Kalp Nasıl Tezkiye Edilir?

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

KALP NASIL TEZKİYE EDİLİR?

Cenâb-ı Hak bizden tezkiye olmuş, temizlenmiş bir kalp istiyor.

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

(“Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. [eş-Şems, 9])

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى

((Nefsini kötülüklerden) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [el-A‘lâ, 14])

Peki bu kalp nasıl olacak o zaman?

Dâimâ hayatta iptilâlar var, musibetler var.

İptilâları, musibetleri sabırla bertaraf etmek:

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Ey îmân edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin…” (el-Bakara, 153)

Burada namazın ehemmiyeti ve sabrın ehemmiyeti.

Efendimiz her iptilâya sabretti. “Ben çile çemberinden geçen, en çok çile çemberinden geçen peygamber benim.” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)

Her vesîleyle namaz kılardı. Cenâb-ı Hakk’a ilticâ hâlindeydi. Hiçbir zaman sabırsızlığa, bezginliğe, aceleciliğe düşmedi. Sabrın sonu da hep selâmet oldu. Cenâb-ı Hak bizleri de nâil eylesin -inşâallah-. Yedi evlâdının altısını sağlığında kaybetti, dâimâ bir râzı hâldeydi.

Demek ki ibadette sabır, yüksek ahlâk için sabır, rızâya ermek için sabır, haram ve kerahatlerden sakınmak için sabır.

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا

“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır, gerçekten zorlukla beraber bir kolaylık vardır.” (el-İnşirah, 5-6)

İşte hayatta iptilâlar var, med-cezirler var, inişler-çıkışlar var. Hayatın her zorluğuna karşı sabırla direnebilme. “Yâ Rabbi! Sen’den râzıyım.” diyebilmek. Netice de, ebedî bir saâdet…

Velhâsıl, demek ki birçok iptilâları, kul, gönül, sabırla bertaraf edecek. Kıyâmette, Cennet’te bir sabır yok; sabır dünyada…

Diğer bir husus:

Unutkanlığı zikirle bertaraf etmek:

Cenâb-ı Hak îkazda yine, Haşr Sûresi 19. âyet:

“Allâh’ı unutan, bu yüzden de Allâh’ın kendilerini unutturduğu kişiler gibi olmayın. Onlar, yoldan çıkan kimselerdir.”

Efendimiz dâimâ bir zikir hâlindeydi.

Semâya bakardı; “Aman yâ Rabbi!..”

Arza bakardı, yine bir tefekkür hâlinde; “Aman yâ Rabbi!..”

Yani semâya bakardı, nasıl ilâhî intizam… Güneş, Ay vs. yıldızlar… Hiç ârıza var mı, hiç bozulma var mı? Hiç infilâk var mı?

Toprağa bakardı, hep bir zikir hâlinde. O topraktan nasıl bütün mahlûkâta sofralar kuruluyor…

İlkbaharda ayrı, meyveler ayrı, sebzeler. Yazın ayrı meyveler, ayrı sebzeler. Sonbaharda öyle, kışın öyle.

Cenâb-ı Hak devamlı bize buketler veriyor. Gerçek buketler, gerçek ikramlar…

Bir ağaca bakıyoruz, baharda baştan çiçeğini açıyor, sana bir güzellik manzarası veriyor. Arkadan çiçeğin yapraklarını döküyor, bir tohum veriyor. Arkadan meyveyi veriyor. Meyve ağaçta olgunlaşıyor, alıp koparıyorsun. Bekleme imkânın var, bir termos içinde sana veriyor. Ancak kabuğunu soyduğun zaman alıyorsun onu.

Bunları düşünmek, hep zikir bunlar.

İçtiğin su… Nasıl artı bulut eksi buluta akıyor, temizleniyor, nasıl sana bir tertemiz olarak akıyor. Tekrar dünyada kirleniyor, tekrar tebahhur edip tekrar akıyor.

Velhâsıl kul, Rabbini unutmayacak. Eğer -âyette- Rabbini unutursa Allah da kendisini unutturuyor, iyice gafletten gaflete düşüyor. (Bkz. el-Haşr, 19) Niçin dünyaya geldi, kimin mülkünde yaşıyor, yolculuğu nereye, gelen nereye, giden nereye, bu akış nereye, farkında değil!..

Diğer bir husus:

Nankörlüğü şükürle bertaraf etmek:

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Biz insanoğlunu mükerrem kıldık…” (el-İsrâ, 70) buyuruyor. Şan, şeref sahibi kıldık diyor. Yani mükerremliğe karşı nankör olmamalı. Cenâb-ı Hak en üstün varlık, insanı halketti. Devamlı peygamberler gönderiyor. Nîmetleri devam ediyor.

