Kanuni Sultan Süleyman Han

1997 – Subat, Sayı: 132, Sayfa: 036

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi sendik;
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!..

Osmanlı sultanlarının onuncusudur. 1495’de Trabzon’da doğdu. “Süleyman” ismi kendisine Kur’an-ı Kerîm’den tefe’ül(1) olunarak verildi. Adını Neml Süresi‘nin otuzuncu ayet-i kerîmesindeki “Hz. Süleyman” ve Ukba saltanatlarını birleştiren bir ih-aleyhisselâm-‘ın isminden aldı. Sanki bu isim, daha o anda, Şehzade Süleyman’a lutfedilecek olan Dünya tişamın müjdesini de beraberinde taşıyordu.

Genç yaşta tahta geçti. Kısa zamanda, giriştiği fütuhatın büyüklüğü kadar idaresindeki dirayet ve fazîlet ile de öyle temayüz etti ki, hasmı olan Avrupalılar bile kendisini “Muhteşem Süleyman” lakabı ile anmaya mecbur kaldılar.

Babası Yavuz Sultan Selîm vefat edince Şehzade Süleyman’ın padişah olması üzerine “haçlı dünyası” genç ve tecrübesiz bir hasma muhatap olacaklarını düşünüp ümîde kapılarak sevindiler: “Aslan öldü, yerine kuzu geldi!.” dediler. Çok geçmeden bu sevinç, kendilerini müthiş bir hayal kırıklığına uğrattı.

Cengaver babası Yavuz Sultan Selîm‘in anî vefatı ile gerçekleştiremediği Batı fütuhatı, O’na babasından adeta bir vasiyyet ve emanet olarak kaldı. Derhal Avrupa hedefine yönelen genç Hükümdar, 1522’de Rodos’u aldı. 1526’da Mohaç Muharebesi ile Macaristan‘ı haritadan sildi. Budapeşte’yi fethetti. 1529’da Viyana kuşatıldı. 1532’de Avusturya seferine çıkıldı. 1533’de Almanya ile anlaşma imzalandı. 1537’de Estergon, İstoni ve Belgrad’ı fethetti.

O sırada devletin ihtişamı öyle göz kamaştırıcı idi ki, Barbaros Hayreddin Paşa, İslam Birliği düşüncesi ile maliki olduğu kuzey Afrika’ Osmanlı devletine hediye etti. Kanunî de, buna mukabil O’na devletin Kaptanı Deryalığı’nı (Osmanlı deniz kuvvetleri kumandanlığı) verdi. Akdeniz kısa zamanda bir Osmanlı gölü haline geldi. Hind Okyanusu’na bile donanma gönderilerek, oradaki müslümanlara yardımda bulunuldu. Sudan ve Habeşistan’a fetihler yapıldı. Hududlar, güneyde Orta Afrika’ya kadar uzandı. Kuzeyde Kırım Hanları, Moskova’ya kadar ilerlediler. 1548’de Tebriz dördüncü defa geri alındı. Böylece doğudaki hudud, Hazar Denizi’ne dayanmış oldu.

Kanunî uzun ömrünü, insanlığı huzur ve seadete eriştirmek için harcadı. Bir çok zalim kralın zulmü altında inleyen insanları kurtararak, onlara İslam’ın merhamet ve adaletini tattırdı.

Yetmiş bir yaşında 1566’da Zigetvar’da askerinin ortasında kumanda mevkiinde iken vefat etti. Babadan aldığı 6 557 000 km2’lik vatan toprağını, 14 893 000 km2’ye ulaştırdı. Hududlar, kıt’alar ve okyanuslarla çizilir oldu

Yavuz Sultan Selîm’in 1512’de tahta geçmesi üzerine, Şehzade Süleyman İstanbul’a çağrılmıştı. Yavuzun, kardeşleri ile mücadelesi sırasında İstanbul’da O’na vekalet etmişti. Babası kardeşlerini yenip tahtta rakipsiz bir hale gelince genç Şehzade, merkezi Manisa olan Saruhan sancak beyliğine gönderilmişti. Bu suretle devlet idaresindeki tecrübesi ikmal ettirilmiş oldu. Diğer yandan annesi, zamanın velîsi olan Sünbül Efendi’den oğlunun manevî eğitimi ile meşgul olmak üzere bir talebesini istemişti. O da Merkez Efendi’yi Manisa’ya tayin etmiş, bu suretle Kanunî, maneviyyat aleminde rühunu besleyecek ilk kaynağa ulaşmış oldu.

