir mü’minin en mühim hususlarından biri bu.
Bunun takvâ derecesi ise, «emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker» yani «iyiliği tavsiye etmek ve kötülükten men etmek» vazifesini sadece dille değil, hâl ile müşterek güzel bir üslûp ile gerçekleştirmektir.
Böyle bir mevzuda takvâ bir kenara bırakılıp da emr-i bi’l-mâruf terk edilirse toplum türlü türlü belâlara dûçâr olur.
Zeyneb bint-i Cahş -radıyallâhu anhâ- der ki:
Peygamber Efendimiz’e:
“–Ey Allah’ın Rasûlü! İçimizde sâlihler bulunduğu hâlde biz helâk edilir miyiz?” diye sordum.
Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurdu:
“–Fısk ve fücûr (günahlar) çoğaldığı vakit, evet!” (Buhârî, Enbiyâ, 7)
Dolayısıyla iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, ilâhî gazaptan korunmanın da yegâne yoludur. Onun için her müttakî/takvâlı kulun, iyiliği emredici ve kötülüğü de nehyedici olmak vazifesi vardır.
Bu vazifeyi ve buna bağlı mes’ûliyetleri yaparken de her hâlükârda ölçü, Kur’ân-ı Kerim ile sünnet-i seniyyeye müracaat ve doğru kimselerle istişâre etmektir. Hazret-i Ali, yine valisine yaptığı tavsiyesinde der ki:
“Seni yoksulluğa düşmekle korkutarak iyilik yapmana mânî olan cimriyi, büyük işler karşısında azmini kıracak korkağı ve de gözünü hırs bürümüş kimseleri istişâre heyetine alma!”
“Altından kalkamayacağını anladığın konuları Allâh’a ve Rasûlü’ne havale et! Allâh’a havale O’nun kitabına, Rasûlü’ne havale de O’nun sünnetine müracaat etmek demektir.”
Zira «en hayırlı ümmet» beyanının muhtevasına girebilmemiz için, Rasûlullah Efendimiz gibi mârufu yani iyilik, fazilet ve hayrı yaşayıp emretmemiz, münkerin yani kötülük ve şerrin de haricinde kalıp bundan nehyetmemiz gerekmektedir.
Bunun için Allah yolunda hizmet şuuruna sahip olmak zarurîdir. Çünkü hakkı ve hayrı tavsiye, hizmet şuuru ve aşkı olmadan verimli bir şekilde gerçekleşmez. Dolayısıyla bu mevzuda aslolan hizmet şuuru, yani;
HİZMETTE TAKVÂ
İslâm ahlâkının esası, Rabbe aşk ve ihlâs ile yöneliş; bu yönelişin yegâne nişanı da hiç şüphesiz «hizmet»tir.
Ehl-i hizmet olanlar, gökteki ay ve güneşe benzerler ki, kuytular bile onlarla hayat bulur. Etraflarını aydınlattıkça kendilerinin parlaklığı artar.
Samimî ve gerçek hizmetler, kalbî olgunluğun bir şâheseridir.
Hizmette muvaffak olabilmek için ilim, irfan, liyakat, vakar, sağlam bir karakter ve şahsiyet sahibi olmak zarurîdir. Yani hizmet eden kişinin gönlü, münbit toprak gibi olmalıdır. Toprağın üzerinde gezen canlılar, onu çiğner ve cürufunu da oraya dökerler. Fakat toprak, bu cürufun hepsini temizler ve sonra çeşit çeşit güzellikte nebatlar bitirerek üzerinde dolaşan bütün mahlûkatı besler.
Hâl böyleyken;
Yeterli bilgi ve tecrübeye sahip bulunmayan, ahlâkî ve mânevî gelişimini önemsemeyen, işinin ehli olmayan bir hizmet eri, lâyık-ı veçhile ciddî bir hizmet ortaya koyamaz. Ayrıca güzel ahlâkla kalbi telif olmayan kaba, kırıcı ve sert bir üslûp ile yapılan hizmetlerden de bir hayır umulamaz. Yani;
Gönül feyzinden mahrum bir hizmet, çöle dökülen bir kova su misalidir. Diğer bir ifadeyle kurak araziye atılan bir tohum, tarla farelerinin kursağında yok olmaya mahkûmdur. Gönülle atılan hizmet tohumları ise istikbâlin çınarlarıdır.
Bu ölçüler ışığında bir insana yapılabilecek en büyük hizmet, onun ebedî istikbâlini kazanmasına yardımcı olmaktır. Bunun yolu da onu istikamet üzere bir kulluğa yönlendirebilmektir ki bu da ancak Kur’ânî duygularla istikametlenmek ve ahlâklanmakla mümkün olur.
Hizmette bulunan kimseler, Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in şu niyazını dillerinden ve gönüllerinden düşürmemelidirler:
“Ey Rabbim! Âcizlikten, tembellikten, korkaklıktan, eli-kolu dökülür derecede tâkatsizlikten Sana sığınırım…”
Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in bu duası, hizmette zinde olmayı vurguladığı kadar, hassas ve titiz davranılması gerektiğini de göstermektedir.
