Ebedî Fecre
Yıl: 2012 Ay: Eylül Sayı: 91
AMELLERİNİZİ BOŞA ÇIKARMAYIN!..
Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede bir teşbih ile mü’minleri şöyle îkāz eder:
وَلَا تَكُونُوا كَالَّتٖ۪ى نَقَضَتْ غَزْلَهَا مِنْ بَعْدِ قُوَّةٍ اَنْكَاثًا
“İpliğini sağlamca büküp eğirdikten sonra çözen, böylece bütün emeğini boşa çıkaran ahmak kadının durumuna düşmeyin.”(en-Nahl, 92)
Hayırlı, güzel hasletleri kazanmak; gayret ve emek ister. Rabbimiz’in lutfuyla güzel bir niyet ve azim ile, sebat ve sabır gösterip bir hayra erişen mü’min; ulaştığı hâl ve kıvâmı muhafaza etmeye de âzamî gayret göstermelidir.
Çünkü örmek, zordur; sökmek, kolay…
İnşa etmek, adım adım, ince ince gayret demektir; yıkmak ise basit, kaba ve bir anlık iş…
Kazanmak kadar, belki daha fazla; korumaya ihtimam göstermek zarûrî…
Zira, şeytan türlü türlü metotlar deneyerek kulları iğvâ etmeye çalışır. Bir hayrın elde edilişine mânî olamadıysa, pes etmez; bu sefer o hayrın sevabını ve kulun o hayır vesilesiyle ulaştığı kıvâmı zâyî ettirmeye çalışır. Mü’minin o sâlih ameli ömrüne yaymasına engel olmaya çalışır. Onu; yaptığını beğenmeye, ulaştığıyla yetinmeye sevk eder.
Şeytan; bu şekilde, mü’min, kazandığı sevap ve hasletleri kaybetsin, kat ettiği mesafeyi yitirip, yeniden, daha bir ümitsiz olarak başa dönsün ister.
Şu sebeb-i nüzul kıssası, şeytanın insanı düşürmek istediği tehlikeye dikkat çekmektedir:
Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh-; seksen küsur yaşında o yaşına kadar yaptığı hizmetleri kâfî görmeyerek, son nefese kadar kulluğa, cihâda, hizmete devam şuuruyla, İstanbul seferine de katılmıştı. Muharebe esnâsında, canını hiçe sayarak düşman saflarına dalan bir mücâhid hakkında;
“–Şu gencin yaptığı doğru mu? Allah Teâlâ, kendi kendinizi tehlikeye atmayın buyurmuyor mu?” diye konuştuklarını işitti. Derhâl müdahale etti:
“Âyete yanlış mânâ vermeyin. O âyet-i kerîme bizim hakkımızda nâzil oldu. Ensardan bazı kimseler de Mekke’nin fethinden sonra;
«Hicretten beri bizim yaptıklarımız kâfî… Artık bağ ve bahçelerimize dönebiliriz. Bundan sonra gereken fedâkârlıkları başkaları yapsın…» diye düşünmeye başladılar. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
وَاَنْفِقُوا ف۪ٖى سَبٖ۪يلِ اللّٰهِ وَلَا تُلْقُوا بِاَيْدٖ۪يكُمْ اِلَى التَّهْلُكَةِ وَاَحْسِنُوا
اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنٖ۪ينَ
«Allah yolunda (mallarınızı ve canlarınızı) infâk edin. (Dünyaya ve nefsânî arzularınıza dalmayın. Mal ve can endişesine kapılıp da sakın) kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İhsân edin! (Maldan ve candan fedâkârlık yapın! Tâ ki her an Allâh’ı görüyormuşçasına bir yaşayış ile ihsan sahibi olun.) Çünkü Allah ihsan sahiplerini sever.»”(el-Bakara, 195)
Bu kıssanın bizlere hissesi, yapılan sâlih amellere, fedâkârlıklara itimat edip de, gevşemek; yapılanları da kaybettirecek bir tehlikedir. Helâktir. Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te, o muazzam fedâkârlıkları yapan sahâbîler hakkında bu ilâhî îkaz nâzil olmuşsa, bizim bir avuç hayrımıza istinâd etmemizin ne kadar boş olacağı âşikârdır.
