Kıssalardan Hisseler
Yüzakı Dergisi, Yıl: 2024 Ay: Aralık, Sayı: 238
ÎMAN ASABİYETİ
Hudeybiye Musalâhası / Antlaşması on sene devam edecek şekilde imzalanmıştı. Lâkin henüz iki yıl geçmişti ki; Kureyşli müşrikler, müslüman bir kabîleye karşı düzenlenen kanlı bir baskına yardım ederek muâhedeyi bozdular.
Sonradan müşriklerin akılları başlarına geldi ise de, iş işten geçmişti. Durumu düzeltmek için Kureyş’in reisi Ebû Süfyan, çaresiz ve bin pişman olarak Medine yollarına düştü. Medine’de, hiç kimse Ebû Süfyan’a yüz vermedi.
Ebû Süfyan’ın kızı Ümmü Habîbe -radıyallâhu anhâ-; Mekke devrinde müslüman olmuş, Habeşistan’a hicret edenlerle oraya gitmişti. Daha sonra Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile evlenerek Medine’ye gelmişti. Ebû Süfyan, kızını ziyaret ederek ondan destek almak istedi.
Lâkin Ümmü Habîbe Vâlidemiz; babasına destek olmak şöyle dursun, evine kadar gelen babasının oturmak istediği minderi dahî altından çekip aldı.
Ebû Süfyan şaşırdı. Hayretle;
“–Kızım, minderi mi bana, beni mi mindere lâyık görmedin?” diye sordu.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sevgisinde fânî olan Ümmü Habîbe Vâlidemiz, şöyle cevap verdi:
“–Bu minder, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e aittir. Bunun için sen necis bir müşrik olarak ona oturmaya asla lâyık değilsin!”
Ebû Süfyan işittiği bu cevap karşısında donup kaldı:
“–Kızım, sen bizden ayrılalı bir acayip olmuşsun!” dedi.
Fakat Ümmü Habîbe;
“–Hayır, Allah beni İslâm ile şereflendirdi.” diyerek îmânın her şeyin üzerinde olan ulvî değerini hatırlattı. (İbn-i Hişâm, IV, 12-13)
Bu tavizsiz hâl, sadece Ümmü Habîbe -radıyallâhu anhâ-’nın tavrı değildir. Cenâb-ı Hak; Fetih Sûresi’nin son âyet-i kerîmesinde, ashâb-ı kirâmın vasıflarını sayarken ilk olarak şu sıfatı zikreder:
وَالَّذِينَ مَعَهُ اَشِدَّاءُ عَلَى الْكُفَّارِ
“…Onlar küffâra karşı (asla taviz vermezler, onlara temâyül etmezler, onlara karşı) şiddetlidirler…” (el-Fetih, 29)
Çünkü;
Îman, lâyıkına muhabbet ve müstehakkına nefrettir.
ÎMAN ve MUHABBET
Yani îman;
- Allâh’ı sevmektir. Rasûlullah Efendimiz’i sevmektir. Allah ve Rasûlü’nün sevdiklerini sevmektir.
Yine îman;
- Allâh’a ve Rasûlü’ne düşmanlık edenlere, dînine tecavüze kalkanlara ise nefrettir. Onlara buğzetmek ve onları asla sevmemektir.
Tebbet Sûresi bu îman prensibini ne güzel hatırlatır.
Her hususta, her ilâhî tâlimatta; Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, üsve-i hasenedir. İslâm’ın her emrinin en güzel şekilde tatbik edilmesini, O’nun hayatında görür ve O’ndan öğreniriz.
Ebû Leheb, Peygamberimiz’in öz amcası idi. Lâkin, Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, risâletini ilân edince, Ebû Leheb azılı bir İslâm ve Kur’ân düşmanı oldu. Kur’ân-ı Kerim’de; başka hiçbir müşrikin adı verilmediği hâlde;
«Ebû Leheb’in iki eli kurusun!» diye lânet okundu. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu sûreyi tebliğ etti. Biz bu sûreyi okuyarak namazımızı edâ ediyoruz. Benzer şekilde;
- Hazret-i Nuh, oğlu Ken‘ân ile,
- Hazret-i İbrahim, babası Âzer ile,
- Hazret-i Nuh ve Lût, müşriklerle kalbî beraberlik içinde olan hanımları ile benzer şekilde imtihan edilmişlerdir.