Nasıl, Şeyh Edebali Osman Gazî’yi yoğurup cihan-şümul bir imparatorluğun aynı zamanda manevî temeli olmağa hazırlamış ise, Merkez Efendi de, Şehzade Süleyman’ı manen bir cihan imparatorluğunun dirayet ve liyakatli idareceliğine hazırladı. O’nu manevî terbiyesi altında yetiştirdi. O’na bütün muvaffakiyetlerin Allah’dan olduğu, kulun ancak bu lutuflara bir vasıtadan ibaret bulunduğu şuurunu verdi. Merkez Efendi, kendisine hayat boyu bir feyz pınarı oldu. Şehzade Süleyman da, sultan olduktan sonra bu hizmete karşılık Merkez Efendi’ye Topkapı civarında bir dergah yaptırdı.

Kanunî Sultan Süleyman 30 Eylül 1520’de tahta geçti. Babasının cenazesini Topkapı’da karşıladı. Fatih Camî’ine kadar cenazenin arkasında yürüdü. Yavuz Selîm Han, cenaze namazından sonra Fatih civarında Sultan Selîm semtindeki kabrine defnedildi. Kanunî Mimarbaşı Ali Ağa‘ya, burada babasının adına bir camî ve türbe yapılması için talimat verdi.

Kanunî, babasından dünyanın en zengin, en güçlü ordusuna sahip bir mîras devralmıştı. Devrindeki sayısız sefer ve fütuhatın çoğuna bizzat kendisi iştirak ve kumanda etmiştir. Son seferi olan Zigetvar’a çıkacağı zaman, Sadrazam Sokullu huzuruna gelerek:

“-Sultanım, ümmete sayısız zaferler hediye ettiniz!. Yoruldunuz!. Ömrünüzü alem-i İslam’a vakfettiniz!. Bu seferin meşakkatine bu yaşta katlanmanız müşküldür. Bu sebeple siz, İstanbul’da kalıp idareye devam ediniz. Ben ve vezirler, paşalar sefere iştirak edelim. Gözünüz arkada kalmasın!..” dedi.

Ulu Hakan Kanunî, Sokullu’ya:

“-İyi dinle Sokullu!..

Bu vasiyetimi, benden sonra gelecek nesle de aktar!. Bir padişah, daima askerleri ile birlikte sefere çıkmalıdır. Asker, padişahını yanında görünce şecaati artar!. Düşman ise, padişah sefere iştirak ettiği için karşısındaki orduyu çok güçlü görür. Kuvve-i maneviyyesi bozularak cesareti kırılır. Harbi kazandıran asıl saik, manevî kuvvettir! Bizlerin çocuk yaştan beri devlet idaresinde sayısız tecrübemiz vardır. Seferlerde bu tecrübeye acil ihtiyaç olan durumlar meydana gelebilir. Anlar, dakikalar çok zaman kaderin akışını tayin eder. Bu sebeple, yaşlı olmama rağmen sefere iştirak edeceğim!..

Sarayda kalıp, baş yastıkta ölürsem, yarın rûz-i mahşerde fatih cedlerimin huzuruna nasıl çıkabilirim?!.” dedi.

Sokullu da:

“-Karar Padişah’ımındır..” mukabelesi ile sükut etti.

Padişah, ilerleyen yaşı sebebiyle aylar süren bir yolculuğu, at sırtında nasıl tamamlayabilecekti?!. Bunun için, at üstünde dik durabilsin ve askerlere dinç görünebilsin diye sırtına kuşak gibi urgan sardılar.

Sefere başlandı. Mevsim yağışlı idi. Bir ara top arabaları bataklığa saplandı. Hayvanların fizikî gücü, topları bataklıktan kurtarmaya kafî gelmedi. Ordu ilerlemişti; o civarda birkaç asker ve paşa vardı. Sultan emir verdi:

“-Bütün yüksek rütbeli erkan, paşalar dahil, herkes bataklığa girsin!. Top arabalarına omuz versin!.”