Rabbimiz bizleri, bu tehlikeden sakındırmak için şu duâyı talim buyurur:
رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا
“Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme (kalplerimizin eğrilmesine, hidâyet yolundan ayrılmasına müsaade eyleme)…”(Âl-i İmrân, 8)
Bir Ramazân-ı şerif sona erdiğinde, bu mübârek iklimi değerlendirmiş mü’minlerin amel defterleri hayırlarla doludur. Namazlarla, oruçlarla, tilâvetlerle, hayırlarla, infaklarla, türlü türlü sâlih amellerle mâneviyat kuvvetlenmiş, nefsin arzuları riyâzatla dizginlenmiştir. Yani helâlleri asgarîde kullanmak ile nefs tezkiye edilmiştir. Nefis, Ramazân-ı şerîfin temsil ettiği riyâzat hâline alışmaya başlamıştır.
Yani;
Mü’minde, kâmil müslümanın esas husûsiyetleri tezâhür etmeye başlamıştır.
Bencillik ve katılık erimiş, merhamet ve fedâkârlık ziyadeleşmiştir.
İftar sofralarında ikram ederek, sadaka, zekât ve her türlü infâk ile cimrilik mağlûp olmuş; cömertlik galip gelmiştir.
Kibir gerilemiş, açlık hissinin tefekkürü ile hiçlik ve tevâzu şuuru inkişâf etmiştir.
İhlâs ve samimiyet ile edâ edilen ibâdetlerin rûhâniyetiyle, kalkan misâli koruyucu oruçlarla; iffet ve hayâ hasletleri kavîleşmiş, nefsin fısk u fücûra temâyülü bertarâf edilmiştir.
Hâsılı mü’minde âdetâ bir eğitim kampı mahiyetinde tesir ve iz bırakan Ramazân-ı şerifte; bütün güzel hasletler, sabır, nezâket, merhamet, fedâkârlık, cömertlik, îtidal, adalet ve cesaret inkişâf etmiştir.
Bu güzel tablonun, bu mânevî terbiyenin gerçek başarısı ise, bu hasletlerin devam ettirilebilmesiyle ölçülür.
DEVAMLILIK ve İSTİKRAR
Zira eğitimde maksat; kişiye mektepte verilen vasıfların, mektepten sonra da faal bir şekilde kullanılması, kazandırılan prensiplerin hayata tatbik edilebilmesidir.
Ramazân-ı şerîfin takvâ mektebinden ebedî bayram şahâdetnâmesi ile başarıyla mezun olunabildiğinin delili de kazanılan hasletlerin, bayram sonrasında da zamanın nefsânî akışına mukavemet gösterebilmesi olacaktır. Şartların değişmesine rağmen, takvâ ile kullukta muvâzenenin bozulmaması olacaktır.
Bu sebeple şu îkazlara gönül vermek îcâb eder:
Orucunun, namazının, terâvihlerinin, teheccüdlerinin ve duâlarının kabul olup olmadığını bilmek isteyen kişi; Ramazan’dan sonraki hâline bakmalıdır.
Cenâb-ı Hak, orucu takvâya ulaşabilmemiz için ferman buyurmuştur. Orucunun kabul olup olmadığını öğrenmek isteyen kişi, Ramazan’dan sonraki hayatında sahip olduğu takvâ şuuruna bakmalıdır.
Cenâb-ı Hak, namazın, insanı kötülüklerden alıkoyduğunu haber verir. O hâlde namazının kabul edilip edilmediğini merak eden kişi, kötülüklerden ve günahlardan ne kadar uzak kalabildiğine nazar etmelidir.
Peygamber Efendimiz; Allah Teâlâ’yı zikretmenin, insanı şeytanın şerrinden muhafaza ettiğini haber vermiştir. Acaba şeytanın iğvâları karşısında ne durumdayız? Gerçekten dâimî zikre ulaşmış olursak, şeytan ve nefis bize zarar veremez. Zira iblis, bu hakikati itiraf mâhiyetinde şöyle demiştir:
قَالَ فَبِعِزَّتِكَ لَاُغْوِيَنَّهُمْ اَجْمَعٖ۪ينَ اِلَّا عِبَادَكَ مِنْهُمُ الْمُخْلَص۪ٖينَ
“«Sen’in şerefine andolsun ki, elbette onların hepsini azdıracağım. İçlerinden ihlâslı kulların (muhlasîn / مُخْلَصٖ۪ينَ) hâriç! (Allâh’a takvâ ile yönelmiş kullarına hükmüm geçmez.)» dedi.” (Sâd, 82, 83; Ayr. Bkz. el-Hicr, 39, 40)
Ramazan bir talim ve terbiye vaktidir. Bu devrede müslümanın nefsi, ahlâk-ı hamîde sahibi olur. Ramazan bittiğinde, bu ahlâkı yaşamaya iyice alışmış ve bu hususta tecrübe kazanmış olur. Ramazan’dan sonra ise fazîletli bir hayata başlar. Allah Teâlâ’nın, onun oruçlarını kabul ettiğini gösteren en büyük alâmet, Ramazan’dan sonraki hayatının Ramazan’dan öncekine göre daha iyi ve rızâ-yı ilâhîye daha uygun olmasıdır.