Câsiye Sûresi’nin 13. âyetinde:

“Göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldım (buyuruyor). Düşünen bir toplum için.” buyruluyor.

İnsan Sûresi’nde Cenâb-ı Hak insana:

“İster şükredici ol, ister nankör ol.” buyuruyor. (Bkz. el-İnsân, 3)

Bir yılan olarak gelebilirdik, bir akrep olarak gelebilirdik, bir fare olarak gelebilirdik. Cenâb-ı Hak akıl veriyor, iz’an veriyor, idrak veriyor. Kur’ân-ı Kerîm’le yardım ediyor, Peygamber’iyle yardım ediyor, şu dershanedeki zerreden kürreye, atomdan galaksiye, her şeyle yardım ediyor, kulun tefekkürünü artırıyor.

Demek ki kalp, ilâhî vitrinler seyredecek. Şeytânî vitrinlere dalmayacak. Şeytanî vitrinlere daldığı zaman gaflet olur, insanlığını unutur. İşte zamanımızda olduğu gibi, insan vahşete bürünür. Görüyoruz dünyayı bugün. Bir vahşetin çalkantısında. Suriye’ye bak, Irak’a bak, vesâireye bak, emsalleri yerler, Afrika’ya bak, bazı yerlerde nasıl insan vahşîleşiyor…

Demek ki Cenâb-ı Hakk’ı kaybettiği zaman, insandan daha beter bir mahlûk olmuyor. Cenâb-ı Hakk’ı bulduğu zaman da ondan daha yüce varlık olmuyor. Cenâb-ı Hak dost ediyor kendisiyle.

İbadetler çok mühim. Bu tefekkür çok mühim.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri diyor ki:

“Hacca gidenler diyor, Kâbe’ye gidenler diyor, orada diyor, Kâbe’nin Rabbini bulmaya çalışsınlar diyor. (Yani kalplerini Allâh’a râm etsinler.) O zaman her yerde Kâbe’yi bulurlar.” buyuruyor.

Velhâsıl insan, “ister şükredici ol, ister nankör ol.” buyuruyor Cenâb-ı Hak. (Bkz. el-İnsân, 3) Tercih, insana ait. Yani ister Cennet’i seç, ister ateşi seç. Lâkin insanın ateşe bir saniye dayanma gücü yok. Bu sebeple, sığınak, dayanak, istinadgâh; Cenâb-ı Hak. O’nu unutmayacak. Bunun şükrünü nasıl yapabiliriz, Cenâb-ı Hakk’a kul olmuşuz.

Efendimiz, gece teheccüd namazını çok uzun kılardı. Ayakları şişerdi, secde yerini ıslatırdı gözyaşıyla.

Âişe Vâlidemiz:

“‒Yâ Rasûlâllah! Biraz, kendini bu kadar yorma, Allah senin geçmiş, gelecek her şeyini affetti.”

“‒Yâ Âişe! (buyurdu) Rabbime şükreden bir kul olmayayım mı?” (Buhârî, Teheccüd, 16)

Velhâsıl Rabbimiz’e şükreden bir kul olabilmenin gayreti. Üç aylarda bu şeyi alabilirsek biz, hâli, intibâhı…

Nasıl bir dünya için birtakım sektörler seminerler verirler, konferanslar verirler vs. Dünya için, dünyadaki imkânlarını artırmak için.

Sporcular; bu, maçlardan, müsâbakalardan evvel kendilerini kamplara çekerler. Kamplarda ihtilâttan men kararı alırlar. Dışarıyla irtibatlarını keserler. O maçı kazanacak. En nihayet bir dünya maçı. Esas âhireti kazanmak…

İşte bu üç aylarda böyle kendimizi, kalbimizi mânen bir kampa çekme durumu. İbadetlerle, tâatlerle, muâmelâtla, bilhassa seherlerle.

Diğer bir husus:

İsyânı tâatle bertaraf etmek:

En büyük problem, gaflet. İnsan neyin hayırlı, neyin kötü olduğunu nefsinin hoşlanıp hoşlanmamasıyla karar vermeli.

Cenâb-ı Hak buyurur:

“Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz mümkündür…” (el-Bakara, 216)

Demek ki Cenâb-ı Hak’tan gelen hâdiselere karşı sızlanmamak lâzım. “Bu benim için daha hayırdır.” demek lâzım. “Çünkü Rabbim takdir etti.”

Rabbim seni sevdi, insan olarak dünyaya getirdi. Kaderi çizen Cenâb-ı Hak, küllî kaderi. Küllî kader içinde bizden cüz’î irâde istiyor. Kul, Cenâb-ı Hak’tan râzı olacak. Yani bir isyan etmeyecek, onu tâatle, kullukla bertaraf edecek.