Sahâbeden birçoğu da; anneleri, babaları, kardeşleri ve evlâtlarına karşı bu îman imtihanını verdiler. Îmanlarını, şahsiyet ve karakterlerini korudular.
Demek ki;
Bir mü’min; İslâm’ı, hâliyle, kāliyle temsil edecek, hiçbir taviz vermeyecek.
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sîretini incelediğimizde, O’nun dâimâ müşriklere muhalefet içinde olduğunu görürüz.
“–Halkı namaza nasıl davet edelim?” diye istişâre edilirken, hıristiyan ve yahudilere ait, boru ve çan tekliflerini Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; onlara benzememek ve onları taklit etmemek için reddetmiştir. Cenâb-ı Hak, ehl-i İslâm’a mahsus ezan nimetini nasip buyurmuştur. (Bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 27-28)
10 Muharrem orucunu tutarken dahî, Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, aynı orucu tutan yahudilere benzememek için, öncesine veya sonrasına bir gün ilâve edilmesini emretmiştir. (Bkz. Ahmed, I, 241)
Yahudi ve hıristiyanların dînî günlerine denk getirerek oruç tutulmasını istememiştir. Bizzat İslâm orucunun ve haccının, öncekilerden farklı hususlarını tebârüz ettirmiştir.
ŞAHSİYETİN ŞEKLE YANSIMASI
Küffâra benzememek ve onları taklitten uzak durmak îkazları; şahsiyeti alâkadar eden, kılık kıyafet, tıraş gibi hususlarda da bilhassa tembih edilmiştir. Meselâ Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; yahudi âdeti olan, saçın bir kısmını uzatıp bir kısmını tıraş etmeyi yasaklamıştır.
Hadîs-i şerifte buyurulur:
مَنْ تَشَبَّهَ بِقَوْمٍ فَهُوَ مِنْهُمْ
“Herhangi bir topluluğa benzemeye çalışan, onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)
Hazret-i Ömer, Azerbaycan ve Dağıstan’a gönderdiği ordularına şöyle seslenmişti:
“‒Aman sakın siz;
Putperestlerin giyindiği gibi giyinmeyin!
Putperestlerin yediğinden yemeyin!
Orada İslâm şahsiyetini muhafaza edin.”
Çünkü benzeyenler, zamanla fire verirler.
Nitekim ashâb-ı kiramdan Abdullah İbn-i Mes‘ûd -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuştur:
“Elbiseler elbiselere benzeyince, kalpler de kalplere benzemeye başlar.” (Vekî, Zühd, s. 597)
Hadîs-i şerif mânidardır:
“Kim bir kavmi severse, Allah Teâlâ onu onların arasında haşreder.” (Heysemî, X, 281)
Her gün en az kırk rekât namazda tekrar tekrar Fâtiha’yı okuyoruz. Fâtiha’nın sonunda Rabbimiz’in yüce dergâhından niyâz ettiğimiz duâyı tefekkür edelim:
“Yâ Rabbî bizi sırât-ı müstakîme eriştir!..
صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ
Bizi, nimet verdiklerinin yoluna eriştir! (Yani bizi;
- Peygamberler,
- Sıddîklar,
- Şehidler ve
- Sâlihlerle beraber eyle! Onların yolundan gidenlerden eyle!)
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ
Gazabına uğrayanların ve dalâlete düşenlerin hâlinden ise bizi muhafaza eyle!..” (el-Fâtiha, 6-7)
Demek ki;
Dâimâ böyle bir tehdit var. Hele zamanımızda;
- Televizyon, internet ve sosyal medya sürekli insanların önüne;
- Modalar ve reklâmlar seriyor.