Buna göre;
Hizmette bulunanlar sanki mayın tarlasında yürüyormuş gibi bir hassasiyetle, muamelelerinde nezakete dikkat etmek mecburiyetindedirler.
Hizmeti îfâ ederken olduğu kadar, bu emaneti ehline verebilmek için de muhatabı iyi tanımak zarurîdir. Bu husus, yani muhatabı tanımak, en az hizmet kadar ehemmiyetlidir.
Çünkü vasıflı bir insana hizmet vermek, bazen binlerce insana bedel olur. Zira büyük istidat sahiplerinin önüne tüm maddî imkânları serseniz israf olmaz.
Bir de hizmette dikkat edilmesi gereken en önemli husus, muhataplarına minnet yükleyecek bir tavır içinde hareket etmemektir. Şeyh Sâdî buyurur:
“Seni hayır işlemeye muvaffak kıldığı için Allâh’a şükret. Zira Hak Teâlâ seni lütuf ve ihsanıyla boş bırakmadı. Padişaha hizmet eden, ona minnet yükleyemez. Seni istihdam ettiği için sen ona minnettar ol.”
Bilmeli ki özü itibarıyla hizmet, her şeyden önce Allâh’a ve Hazret-i Peygamber’e karşı bir vefa borcudur. Çünkü müttakî kul, Rabbimizden ve Hazret-i Peygamber’den ihsan edilen lütuflar ve nasipler sayesinde hizmette takvâya ulaştığı için aynı şekilde o da bir vefa borcu olarak başkalarına karşı bu vazifeyi icra etmelidir. Bu itibarla gönlünde taşıyacağı en güçlü duygulardan biri de şu olmalıdır:
VEFADA TAKVÂ
Vefa, özlü bir ifadeyle dostu unutmamak, ihmal etmemektir. Çünkü bütün dostluklar, vefa bağlarıyla güçlü bir şekilde devam eder. Vefa duygusu eridiği an, dostluklar da erimeye başlar. Vefa ölürse, dostluklar da tamamen biter.
Diyebiliriz ki;
Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bütün ömrü boyunca bizlere en zirvede bir vefa numunesi olarak yaşamıştır. Zira O, kendisini büyüten sütannesine vefa hâlindeydi. Habeşistan’da kendilerine hicret eden Müslümanları koruyan Habeşlilere karşı vefa hâlindeydi. Herkes O’nu yalanlama noktasında iken kendisini candan tasdik eden Hazret-i Hatice’ye karşı vefa hâlindeydi. Bütün ashâbına karşı vefa hâlindeydi. Hâsılı her nefes refîk-ı âlâsına, yani Rabbine karşı bambaşka bir vefa hâlindeydi.
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- anlatıyor:
Nebî -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- benim yanımdayken yaşlı bir kadın geldi. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ona:
“–Siz kimsiniz?” buyurdu.
“–Ben Cessâme el-Müzeniyye’yim.” dedi.
Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:
“–Hayır, bilâkis sen Hassâne el-Müzeniyye’sin.” buyurdu ve:
“–Biz görmeyeli nasılsınız, durumunuz nasıl, şimdiye kadar ne yaptınız ne ettiniz?” diye sordu. O da:
“–Anam babam size feda olsun, iyiyiz elhamdülillâh yâ Rasûlâllah!” dedi.
Kadın çıkıp gidince:
“–Yâ Rasûlâllah! Bu yaşlı kadına ne kadar da iltifat ve itibar ediyorsunuz?!.” dedim.
Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurdu:
“–O kadın, Hatice hayattayken bize gelip giderdi. Vefakârlık ise îmandandır.” (Hâkim, I, 62/40)
Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in bu yüce terbiyesinde yetişenler de birer vefa timsali oldular.
Ancak bugün…
Böylesi bir ahlâkî faziletten bugün maalesef geriye gönüllerde değil tam mânâsıyla sadece lügatlerde kendine yer bulabilen bir kelime kaldı. Mehmed Âkif’in tabiriyle; “Vefa Yokuşu dümdüz oldu.”
Bunun sebebi de, hiç şüphesiz ki vefada takvâsızlık. Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Ahdini bozan herkes için kıyâmet günü bir bayrak dikilip bu falanın vefasızlık alâmetidir diye ilân olunacaktır.” (Buhârî, Cizye, 22; Edeb, 99; Hiyel, 99; Müslim, Cihâd, 11-17)
İfade etmeli ki; ilk ünsiyet ve onun neticesi olan vefa, Allâh’adır.
Sonra en ulvî ve en gerekli vefa; yaratılışımızın, hidayetimizin ve ebedî saadetimizin vesilesi olan Âlemlerin Efendisi Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’edir.
Sonra vefa, bizi irşad ile eğiten, sırât-ı müstakimde rehberlik eden din büyüklerinedir.
Sonra vefa, ana-babayadır. Bilhassa yaşlandıkları zaman ana-babaya hizmet, güzel söz ve ikram, evlatların en büyük vefa borcudur.