Efendimiz Tâif’te taşlandı. Oraya dîni tebliğ etmek için geldi. O câhil halk taşladı. Efendimiz elini açtı:

“‒Yâ Rabbi! (Dedi.) Sen bana gazaplı değilsen, ben başıma gelen hiçbir şeye aldırmam, ben Sen’den râzıyım yâ Rabbi!” buyurdu. (Bkz. İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35; Buhârî, Bed’ül-halk, 7)

Hep bunlar bizlere örnek.

Diğer bir husus:

Cimrilik ve pintilik. Cimrilik, pintilik, israf:

Bu da bir felâket. Bu da kalbin kanseri. Gerek cimrilik, gerek israf.

Allâh’ın verdiklerini, biri kendine biriktirmek, diğeri kendine harcamak. Allah onu sana kendine harca diye vermedi ki. İslâm’da mülk Allâh’ındır. Diğer sistemlerde fertlerindir, toplumundur, şunundur, bunundur vs. Fakat İslâm’da mülk Allâh’ındır.

Cimri insana ne buyuruyor Cenâb-ı Hak: “O nîmete nankörlük ettiği için sarıcı bir ateşe sarılacaktır.” buyuruyor. (Bkz. Âl-i İmrân, 180)

İsraf edenler için; “şeytanların arkadaşlarıdır” buyuruyor. “Şeytan da Rabbine karşı nankördür.” buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 27)

Ve bu iki hâl de, cimrilik de israf da kalbin kanseri olmuş oluyor.

Bunu neyle bertaraf? Cömertlikle:

Cenâb-ı Hak cömert, rahmân ve rahîm. Kulunun da Cenâb-ı Hak cömert olmasını istiyor, merhametli olmasını istiyor, zarif olmasını istiyor. İnce düşünüşlü olması lâzım. Kendin için istediğini diğer kardeşin için de istemesini arzu ediyor. Böyle olanlara mükâfat bildiriyor.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- ile Fâtıma Vâlidemiz’in bir hâdisesini bildiriyor:

“Kendileri muhtaç olduğu hâlde verirler.”

Fâtıma Vâlidemiz ekmek yapıyor. İkisi de aç, yahut ikisi de iftar zamanı, gelen yetime veriyorlar. Fakire veriyorlar, yetime veriyorlar, esire veriyorlar, kendileri aç oldukları hâlde. Kendilerinden koparıp veriyorlar. Verirken de, “minnet altında kalmayın” diyorlar. Biz, “عَبُوسًا قَمْطَرِيرًا” zira o kıyâmet, “o sert ve belâlı günden korkarız” diyorlar. “Cenâb-ı Hak da onların gönüllerine ferahlık verir, o günün şerrinden onları korur.” buyruluyor. (Bkz. el-İnsân, 8-10)

Demek ki ne istiyor Cenâb-ı Hak? Diğergâm insan istiyor, gönül insanı istiyor, cömert insan istiyor, merhametli insan istiyor, zarif insan istiyor.

Velhâsıl hodgâmlığı, diğergâmlıkla bertaraf etmek. Bencilliği fedakârlıkla bertaraf etmek:

Yani bir “ben” karşısında bir “hiçlik” yaşamak. Çünkü “hiç” olarak geldik. Bir kazanarak gelmedik dünyaya. Lûtfen geldik, bir lûtuf olarak geldik. Kul, hiçliğini unutmayacak.

Cenâb-ı Hak onu istiyor. Fedakârlık istiyor. “Sevdiklerinizden vermedikçe Allâh’a yaklaşamazsınız” buyuruyor. (Bkz. Âl-i İmrân, 92) Bizi Cenâb-ı Hak test ediyor.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi din kardeşi için de istemedikçe gerçek mânâda îmân etmiş olmaz.” (Buhârî, Îman, 7; Müslim, Îman, 71-72)

Suriye’deki o kardeşlerimizin, o ıztıraplı, o muzdarip, zulüm altındaki kardeşlerimize yardımcı olabilmek. Yardım edemiyorsak, imkânımız hiç yoksa onlar için duâ etmek ellerimizi açtığımız zaman. Aynı hâlde biz olabilirdik.

Şüpheyi yakîn ile bertaraf etmek:

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4) Allah sizinle beraberdir.

Cenâb-ı Hakk’a zaman mekân yok, beşerî sıfatlardan uzak. Muhâlefetü’n li’l-havâdis; yarattıklarına benzememe durumu var. Zaman-mekân, Cenâb-ı Hak’ta yok. Her an Cenâb-ı Hak; insan, melek, cin, hayvanat ne kadar varsa hepsinin aynı zamanda yanında. “Müteâl” diyoruz; Cenâb-ı Hak idrak ötesi, idrak yetişmez. Onun için kalp itmi’nâna erecek.