Bir başka ifadeyle Ramazân’ı bütün yıla yaymaktır;
BÜTÜN SENE RAMAZAN…
Dolayısıyla;
Bu muhasebenin vakti, Ramazân-ı şerîfi takip eden üç-beş gün değildir. Bütün senedir. Muallâ bin Fadl -rahmetullâhi aleyh- şöyle der:
“Selef-i sâlihîn (yani sahâbe ve tâbiîn gibi İslâm’ın ilk asırlarının sâlih zâtları) senenin Ramazân-ı şerif dışında kalan aylarının yarısında, Cenâb-ı Hakk’a, kendilerini Ramazân’a ulaştırması için duâ ederlerdi. Diğer yarısında da idrâk ettikleri Ramazan’ı kabûl buyurması için duâ ederlerdi.” (Kıvâmu’s-Sünne, et-Terğîb ve’t-terhîb, II, 354)
Yani, Ramazân’ı senenin kalbi hâlinde değerlendirmek, yaklaştıkça ona iştiyakla hazırlanmak, geçip gittikten sonra da, onun hayatımıza getirdiği ilâhî ihsanlara dört elle sarılarak, sahip çıkmak, korumak… Sonra yeniden teşrif edecek Ramazân’a ulaşma iştiyâkı… Daha yüksek bir istifade…
Böylece;
Kademe kademe, önce bütün seneyi, sonra bütün ömrü bir Ramazân-ı şerif ikliminde gibi ibâdet, muâmelât ve ahlâkî vasıflarla müzeyyen hâle getirmek… Kâmil bir mü’min vasıflarını kazanma ve koruma gayretiyle ömrü mübârek hâle getirmek…
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de Ramazân-ı şerîfi; senenin ve ömrün merkezi, hayır ve bereketlerin menbaı olarak şöyle tanıtmıştır:
“Ramazan ayı, bütün hayır ve bereketleri kendinde toplamıştır. Sene içerisinde herhangi bir yolla kişiye ulaşan her hayır, (aslında) kadri yüce Ramazan ayının bereket deryasından bir damladır. Bu ayda sağlanan cemiyethâli (yani kalbi toplayarak devamlı zikir üzere bulunmak), sene boyunca elde edilecek olan kalbî olgunluk ve fazîletlerin temel sebebidir. Bu ayda düşülen (kalbî) tefrika ve gaflethâli de, sene boyunca tefrikaya ve gaflete yol açar.
Ramazan ayının hakkını veren ve onu râzı eden kimseye ne mutlu!
Ramazan ayını küstüren ve kızdıran kimseye de yazıklar olsun! O kimse, aynı zamanda muazzam bereketlerden ve hayırlardan mahrum kalmıştır.”(İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, cilt: 1, mektup: 4)
Bu îkazlar çerçevesinde, Ramazân-ı şerîfi seneye yaymak için şu tedbirlere başvurmak îcâb eder:
SÂLİH AMELLERE DEVAM…
Rabbimiz, Ramazân-ı şerifte bize orucu farz kıldı. Oruç sayesinde bize birçok rûhânî ihsanlar lutfetti. Ramazan dışında da bu nimetten istifade etmek, Şevval ayında altı gün, Muharrem ayında âşûrâ, Zilhicce’de leyâl-i aşr, kandiller ve günlerin sürekli akışı içerisinde Pazartesi-Perşembe, eyyâm-ı bîyz (her kamerî ayın 13-15. günleri) gibi sünnet oruçları, sıhhat, imkân ve şartlar ölçüsünde ganîmet bilmelidir.