Bunlarla birlikte;
Ecdada vefa, dirilerimize ve ölülerimize vefa, vatana vefa ve toplumdaki bütün emanetlere vefa, sağlam karakter ve şahsiyetlerin vasıflarındandır.
O hâlde her mü’min, vefada da takvâyı gözetmeli, zamanın bozukluğuna kapılmadan vefa borcunu ödeme gayretini elden hiç bırakmamalıdır.
Yoksa muhabbetler de değerini yitirir, dostluklar da, kulluk da.
Öyleyse vefada takvâya sımsıkı sarılmalıdır. Bunun için de, yani vefada takvâlı olabilmek için de şart olan yegâne mesele;
SEVGİ VE MUHABBETTE TAKVÂ
Gönüllerde sevgi ve muhabbet olmadan hiçbir şey olmaz. En küçük amelimiz bile onu tetikleyecek bir muhabbete muhtaçtır. Yaratılış sırrımız muhabbet olduğu gibi davranış sırrımız da muhabbetten ibarettir.
Ancak muhabbetin de takvâ ölçüleri içerisinde inkişaf etmesi gerekmektedir. Çünkü;
Lâyıkına lâyıkıyla muhabbet beslemek zarureti vardır. Sevmemiz gerekenler ise evvelâ Cenâb-ı Hak ve O’nun Habîbi Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’dir. Bu sevgilerin Allah için devamında mü’min kardeşler arasına da Rabbimiz bir sevgi koymuştur.
Bu sevgiyi muhafaza etmek için, zıddına da nefret etmek elzemdir.
Hayır da şer de muhabbetlere göre netleşir. Sevmenin seviyesi, sevenin, sevilendeki hâllerle hâllenmesidir. Kişi sevdiğini örnek alır, ona hayran olur. Zira kişi, sevdiği ile beraberdir.
Nitekim her mesele ve ortamda sahâbe-i kiram, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a olan muhabbetleri bereketiyle temayüz etmiştir.
Ashâb-ı Suffe, O’nunla şekillenmiştir. Huneyn’de Müslümanlar, O’nunla cesaret bulmuştur. Uhud’da tevekkül ve rızâ hâlini sahâbe O’ndan almıştır. Kısaca itikatta, ibadette, aile hayatında, vefada, nezakette sahâbenin faziletler medeniyeti meydana getiren dâsitânî hâlleri hep O’ndan yansımıştır. Sahâbe O’nun muhabbetiyle sahâbe olmuştur.
Câlib-i dikkattir ki;
Allah Rasûlü vefat ettiğinde ashâbın hâli, hüznün son raddesindeydi. Âdeta yanıp erimiş bir mum misaliydi. Zira düşünüyorlardı ki, O’nu görmeden bir gün bile duramayan âşık gönülleri, artık kendisini bu fânî dünyada hiç göremeyecekti.
İşte bu hicran ve yanışa dayanamayan Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh-, ellerini yüce dergâha mahzûn bir gönülle açarak:
“İlâhî! Artık benim gözlerimi âmâ kıl! Ben her şeyden çok sevdiğim Peygamberimden sonra artık dünyada bir şey görmeyeyim!..” diye ilticâ etti ve oracıkta gözleri âmâ oldu.
Bu itibarla;
Muhabbetin Allâh’a yöneltilmesi, önce nûr-i Muhammedî’yi, sonra Hazret-i Peygamber’in muazzez varlığını, Hak dostlarını, daha sonra da bir huni gibi genişleyerek Allah katında makbûl her varlığı, makbûliyet derecelerine göre sevmeyi îcap ettirir.
Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e muhabbetin en güzel ve mânâlı tezahürü, O’na ittibâdır.
«Seven sevdiğinin her şeyini sever.» düsturunca Habîb-i Kibriyâ’ya fiilen ve hâlen ittibâ şarttır.
Hakîkat-i Muhammediyye’ye yakınlaşabilmek, akıldan ziyade muhabbet ile mümkündür.
Unutmamalı ki;
Kâinatta Cenâb-ı Hak’tan başka bir varlığa sevgi, iptilâ ve düşkünlüğün yaygın haline «mecazî aşk»; cemali kemal, kemali cemal kutbundan olan Kâinatın Rabbine karşı duyulan derin muhabbet ve kalbî alâkaya da «hakikî aşk» denir.
Bu mevzuda takvâ; Allah’tan ve peygamberinden uzaklaştırıcı her şeyden uzaklaşmakla, daha doğrusu Allah’ın ve peygamberinin sevdiklerini sevmek, sevmediklerini sevmemekle sağlanır.
Yâ Rabbi! Bize, sevdiklerini sevdir! Sevmediklerini sevdirme! Bilhassa Sana ve Hazret-i Peygamber’e karşı vefa, hizmet ve muhabbetten ayırma! Takvâ ölçüleri içerisinde aşkın hakikatine erdir! İki cihanda da Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ile beraber eyle!
Âmîn!..