«–Böyle giyin! Saçını böyle yap! Şöyle eğlen, böyle konuş! Şunu ye! Bunu iç! Gençsen şöyle giyineceksin! Câzip olmak istiyorsan şöyle yapacaksın!» ve benzeri robotlaştırıcı ve şahsiyetsizleştirici telkinlerde bulunuyor.
Bu telkinlerin kaynağı büyük ölçüde batı… Oradan noel, sene başı, cadılar bayramı gibi Hıristiyanlığa ait bayramların ve yortuların kutlanması telkin ediliyor.
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Medîne-i Münevvere’ye teşrif ettiklerinde, burada halkın nevruz ve mihrican adlı İran menşeli bayramları kutladıklarını gördü. Bunları kaldırdı ve yerine Kurban ve Ramazan bayramlarını koydu.
Gayr-i müslimlere ait bayramlara şu veya bu bahaneyle katılmanın kalbî hayatımıza nasıl zehir saçacağına dair şu iki kıssa çok mânidardır:
ORADA BİR MÜŞRİK BAYRAMI OLMASIN?
Sâbit bin Dahhâk -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
Asr-ı saâdette bir zât, Büvâne (denen yer)de deve kurban etmeyi nezretmişti (adak adamıştı).
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek;
“–Ben Büvâne’de bir deve kurban etmeyi nezrettim. (Ne yapayım?)” dedi.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sordu:
“–Orada câhiliyye devrinden kalma kendisine tapılan put var mı?”
Ashab;
“–Hayır yok!” dediler.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine sordu:
“–Orada câhiliyye devrinde bayram yapılan yer var mı?”
Ashab;
“–Yoktur!” dediler.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–(O hâlde) nezrini yerine getir. Gerçek şudur ki Allâh’a isyan için yapılan nezir yerine getirilmez…” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Eymân, 27)
Hadîs-i şeriften anlıyoruz ki; orada gayr-i müslimlerin kutladığı bir bayram olsaydı, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu kurbanı kesmesine izin vermeyecekti. Çünkü gayr-i müslimlerin bayramlarına herhangi bir şekilde katılmak îmâna zarar verir.
İşte bu zarara dair bir şâhitlik:
SON NEFESE ÇÖKEN KARANLIKLAR
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bir kimsenin vefâtı sırasında yanındaydı. Hâline teveccüh ettiğinde kalbini şiddetli karanlıklar içinde buldu. O karanlığın kalkması için ne kadar gayret ettiyse de muvaffak olamadı. Buyurdu ki:
“–Bu sıkıntıların menşei, bu şahsın küfür ehli ile (Hindistan’daki Hindu vb. gayr-i müslimlerle) dost geçinmiş olmasıdır.”
O kişi; Hinduların dalâlet dolu âyin ve merasimlerine giderdi, onların çalgı ve hareketlerine kendisini kaptırdı. Böylece mânen son nefes karanlığına düştü. (Bkz. Mektubât-ı İmâm-ı Rabbânî, c. I, 266. Mektup)
Günümüzde Hindulara ait yoga ve meditasyon gibi şeylere de maalesef memleketimizde heveslenenler olduğunu duyuyor ve üzülüyoruz.
Cenâb-ı Hak, ümmet-i Muhammed’e;
“…Bugün;
Size dîninizi ikmâl ettim,
Üzerinize nimetimi tamamladım ve
Sizin için din olarak İslâm’ı beğendim…” (el-Mâide, 3) buyurdu.
İslâm mükemmeldir. Mükemmelin de mükemmelidir. Onun hiçbir dinden, kültürden ve dünya görüşünden bir desteğe, bir proteze ihtiyacı yoktur.
Bir müslüman, nasıl olur da; gidip, öküzü tâzîm eden, yüzlerce puta tapan ve ölülerini gömmek yerine yakan bâtıl bir dînin ibâdetlerinde şifâ arar?