Hepsi soyunup bataklığa girdiler. Top arabaları o manevî heyecan ile bataklıktan çıkarıldı. Sultan vak’anüvise (tarihçiye) dönüp:

“-Yaz! dedi. Gelecek nesil ibretle okusun ve tatbik etsin!.. Kanuni’nin paşaları ve vezirleri bataklığa girdi. Top arabalarına omuz verdi. Bir facia Allah’ın izni ile böylece atlatıldı.”

Kanunî, burada kendisinden sonra gelecek nesillere ve tarîhe, Allah yolunda cihad gayretinin zirvesini teşkîl eden bir numune i imtisal hediye etmiş oluyordu.

Devri, gerçekten inanan ve rızayı ilahîyi yürekten dileyen insanlara Allah’ın yardımının şanlar ve zaferler yağmuru halinde tezahür ettiği gerçeğinin bir örneğidir.

Alman imparatoru Şarlken ile yaptığı harbde esîr düşen Fransa kralı Françesko’nun annesi Kanunî’ye elçi gönderdi. Elçi, Françesko’nun annesinin mektubunu takdîm etti. Annesi, oğlunu kurtarması için yalvarıyordu. Kanunî’ye “Padişahlar Padişahı” diye hitab ediyordu. Kanunî ise, Fransuva’ya yazdığı cevabî mektubunda:

“-Ben ki, diye başlayarak uzun uzun hakimi bulunduğu ülkeleri saymış ve; … Azerbaycan’ın, Anadolu’nun, Rumeli’nin, Balkanlar’ın, Karamanın, Irak’ın, Arabistan’ın, Mısır’ın, Karaların ve denizlerin sultanı Yavuz Sultan Selîm Han oğlu Sultan Süleyman Han’ım; sen ki Fransa eyaletinin valisi Françesko’sun…” beyanından sonra, kralların başlarına böyle bir hadisenin gelebileceğinin tabiî olduğunu söyleyerek onu tesellî ediyordu.

Kanunî’nin cevabî mektupta: “Ben karaların ve denizlerin hakanıyım!” demesi, îman gücünün ve kudretinin cihana karşı haykırılışı demekti. O devirde îmanın heybet ve heyecanı ve bu şaha kalkış, yalnız Kanunî’de değil, devletin bütün müesseselerinde ve hatta en küçük rütbedeki ferdinde bile görülmekte idi. Bu devir, bütün bir cemiyet fertlerinin, asalet, ciddiyet ve îman vecdi ile coşkun çağlayanlar halinde görüldüğü bir devirdi.

Preveze zaferinin müjdesini dörtnala at üzerinde getiren levent, Topkapı Sarayı’na girince, atının dizginini çekmesi ile, at bir müddet iki ayak üzerinde dönmüştü. Kanunî:

“Ne azgın bir küheylanla gelmişsin!..” deyince Levendin:

“Hünkar’ım, Akdeniz azgın bir küheylandı.. Biz onu bile uslandırdık!..” cevabı, îman gücüyle şahlanışdan doğan îtimad-ı nefsin bir tezahürü idi.

Padişahdan bir ere kadar hep aynı duyuş ve aynı kalp atışı vardı.

Bugüne kadar san’atta erişilmezliğini muhafaza eden Süleymaniye ile Mîmar Sinan, kasideleri ile Bakî ve Fuzulî, cihana ışık tutan fetvaları ile Kemal Paşazade ve Ebussuüd Efendi, gönülleri ulvî bir aleme yönlendiren Sünbül Efendi, Merkez Efendi ve Yahya Efendi, İslam birliği için kuzey Afrika hükümranlığından feragat eden, Osmanlı Kaptan-ı Deryası olarak Akdeniz’i göl haline çeviren Barbaros Hayreddin Paşa, o devirde çizdiği dünya haritası ile keşfolunmamış yerleri dahi gösteren Pîrî Reis, aslen, papaz yetiştirmekle meşhur bir aileden geldiği halde, İslam vecdinde eriyip kemale ulaşarak Devletin cihan çapındaki padişahları ayarında idarî dirayet ve liyakat göstermiş olan Sokullu, imparatorluğu kemal noktasına getiren azametli bir oluşun devasa şahsiyetleridir.