Ramazan’da şevk ve heyecan ile terâvihler, teheccüdler kıldık. Ramazan sonrasında da, varsa kaza namazlarına; yoksa nâfileler arasında da başta teheccüd olmak üzere, duhâ, evvâbin, hâcet, şükür ve benzeri nâfile namazlara devam etmemiz lâzımdır.
Ramazân-ı şerifte namazlarımızı cemaatle kılmaya daha bir ehemmiyet verdik. Bu sünnet-i müekkede Ramazan’dan sonra da bizden ihmal değil ihyâ beklemekte.
Ramazan’da mü’minlerin hayatında cömertlik ve infak rüzgârları esti. Merhamet, fedâkârlık ve affedicilik gibi cemâlî vasıflarda mesafe kat edildi.
Şimdi de unutmayacağız ki, fakirler sadece Ramazân-ı şerifte muhtaç değil… Açlar sadece Ramazanlarda aç değil. Günahkârlar sadece mübârek günlerde irşad ve tebliğ beklemiyor…
Bize ikrâm edilen nimetlerden, nefsimiz adına sadece kifâyet ölçüsünde istifade edip, riyâzat hâlinde bir maîşetten arta kalanı infâk etme şuurunu, Ramazan sonrasında da yaşamalıyız.
Ramazân-ı şerifte Kur’ân okuduk, hatimler indirdik, mukabeleler dinledik. Ramazan bitince Kitâbullâh’ı bir dahaki Ramazân’a kadar kapatıp rafa kaldırmak asla bir mü’mine yakışan bir davranış olmaz. Tıpkı Ramazân-ı şerifte alıştığımız gibi, senenin tamamında günümüzün bir kısmını mutlaka Kur’ân tilâvetine ayırmalıyız. Ramazân’a kadr u kıymeti veren unsurun Kur’ân-ı Kerim olduğunu idrâk ederek; bize de Hak katında kıymeti, ancak canlı bir Kur’ân olabilme gayretimizin vereceğini unutmamalıyız.
Ramazan’da sahur ihtiyacımız için seherlerde uyandık. Uzun ve sıcak günlerde sahursuz oruç tutma korkusu, en ağır uykuları bile ekseriyetle uyandırdı. Ramazan’dan sonra da seherleri ihyâ etmeye, mânevî açlığı bu vakitlerde açılan ilâhî sofralarda gidermeye devam edersek, hâlimizi muhafaza etmemiz müyesser olur.
Ramazân’ı, senede bir uğrayan ve sadece geldiğinde memnun edilmesi îcâb eden bir misafir olarak değil; bize ömrü nasıl yaşayacağımızı talim etmek üzere, senede bir ay bize bir kurs, bir eğitim kampı açan bir muallim olarak görebildiğimiz takdirde, onda kazandıklarımızı kaybetmemeye daha bir istekli, iştiyaklı ve dikkatli oluruz.
Ramazan mektebinde kazandıklarını, daha Şevval ayında kaybedenler; her sene sınıf tekrarlayan tembel talebeler gibi, her Ramazan’da aynı sınıfı okurlar. Ramazan kıvâmını muhafaza edenler ise, her Ramazan’da bir üst sınıfa terfî ederek, takvâda derinleşme, ubûdiyette derece kazanma lutfuna mazhar olurlar.
Ramazân-ı şerif, Rabbimiz’in bir lutfu… Cenâb-ı Hak, kendi isteğimizle başaramayacağımız bir iklimi bizlere sunmakta.
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, o ihsânın büyüklüğünü şöyle tarif buyuruyor:
“Eğer insanlar, Ramazan-ı şerîfin ne olduğunu lâyıkıyla bilselerdi, senenin tamamının Ramazan olmasını arzu ederlerdi.”(İbn-i Huzeyme, Sahîh, III, 190)
Fakat imtihan sırrı sebebiyle Cenâb-ı Hak Ramazân’ı bütün seneye farz olarak teşmil etmeyip, bunu, yani bütün seneyi, bütün ömrü Ramazan şuurunda idrâk etmeyi; bizim gönüllerimize, bizim irademize bırakmakta…
Bu sebeple, Ramazan çıkınca o ilâhî yardım kalkmakta ve şeytanların bağı çözülmekte… Eğer biz bütün senemizi ve bütün ömrümüzü Ramazan eyleyebilirsek, şeytan bizim için yine bağlı kalacak… Cehennemin kapıları bizim için kilitli kalacak. Cennetin kapıları yine bizi davet edecek.