Bir müslüman için şifâ, okuduğu Kur’ân’dadır. Kıldığı namazdadır, tuttuğu oruçtadır, verdiği sadakadadır, kestiği kurbandadır, gittiği hacdadır, ettiği duâ ve niyazlardadır.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِن۪ينَ
“Biz, Kur’ân’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü’minler için şifâ ve rahmettir…” (el-İsrâ, 82)
Gafil kimseler;
“Biz yogayı, meditasyonu ibâdet olarak yapmıyoruz; bir terapi, bir tedavi veya eğitim usûlü olarak yapıyoruz.” diyorlar.
Bu, nefsânî bir aldatmacadır. Boş bir avuntudur.
Bunlar; gayr-i müslimlerin bâtıl âdetlerini, boş tatbikatlarını terviç etmektir.
Bir mü’min;
“–Ebû Leheb’in yürüyüşü güzeldir.” dese bile, onun seviyesini yükseltmiş olur. Ona hayranlık duyulmasına sebebiyet vermiş olur. Böyle lâkırdılar, bu sözü söyleyen kişinin -Allah korusun- îmânına zarar verir.
Buna benzer bir tehlike de, rûhiyat sahasındadır:
TEDAVİ ADI ALTINDA ZEHİR
Zamanımızda psikiyatrik ve psikolojik rahatsızlıklar çok arttı. Bu rahatsızlıklar sebebiyle hastahânelere ve hekimlere giden hastalar ise, maalesef ekseriya Freud’un anlayışı yönünde telkinlere mâruz kalıyorlar.
Hâlbuki Freud, insanı sadece nefis ve şehvet penceresinden gören, insandaki mânevî ve kalbî tarafı asla kabul etmeyen, kendi şahsî hayatında da sapıklık ve inkâr karanlığı içinde boğulmuş ahlâksız bir kişidir.
Temelini bir ahlâksızın attığı, mâneviyattan uzaklaştırıcı, şehevî ve cismânî telkinler, bir mü’minin kalbî hayatını -Allah korusun- öldürür.
Hâsılı;
Mü’minler, dertlerine dermanı helâl ve temiz menbâlarda aramalıdır. Kirli, mülevves ve bulanık bataklıklar; şifâ değil, hastalığın bizzat kendisidir.
Tefekkür edilirse, batı ve doğudan empoze edilen bu eğlence ve modaların hepsinin birer tuzak olduğu görülür. En mâsum görünenleri bile aslında birer tuzaktır.
SENEDE BİR GÜN
Meselâ; anneler günü, babalar günü diyorlar.
Bunlar kapitalist batının, mal satmak için uydurduğu günlerdir. Senede bir gün, bir hediye ile poz verecek, sosyal medyada; «Anneme şunu aldım.» diye arz-ı endâm edecek, senenin geri kalanı ne olacak?
Hayırlı bir evlât için, her gün anneler günüdür, her gün babalar günüdür.
Sevgililer günü diyorlar.
Sevgili ne demek? Neden, hanımlar ve beyler günü değil de sevgililer günü? Bu günün tarihî menşei zaten hıristiyânî bir dalâletten geliyor.
Sevgi, meşrû ise makbuldür. Gayr-i meşrû bir sevgi insana zarar verir. Muhabbet ve meveddetin kaynağı el-Vedûd olan Rabbimiz’dir. Sevgiler «muhabbetullâh»a basamak olursa kıymetlidir.
Kaldı ki, Hazret-i Mevlânâ’nın îkāz ettiği gibi, çokları hakikî aşk ile şehveti birbirine karıştırır.
Günümüzde aşk denilince, yanlış bir mânâ akla geliyor.
- Bedenin bedene muhabbeti, aşk değil şehvettir.
- Gerçek aşk ise rûhun rûha muhabbet duymasıdır. Bu ise insanı olgunlaştırır, ilâhî muhabbete basamak teşkil eder.