Dahî Sadrazam Sokullu’nun, Don ve Volga nehirlerini birleştirerek bu sayede devletin donanmasını Hazar Denizi’ne taşıyıp Orta Asya’ya ulaşmaya kalkışması, o devirde hayallere bile sığmayacak bir büyük düşüncenin tezahürü idi. Sanki bugüne Orta Asya’daki müslümanların sahipsizliği ve perişanlığı, yüzyıllar ötesinden teşhis ve tesbit ediliyordu.

Bugün dahî tarih ilminin çözemediği hadiselerden biri de, Pîrî Reis’in Dünya haritasıdır. Bu haritada “Grönland Adası”, aslına uygun üç parça olarak gösterilmektedir. Bu gerçek, ancak insanoğlunun Ay’a ayak basması ile tesbit edilmiş bir hakikattir. Bu haritanın çizilişi, ilmî bir kabiliyet ile kalbî bir keşfin müşterek mahsülünden başka bir şey olamaz. Bu misaller, o devrin rical seviyesini göstermeğe kafîdir.

Kanunî Sultan Süleyman’a izafe edilen “Kanunî” lakabı, devri îcabı lüzumlu hükümleri İslam hukuku dahilinde derleyip toparlayarak kanun mecmuaları halinde tanzim ettirmesinden ileri gelmektedir. Bu “Kanunnâme-i Al-i Osman”, devrin allame ve müftîyü’s-sekaleyni (insanlara ve cinlere fetva veren) olan Kemal Paşazade ve Ebussuud Efendi’lerin başkanlığında te’lif edilmiştir. Bu suretle ortaya çıkan kanunnamelerin muhtevası, tamamen şer’î hükümlere uygundur.

Hududları, Hazar’dan Orta Avrupa’ya, Hind Okyanusu’ndan Ukrayna’ya kadar uzanan bir İslam devlet-i aliyyesinin hukuku olarak zamanın îcablarına göre öylesine dakîk bir sûrette hak ve adaleti gerçekleştiriyordu ki, Engizisyon Mahkemeleri’nin korkunç zulümlerinden kaçanlar, Osmanlı ülkesine sığınıyorlardı. «Dünya dönüyor!» dediği için Galile, ölümden kurtuluş çaresi olarak, ilmî kanaatini lafzan terkederken, Osmanlı’da gayri müslimlerin bile “vedîatullah”, yani Allah’ın devlete emaneti olarak kabul olunduğu yüce görüşü hakim bulunuyordu.

Hatta Lehistan’da: “Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülkenin hürriyet ve istiklale kavuşamayacağı…” sözü, bir darb-ı mesel haline gelmişti.

Gerçekten Lehistan, yani Polonya, tarihte üç defa istiklaline kavuşmuştur ki, bu da Türk atlarının Vistül Nehri’nden su içtiği zamanlarda olmuştur.

Nail oldukları adalet sebebiyle hıristiyan teb’anın devlete bağlılığını gösteren şu misal ibretlidir:

Kanunî’nin bir Macaristan seferinde bazı Macarlar, Alman imparatoru menfaati istikametinde Sultan’ı zehirlemek istediler. Sultan’ın hususî aşçısı Ermeni Manuk’u Hıristiyanlık adına kandırmaya çalıştılar. Ancak Ermeni aşçı, adaletine ve insanî duygularına hayran olduğu Kanunî için yapılan bu çirkin teklifi, büyük bir sadakat örneği göstererek reddetmiştir.

Bu misallerden kolayca anlaşılacağı gibi Kanuni, yalnız müslüman teb’asının değil, hıristiyan teb’anın da sevgi ve bağlılığım kazanmış ulu bir sultandı.

İspanya’daki Endülüs müslümanları O’nun zamanında hıristiyanların zulmünden kurtarılıp kuzey Afrika‘ya taşınmıştır.