Fakat Ramazan bitince, kulluğun gücünü nefsânî hayat tüketirse; nefis, kulluktan bezginlik ve bıkkınlık duyarsa, irade de böyle bir nefse teslim olursa, şeytan bir hamlede, Ramazan’da doldurulan heybeyi boşaltıverir.
Eğer mü’min Ramazan’da kazandıklarını kaybediyorsa; bu, Rabbimiz’in ikrâm ettiği o riyâzat ikliminden çıkıp, globalleşen âlemin merhametsiz, bencil, gözyaşından habersiz, vicdansız dünyasına daldığı içindir.
KAYBETMEMEK İÇİN ÇARELER…
Elbette, mü’minler; Ramazan’da da sonrasında da ticaretlerine, işlerine, faaliyetlerine devam edecekler. Fakat bunu yaparken hak ve hukuka, adâlete riâyet etmek mecburiyetindedirler. Bir mü’minin en temel husûsiyetlerinden olan sadâkat ve güvenilirliği muhafaza etmesi gerekir. Verdiği sözlere çok dikkat etmesi îcâb eder.
Ticaretini yaptığı malın reklâmında, ürününü olduğundan daha câzibeli gösterme hilelerine tevessül etmemesi gerekir. Kadının cinsî câzibesini istismar etmek üzere, onu vitrine etmeye asla tenezzül etmemesi gerekir. Fâizin, kredilerin, hilelerin, şüphelerin, haramların, işçi ve kul haklarının gölgesini bile kazancına düşürmemesi gerekir.
Dîne, vicdana, takvâya aykırı şeyleri, «piyasanın îcâbı» gibi asılsız ve gayr-i meşrû mazeretlere sığınarak ve ihtirasa kapılarak asla yapmaya kalkmamalıdır.
Cenâb-ı Hak; «Yaratan Rabbinin adıyla oku!» buyuruyor. Okunması gereken eserler arasında kâinat da, ilâhî bir kitaptır. Kalbin seyredebildiği nice müthiş manzaralar vardır. Bu çerçevede şu mânidar tesbiti unutmayalım:
“Âlem yaratıldığından beri, hiçbir kuş komşusundan daha fazla yuva yapmaya uğraşmadı; hiçbir tilki, saklanacak tek bir kovuğum var, diye kendini harap etmedi; hiçbir sincap, bir değil de iki kış yetecek kadar ceviz biriktirmediği için endişeden ölmedi ve hiçbir köpek yaşlılık yılları için birikmiş kemiği olmadığını dert ederek uykusuz kalmadı.”
Yine unutmayalım ki;
Cenâb-ı Hakk’ın bize; “Maddî yönden daha çok zengin olun!” diye bir emri yoktur. Sadece; “Helâlinden kazanın, helâl ölçüleri içerisinde yaşayın ve infâk edin!” diye emirleri vardır. O hâlde ne olursa olsun hayatımızı ve ticaretimizi helâller üzerine bina etmeliyiz.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, Medîne-i Münevvere’de hicretten sonra yaptığı ilk işlerden biri Mescid-i Nebevî’yi inşa etmekti. Bundan sonraki ilk işlerinden biri de çarşı tanzimi ve teftişi oldu. Teftişi esnasında, müşteriyi aldatmaya yönelik bir davranış gördü. Islak hurmaların üzerine kuruların dizilerek satıldığını gördü. Bunun üzerine hemen ashâbını îkāz etti:
“Bizi aldatan bizden değildir.”
Efendimiz’in, ümmetine kabul etmediği davranışlara dalan bir kişi; elbette Ramazân-ı şerîfin o lâhûtî ikliminde hasbelkader kazandığı güzel hasletleri kaybedecektir.
Ne hazin bir kayıp…
İdrâk etmelidir ki,
Ramazanlar bize sadece ibâdet hayatımızı değil; içtimâî hayatımızı, iş hayatımızı ve aile hayatımızı da tanzim etmek ve cennet huzuruna eriştirmek üzere lutfedilmiştir.
Bir Ramazan boyunca emek emek dokuduğumuz takvâ libâsı, iş hayatımızdaki bir dikene, aile hayatımızdaki bir çalıya takılırsa; biz farkına bile varmadan sökülür gider.