Bir başka uydurulan gün:
Doğum günü… Nefisleri şımartmak için kullanılan bir gün. İnsanın bir yaş daha yaşlandığını öğrendiği günü; şımarık eğlenceler yerine, tefekkürle geçirmesi daha mânâlı değil midir?
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine niçin Pazartesi günleri oruç tuttuğunu sorduklarında;
“O benim doğduğum ve peygamber olarak gönderildiğim gündür.” buyuruyor… (Müslim, Sıyâm, 197-198)
- Mü’min için her şey kulluğa vesiledir.
- Fâsık için de her şey mâsiyete bahanedir.
Bir başka uydurulan gün:
Sene başı…
“Ömrümüzden bir sene daha geçti. Geçen sene aramızda olan filân kişi bu seneye çıkamadı. Ecel takviminden acaba son yaprak hangi gün düşecek…” diye tefekkür edilmesi gereken bir gün…
Heyhat! Çılgınca bir gaflet ve dalâlete bahane ediliyor.
Maalesef, sene başı; türlü günahların teksif olduğu bir gün hâline geldi. Kumar, içki ve türlü mâsiyetler…
Bir müslüman, o gece gözlerini bütün ekranlardan uzak tutmalı. Kepenkleri erkenden indirmeli!.. Hattâ inebilecek bir belâya karşı, duâ ve istiğfarda bulunmalı…
Bunların üstüne son yıllarda bir de cadılar bayramı eklendi. Bazı ticarethâneler; sene başında olduğu gibi bu yortuda da, dükkânlarını o fikriyâta göre süslüyor, müşteri toplamaya çalışıyor. Çocuklara Avrupa âdetine göre çirkin kıyafetler giydiriliyor.
İlim erbâbı, noel ve cadılar bayramı gibi günlerin Hıristiyanlığa da putperestlerden geçtiğini bildiriyor. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ümmetini;
“Karış karış adım adım ehl-i kitâbın peşinden gidenleriniz olacak! Siz sakın onlardan olmayın!” meâlinde îkaz buyurdu. (Bkz. Müslim, İlim, 6)
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu îkazlarına uyarak İslâm karakter ve şahsiyetinden taviz vermediğimiz vakit, yükseldiğimiz ve galip geldiğimize tarihimiz de şâhitlik etmektedir:
TARİH DE ŞÂHİT
Şanlı Osmanlı devirlerinde; fethedilen yerlere, Anadolu’dan İslâm’ı en güzel şekilde yaşayan temiz aileler yerleştirilirdi. O beldelerdeki gayr-i müslimler, müslüman ailelere hayran olarak, onların tesiriyle müslüman olurlardı.
Lâkin zaman içinde; müslümanların dünyaya meyli, rehâvete kapılarak düşmanına karşı cihad hazırlığında zaafa düşmesi, bazı müslümanları aşağılık kompleksine itti.
Çare olarak, maalesef müslümanların önüne yine o zehir kondu: Batı hayranlığı ve taklitçiliği…
Zannedildi ki;
Avrupalı gibi giyinince, onların sanayide, askeriyede ve iktisatta elde ettiği güce biz de sahip olacağız!
- Mahmud devrinde; ıslahat adı altında, Avrupa’dan pantolon âdeti getirildi. Ulemâdan; bol olmak ve arkasında sütresi olmak şartıyla fetvâ alındığı hâlde, bu şartlara riâyet edilmedi. Memurları; güreşçilerin giydiği kıspet gibi dar pantolonlar içinde gören halk, bu taklit ve yabancılaşmanın iyiye gitmediğini görerek, bunları başlatan II. Mahmud hakkında; «Gâvur padişah!» diye bağırdı.
Halkın bu protestolarından II. Mahmud’un çok müteessir olduğu ve bir bakıma türlü lâkırdılar ile kandırılması yüzünden yaptıklarından pişmanlık duyduğu rivâyet edilir.