Osmanlı’da hiç kimseye liyakat ve istihkakı olmayan bir imtiyaz hakkı verilmez;herkes, mevkiini kafasının ve bileğinin hakkıyla kazanırdı. Akıllı baba vezir, akılsız oğlu çöpçü olabilirdi. Köle dahî gösterdiği muvaffakıyyet ve sadakat mesabesinde sadrazamlığa kadar yükselebilirdi. Osmanlı şehzadeleri, büyük bir dikkat ve liyakatle devrin en üstün alim şahsiyyetlerinin terbiyesi altında yetiştirilirdi.

Saray, oraya yeni giren bir çıraktan padişaha kadar herkes için bir mektep vazîfesi görürdü. Herhangi bir me’muriyet tayininde zenginlik, fakirlik, dostluk ve ahbaplık gözetilmez, liyakat ön plana alınırdı.

Zamanın Avusturya sefîri Busberk, bu hakikati şöyle dile getirir:

“Osmanlı’da herkes mevki ve ikbali nin banisidir. Türkler meziyetin irsiyet yolu ile intikal ettiğine inanmazlar. Namussuz, tenbel olanlar, hiç bir zaman yükselemezler, hor ve hakîr olarak kenarda kalırlar.”

Hatta İngiliz kralı Henry, anında ve adil karar verebilen Osmanlı adliyyesini, gönderdiği bir heyetle inceletmiş, kendi memleketinde bu tatbikleri örnek alma yoluna gitmiştir.

Kanunî devri, gerçekten ve ihlasla yaşanan bir İslam’ı sergilemiş, cihana örnek olmuş, “muheteşem’liğini her hususda dünyaya tescil ettirmiştir.

Kanunî, akla, iradeye ve kuvvete müstenid padişahlığının yanında Merkez Efendi’nin himmeti ile, mahviyyet isteyen manevî aleminde de “sultan” olduğunu bir çok kereler isbat etmiştir. Bunu isbat eden şu misal ne müthiştir:

“Barbaros Hayreddin Paşa, Andre Dorya’yı Preveze’de perîşan bir halde mağlub eder. Andre Dorya, donanmasını bırakıp kaçmak suretiyle canını zor kurtarır.

Barbaros, direkleri yatırılmış düşman kadırgalarını ve içinde on binlerce esîri önüne katarak Sarayburnu‘ndan Halic’e girmektedir. Denizin üstü, içleri esîr dolu düşman kadırgalarıyla doludur.

Kanunî, vezirler ve paşalar bu muhteşem manzarayı, Sarayburnu’nda artık mevcud olmayan bir sahil saraynın önünden seyretmektedirler. Paşalardan biri heyecanla:

“Sultanım, dünya böyle bir manzarayı acaba kaç kere seyretti? Sizler ne kadar fahretseniz (övünseniz) azdır!” der.

Ulu hakan Kanunî ise cevaben:

“-Paşa, fahretmek mi, yoksa Rabb’imize hamd île şükretmek mi?!.” der.

Yine Kanûnî‘nin, Avusturya seferinin dönüşünde karşısına bir ihtiyar kadın çıkar. Padişahın atının dizginlerini tutarak:

“-Senden davacıyım!..” der.

Sultan:

“-Kimi kime, kimden kime? Beni kime dava edeceksin?” diye sorar.

Kadın:

“-Sultanım, seni ilahî mahkemede dava edeceğim. Çünkü askerin tarlamı çiğnedi. Ekinlerim mahvoldu..” der.

Sultan çok üzülür. Başını önüne eğer. Gözlerinden yaş damlaları dökülmeye başlar. Kadının gönlünü hoş eder. Helalleşir.

Arapça, Farsça ve Türkçe şiirlerinin yanında çeşitli dînî eserleri de bulunan, müderrislik, kadılık, kazaskerlik vazîfelerinden sonra “şeyhülislamlık” da yapan büyük alim Ebussuud Efendi, Kanunî Sultan Süleyman döneminde Şeyhulislam’dı.

Kanunî Sultan Süleyman, sarayın bahçesinde armut ağaçlarını kurutan karıncaların öldürülebilmesi için Şeyhülislam Ebussuüd Efendi’den aşağıdaki beyitle fetva istedi:

“Dırahta ger ziyan etse karınca

Zararı var mıdır anı kırınca?”

Padişah’ın bu fetva talebi üzerine, Ebussuud Efendi de, bir beyitle şöyle cevap verdi:

“Yarın Hakk’ın dîvanına varınca;

Süleyman’dan hakkın alur karınca!.”