Bu sebeple, hayatımızın her safhasını diken ve çalılardan temizleyip bir gülistan hâline getirmemiz îcâb eder. Bir gülün râyihâsının, sadece belirli yapraklarında değil, tamamında mevcut olması gibi, İslâm ahkâm ve ahlâkı da hayatımızın sadece Ramazan gibi mübârek günlerine değil, bütün günlerine şâmil olmalıdır.
İslâm’ın iki cihanımıza hayat bahşeden ölçüleri, hayatımızın hiçbir safhasında unutulmamalıdır.
Bilhassa;
MAHREMİYET ÖLÇÜLERİMİZ
Mâneviyat kandilimizin nûrunu muhafaza etmek istiyorsak, aile hayatımız üzerinde de bâtıl kasırgaların esmemesine dikkat edeceğiz. Bu sahada, ilmihâlimizi çok iyi bilecek ve hiçbir kaidenin lüzumsuz olmadığına dikkat ederek, hayatımıza tatbik edeceğiz.
Mahremiyet mevzuu; globalleşen dünyada, en çok çiğnenen, en çok ayak altına atılan bir husustur. Maalesef mü’minlerden bazıları da sokaklarda ve ekranlarda göre göre; bu şer‘-i şerîfe aykırı, kadın-erkek münasebetlerine, ihtilâtlara alışır olmuştur.
Yine günümüzde her yere giren internetin getirdiği, birbirine nâmahrem kişilerin, sorumsuzca, lâkayt ve lâubâlî şekilde birbirleriyle irtibat kurma gibi şeylere bulaştığı da herkesin malûmudur.
Bütün bu sorumsuzluklar, iffet ve hayâ hasletlerini tahrip etmekte, ailelerde huzur bırakmamakta, eşlerin birbirine itimadını sarsarak boşanmaların had safhaya ulaşmasına sebep olmakta.
Ailevî ve cinsî mevzulardaki lâkaytlıklar da mâneviyat teknesinin dibine açılan delikler hükmündedir. Bu gibi hata ve kusurları terk etmeyen kişiler; Ramazân-ı şerif, hac ve umre ziyareti gibi mâneviyat ve füyûzat menbâlarında gönül kaplarına doldurdukları huzur ve huşûun, günlük hayatlarına döndükten kısa bir süre sonra niçin yok olup gittiğini hayretle sorarlar.
Bu suallerin cevabı ve çaresi, İslâm’ı yaşayışımızdaki gedikleri tespit etmek ve kapatmaktır.
Mânevî bünyemizi muhafaza etmek için, maddî bünyemizi neyle beslediğimiz de çok mühimdir:
HELÂLİNDEN, TABİÎ OLANINDAN…
Gözünü hırs bürümüş, sadece daha fazla kazanmaya endekslenmiş günümüz liberal ve kapitalist dünyası, tezgâhına her türlü şeyi koymakta… Daha fazla kazanmak için, gözünü kırpmadan helâl yerine, üç kuruş ucuz şüphelisini koyabilmekte… Harplerin şekil ve cephe değiştirdiği devrimizde, lâboratuvarlarda kasıtlı olarak mâneviyâta kastedecek, fıtratı bozacak kimyevî silâhlar üretildiği de erbabının mâlûmu…
Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede şeytan iğvâsıyla nelere başvurulacağını şöyle ifade buyuruyor:
“(Şeytan) … Şüphesiz onlara emredeceğim de Allâh’ın yarattığını değiştirecekler (dedi).” (en-Nisâ, 119)
Bir başka âyet-i kerîmede de şeytanın, insanların mal ve evlâtlarına tesir etme gayretleri şöyle beyan buyuruluyor:
“Allah (iblisi huzûrundan kovarken şöyle) buyurdu:
Git! Onlardan kim sana uyarsa, iyi bilin ki hepinizin cezası cehennemdir. Tam bir ceza! Onlardan (ihlâs ve takvâya sarılmadıkları için) gücünün yettiği kimseleri dâvetinle şaşırt; süvarilerinle, yayalarınla onları yaygaraya boğ; (kazanırken ve harcarken ilâhî ölçüleri ihlâl ettikleri) mallarına, (helâl ve temiz gıdalarla beslemeyip, şer’î kıstaslara göre terbiye etmeyip, senin kontrolüne bıraktıkları) evlâtlarına ortak ol, kendilerine vaatlerde bulun. Şeytan, insanlara, aldatmadan başka bir şey va‘detmez.”(el-İsrâ, 63, 64)
Şeytanın bu hilelerinden muhafaza olabilmek için; düne göre, bugün gıda konusunda dikkat çok fazla ehemmiyet kazandı.