Hattâ geçirdiği ağır verem dolayısıyla; kardeşi Esma Sultan’ın Çamlıca’daki köşküne taşındığı son günlerinde, Cuma selâmlığına çıkmaması gerektiğini söyleyen doktorlarına itiraz ederek;
“–Beni bir camiye götürün! Son nefesimi bir camide vereyim.” demiştir. Hattâ padişahın sıhhati camiye gidemez vaziyette olduğu için, köşkün bahçesine mihrap ve minber konularak, oranın bir cami hâline getirildiği bilinmektedir.
Maalesef, Tanzîmat devrinde, Avrupa’yı taklit hastalığı, Osmanlı idareci sınıfını tamamen sardı. Oğullarını hattâ kızlarını Paris gibi batı şehirlerine tahsile yolladılar. Bu tahsil neticesinde o gidenlerin birçoğu, apoletleri ve kıyafetleri Osmanlı olsa da, iç dünyaları âdetâ Fransız hâline gelmiş bir şekilde memlekete döndüler.
Kendi öz kültürlerinden nefret eden; medenîleşmeyi, Avrupa’yı ve batıyı şahsiyetsiz bir şekilde taklit etmek zanneden bir güruh peydâ oldu.
İstanbul’da, dindar evlere bile piyano konulur oldu. Evde piyano çalmayı bilen birinin olmaması bile mühim değildi. O Avrupâî çalgının bir evde bulunması asrîlik (çağdaşlık, modernlik) alâmeti addedilirdi.
ALAFRANGA ELBİSELER
Ahmed Cevdet Paşa, o yıllarda İstanbul’da yaşanan menfî değişimi şöyle anlatır:
“Bir aralık Mehmed Ali Paşa hanedanından pek çok paşalar, beyler ve hanımlar Mısır’dan savuşup İstanbul’a döküldüler ve külliyetli akçeler getirip bol bol harcayarak İstanbul’un sefihlerine kötü örnek oldular. Sefâhat vadisinde yeni çığırlar açtılar. Hele Mısırlı hanımlar alafranga (Avrupâî) elbiselere ve ziynetlere rağbet edip, İstanbul hanımları ve bilhassa saraylılar dahî onları taklit ettiler. Yine Mısırlılar, pahalı köşkler ve yalılar aldılar. Artan fiyatlarla yalancı bir zenginlik oluştu. Hâlbuki ticarette ithalât ve ihracat dengesi bozuldu. Devamlı, Avrupa’ya yığınla para gider oldu. Mes’uller işin sonunu düşünmediler.
Husûsen yaz günlerinde; Boğaziçi ve sâir seyr ü temâşâ mahalleri, safâ ehliyle lebâleb olur, hatıra keder ve zihne bulanıklık getirecek düşüncelerden herkes uzak dururdu.” (Cevdet Paşa, Tezâkir 1-12, s. 20, 1953. Metin sadeleştirilmiştir.)
Koca imparatorluk çökerken; pâyitahtta Avrupâî âdetlere, elbiselere, tiyatrolara, lüks ve debdebeye sarf edilen paralar ve hebâ edilen ömürler!..
Bu batılılaşmacı ıslahat ve tanzimler, güyâ Osmanlı’nın çöküşünü durdurmak için yapılıyordu. Bilâkis; bu şahsiyetsiz, taklitçi ve müsrif tavır, Osmanlı’nın batışını hızlandırdı.
Gerçek maksadın fen ve teknik mânâda ilerlemek olmadığına ise şu hâdise ibretâmiz bir misaldir:
Cyrus Hamlin, Osmanlı Devleti’nde faaliyet yapmaya gelmiş Amerikalı bir protestan misyoneriydi. Faaliyetlerine izin alabilmek için Osmanlı sarayına şirin gözükmeye çalışıyordu. Bu minvalde, arkadaşı Samuel Morse’un îcâd ettiği telgrafı; Hamlin, Osmanlı’dan patent alabilmek umuduyla Sultan Abdülmecid’e takdim etti. Beylerbeyi Sarayı’nda yapılan tecrübelere Sultan alâka göstermiş ve memnun olmuştu. İstanbul ile Edirne arasında telgraf hattının kurulması bile kararlaştırılmıştı.