Fevkalade ileri görüşlü bir devlet adamı olan Kanunî Sultan Süleyman’ın, Fransızlara verdiği ve “kapitülasyon” adıyla anılan imtiyazlar, bazı cahillerce itham edilegelmiştir. Halbuki Alman imparatoru Şarlken, Avrupa’ya hakim olmak istiyordu. Bu maksadı, Fransa’ mağlub etmesi ile gerçekleşmek üzere idi. Bunu engellemek isteyen Kanunî, Fransa ile 1535’de ticarî bir muahede imzaladı. Bu muahede, Fransızlar’ın gümrük külfetini yüzde beşe indiriyordu. Bu, Fransa’ya büyük bir maddî yardım demekti. Fransa da buna mukabil Osmanlı’ya vergi ödüyordu. Kanunî’nin takib ettiği bu siyaset, Avrupa’da hıristiyan birliğini parçalıyor, Osmanlı’nın nüfuz ve itibarını arttırıyordu. Bu sebepledir ki, reformist Martin Luther:

“Ya Rabbim!

Büyük Türkleri bir an önce başımıza getir de, senin

ilahî adaletinden onlar sayesinde nasibleneliml.. “diyordu. Kanunî Sultan Süleyman Han, hem dirayetli bir kumandan, çok zekî, teşkilatçı bir devlet adamı ve hem de alim ve edip bir şahsiyetli.

Devlet adamlarını seçip vazifelendirmede çok mahir idi. Son derece müsamahakar olmasına rağmen, dîn ve devlet aleyhine olan hareketleri hiç afvetmezdi.

Millet ve askerin hissiyatına riayetkar olduğundan herkesçe pek çok sevilirdi. 46 yıl süren saltanatı müddetince Allah’ın dînini yüceltmekten başka bir gayesi olmamıştır.

Sultan Süleyman Han, takib ettiği alemşümûl siyasetle Hıristiyanlık içinde yeni bir mezhep kuran Martin Luther ve taraftarlarını desteklemiş ve böylece Almanya ile İspanya’nın arasını açmıştır. Martin Luther’in kurduğu protestanlık mezhebi, daha ziyade Almanya’da îtibar bularak yayıldı. Katolik devletlerle Almanya’nın arasının açılmasına sebep oldu. Bunların başında İspanya gelir. Kapitülasyonlarla da Fransa’yı kendi güdümüne almıştır. Böylece kendisine karşı mukavemet edecek haçlı gücünü parçalamıştır.

Kapitülasyonların bir diğer faydası da, Amerika’nın keşfi, uzakşarka Ümit Burnu’ndan dolaşılarak ulaşılması gibi sebeplerle değişen Dünya ticaret yollarını, tekrar ülkesine döndürmekti. Bununla beraber daha sonraları, şartların değişmesiyle kapitülasyonların zararlı bir hale geldiği de biliniyor!.

Kanunî, kul hakkından çok korkar, adil bir halîfe olmağa çok gayret ederdi. Süleymaniye Camî ve külliyesi tamamlanınca, mîmarından işçisine kadar herkesi topladı. Allah’a hamdden sonra konuşmasına başladı:

“Ey dîn kardeşlerim, bu camî-i şerîf Allah’ın izni ile tamamlanmıştır. Hata ile ücretini alamayan varsa, gelsin ücretini alsın!. Olabilir ki, o kimse burada değildir. Bulunanlara ricam ola; onlara bildireler!. Onlar da gelip bizden haklarını alalar!.”

Vesîkaların tedkîkinden anlaşıldığına göre; inşaatın en zor zamanlarında hayvanlar için dahî bir program yapılmış; çalıştırılan at, merkep ve katırların dinlenme ve çayırda otlatma saatlerine dikkat edilmiş, hiç bir mahlûkatın hakkına tecavüz edilmemesine gayret gösterilmiştir. Kanûnî’nin bu muazzam mabedin inşaatında kul ve hayvanat hukukuna böylesine titizlik göstermesi, belki Süleymaniye Camîi’nin esrarlı ve ka’bına varılmaz ruhaniyetinin temel saiklerinden biridir.