Bu sahada da, Ramazân-ı şerîfin riyâzat iklimi imdadımıza yetişecektir. Tezgâha konan her şeyi satın almamalı, seçici, araştırıcı olunmalıdır.
Mümkün mertebe her şeyin tabiî olanı tercih edilmelidir.
Bilhassa evlâtlarımızın; reklâmlara, modalara kapılarak katkılı, muhtevâsı helâl mi haram mı belirsiz, yabancı menşeli meşrubat ve gayr-i tabiî, protezli gıdalara meyletmesi hoş görülmemelidir. Onlara meselenin hakikati anlatılarak, netâmeli gıdalardan iğrenmeleri sağlanmalıdır.
Çünkü;
Haram ve şüpheli gıdalar, maddî ve mânevî bünyeye zarar verdiği gibi, israf ekonomisini de azdırarak insanı duygusuz yapmakta ve bencilleştirmekte, riyâzattan uzak bir hayata sevk etmektedir.
Gıda mevzuunda tabiî, sade, menşei belli, helâliyet noktasında şüpheden uzak maddeleri tercih etmek zarûrîdir.
Mânevî kıvâmı muhafaza edebilmek için nezâket ve rikkati her an canlı ve uyanık tutmak zarûrîdir.
Kâinat kitabını, derin bir tefekkürle okuyan bir göz…
ÂRİF NAZARI…
Çiçeklerden daha zarif, bülbüllerden daha duygulu, ipeklerden daha hassas hâle gelen bir mü’minin kalbi, Allâh’ın verdiği nimetleri dâimâ tefekkür eder.
Düşünür;
Bir tavuk; yumurtasını ya-parken içinde ne kadar protein var, ne kadar kalori var bilgisinden, hattâ bunların ne olduğundan dahî habersizdir.
Toprağa dikilen bir meyve ağacının; hangi meyveyi meydana getirdiğinden, meyvesinde hangi vitaminleri barındırdığından haberi yoktur.
İnsan bunları ve sayısız emsallerini tefekkür ederek; dâimâ sebepten müsebbibe, sanattan sanatkâra, halktan Hâlık’a varmalıdır.
Dâimâ bu hassâsiyet içindeki bir kalp, hidâyete eriştikten sonra Allâh’ın izniyle yeniden eğilmez, Hak’tan bâtıla inhirâf etmez.
Abdullah İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-;
“Biz Allah Rasûlü’nün terbiyesinde, yediğimiz lokmaların zikrini işitecek hâle gelmiştik.” buyurarak, nimetlerden istifade ederken sergilenecek tefekkürün zirvesine bir misal vermiştir.
Fakat nâdan ve hantal kalpler, bu tefekkürleri elde edemezler. Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu üzere, devrin mutantan Bağdat’ında gezip, karpuz kabuğundan başka bir şey görmeyen sığırlar gibi; nimetleri, tüketilip atılacak, sadece zevki çıkarılacak, keyfi sürülecek birer malzeme olarak görürler. Nimetlerden bu şekilde, tefekkürsüz, tahassüssüz, gaflet içinde yararlanmak da, kişinin mâneviyâtını zedeler.
Ömürler de seneler gibi, mevsimler gibi, haftanın günleri gibi belli duraklarda deveran hâlinde seyahat ederler… Bu duraklar içerisinde Hakk’ın ihsan ve ikramlarına erişilince, o nimete dört elle sarılmalı, saydığımız tedbirlerle Rabbimiz’in lütufları muhafaza edilmelidir.
Yâ Rabbî!.. Bizleri; lutfettiğin ihsanların kıymetini idrâk edip, hakkıyla değerlendiren ve bu ikramlar neticesinde elde ettikleri sevap ve kıvâmı muhafaza edebilen kullarından eyle!..
Bizleri yapıp bozan, elde edip kaybeden, doğru yola erişip yeniden sapan, dengesiz, istikrarsız bir kul olmaktan muhafaza eyle!.. Bizi, hakkı hak bilip ona ittibâ, bâtılı bâtıl bilip ondan ictinâb eden kulların zümresine ilhâk eyle!..
Âmîn!..