“Ey itmi’nâna ermiş kalp!” (Bkz. el-Fecr, 27) buyuruyor Cenâb-ı Hak Cennet’e davet ediyor.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tebliğiyle, merhametiyle, ibadetleriyle, muâşeretiyle, her an terfi-i derecât hâlindeydi. Yakîn hâlindeydi. Her gün, her zaman, değişik bir manzaralar açılıyordu, ufuklar açılıyordu. Bir evvelki hâline de hep istiğfar hâlindeydi.

İbrahim -aleyhisselâm- öyle. Canıyla, malıyla, evlâdıyla imtihandan geçirildi, testten geçirildi. Ufuklar açıldı, acziyet içinde kaldı:

وَلَا تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ diyor.

“Yâ Rabbi! (Diyor. Kıyâmet günü) insanları dirilttiğin gün beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) buyuruyor.

Yani kendimizi bir kıyaslama bakımından…

Riyâyı -Allah korusun- ihlâs ve tevâzu ile bertaraf etmek:

Kalp hayatı inkişâf edecek, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşacak, kullar ortak olmayacak. “İbâdurrahmân” buyruluyor, “Allâh’ın rahmetinin tecellî ettiği kullar, mütevâzı olurlar.” (Bkz. el-Furkân, 63) Onların riyâ yapmaya ihtiyacı yoktur, gösteriş yapmaya ihtiyacı yoktur. Tevhîd akîdesinin ortaklığa tahammülü yok.

Cenâb-ı Hak riyâkârlara; “Veyl olsun, vay onların hâline!” buyuruyor. Yaptıkları ibadetler gidiyor, hepsi gidiyor.

İsyanı tevbeyle (bertaraf etmek):

Cenâb-ı Hak bizden dâimâ bir istiğfar hâlinde (olmamızı istiyor). Hepsi Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu verdikleri. Hep ihsan. “Verdiğim nîmetleri sayamazsınız” buyuruyor. (Bkz. İbrahim, 34)

Cenâb-ı Hak bizden hep istiğfar istiyor.

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ

(“…Seherlerde istiğfar ederler.” (Âl-i İmrân, 17])

İstiğfârın en güzel zamanı seherlerde. Seherlerde mü’min uyanacak. Cenâb-ı Hak’la beraber olma gayreti içinde olacak. İstiğfar edecek;

“اَسْتَغْفِرُ اللهَ الْعَظِيم, اَسْتَغْفِرُ اللهَ الْعَظِيم…”

Gafletini düşünecek, hatalarını düşünecek, acziyetini düşünecek.

Kelime-i tevhîdi bol bol zikredecek. Îmânını tecdîd edecek, yenileyecek.

Efendimiz’le alâka kuracak, salevât-ı şerîfeyle, o alâkayla.

Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir lûtfu Efendimiz.

“Allah ve melekler salât ederler… Siz de salevat getirin. Tam bir teslîmiyetle selâm verin.” (Bkz. el-Ahzâb, 56) buyruluyor.

Efendimiz:

“Ben her salevât-ı şerîfeyi alırım diyor, iâde-i selâmda bulunurum.” diyor. (Bkz. Ebû Dâvud, Menâsik, 96)

Demek ki ne kadar salevât-ı şerîfe getirirsek, seherlerde, yollarda, hayatın her safhasında, o kadar Efendimiz’le alâkamız, irtibâtımız artmış olur. Oradan da bir in’ikâs gelecek.

Tabi salevât-ı şerîfe getirirken;

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ

Yani O’nun, Efendimiz’in hâlini, ahvâlini düşünmek. O’nun gibi olmaya gayret etmek.

Diğer bir husus:

Gafleti tefekkürle bertaraf etmek:

Gaflet, insanı şeytânî vitrinleri seyretmeye götürür. Boş şeylere. Zamanını ziyan eder, kalbini ziyan eder, gözlerini ziyan eder.

Kur’ân-ı Kerîm’de 137 yerde bize tefekkürü emrediyor. Neyi tefekkür edeceğiz? İlâhî azameti, ilâhî vitrinleri, ilâhî kudret akışlarını. Tefekkür, bir îman anahtarı olmuş oluyor.

Ve Cenâb-ı Hak böyle bir gönülle bizi Cennet’e davet ediyor:

وَاللّٰهُ يَدْعُوا اِلٰى دَارِ السَّلَامِ

Cennet’e davet ediyor. “Selâm yurduna davet ediyor Cenâb-ı Hak…” (Yûnus, 25)

Yine üç aylar, onun en güzel mevsimi -elhamdülillâh-…