Fakat devrin batıcı bürokrasisi, memleketin uzak vilâyetlerinde meydana gelen hâdiseleri süratle merkeze haber verecek bir makinenin varlığını istemediler. Cihazın kablosunu keserek projeyi akamete uğrattılar, Osmanlı’da telgrafın kullanılmasının bir müddet gecikmesine sebebiyet verdiler. (Bkz: Cyrus Hamlin, Among the Turks, 146-153)
İslâm’a, pâ-bend-i terakkî (ilerlemeye ayak bağı) olduğu iftirasını atanların, asıl kendilerinin ilmî ve fennî inkişâfımıza düşman olduklarına bu hâdise şâhittir.
Misyoner Hamlin; Osmanlı’da mektepler açmak, böylece eğitim yoluyla nesilleri batı hayranı ve protestan Amerikan emellerine hizmetkâr bir zihniyette yetiştirmek istiyordu. O tarihlerde Osmanlı mülkünde çok sayıda gayr-i müslim unsur mevcuttu. Hedefinin sadece onlar olduğunu söyleyerek, gerçek gayesini gizliyordu.
İstanbul’da mektebini kurmak için aradığı arsayı Rumeli Hisarı’nda buldu. Maalesef; Paris sefâreti esnasında yaşadığı sefâhat yüzünden borca düşen Ahmet Vefik Paşa, büyük bir ihânet sergileyerek Hisarüstü’ndeki arsasını Hamlin’e sattı.
Yıllar sonra Ahmet Vefik Paşa öldüğünde, Eyüp Sultan’da hazırlattığı hazîreye defnedileceği zannediliyordu. Vefâtını haber veren gazetelerde bile böyle yazılmıştı. Fakat misyonerlere sattığı arsanın yanı başındaki Kayalar Mezarlığı’na defnedildi.
Halk arasında yayılan rivâyete göre;
- Abdülhamid Han, Ahmet Vefik Paşa’nın Eyüp Sultan Mezarlığı’na defnedilmesine izin vermemiş;
“–Protestan misyonerlere arsa satan, kıyâmete kadar çan sesi dinlesin!” diyerek, kurulmasına sebebiyet verdiği misyoner mektebinin dibine gömülmesine karar vermişti.
Hamlin; protestan bir hıristiyan hissiyâtıyla kaleme aldığı hâtırâtında, mektebini, Fatih Sultan Mehmed Hân’ın Rumeli Hisarı’yla kıyaslamakta ve mektebinin o surların yıkıldığını göreceğini iddia edecek derecede küstahlaşmaktadır.
Neticede; Hamlin misyoner mektebini açtı, hattâ Anadolu içlerine kadar bu mekteplerin birçok benzerleri açıldı.
Bu yabancı mektepler; Bulgarlar ve Ermeniler gibi gayr-i müslim unsurları tahrik ve organize ederek iç karışıklıklar çıkarırken, zamanla gafil müslümanların evlâtlarını da zehirlemeye başladılar. Başta bu mekteplere müslüman çocukların girmesi yasaktı. Fakat hevâ, heves ve özentilerle gafil aileler, evlâtlarını bu mekteplere vermekte yarışır oldular.
Bu zihniyetle yetişen kimseler; kendi milletine, dînine, örf ve âdetine yabancı oldu.
BUGÜN NE DEĞİŞTİ?
Zamanımızda da, eğitim hâlâ evlâtlarımızın yabancı hayranlığına, gayr-i müslimlere benzemelerine, gönül ve zihin dünyası bakımından başkalaşmalarına yol açmaktadır.
Çünkü;
Gaflet ehli, bugün maddî imkânları ferahlatacak bir eğitime, iyi bir tahsil diyor. Gafil anneler ve babalar; evlâtlarını, yüksek kazançlı, forslu bir mesleğe ulaştırabilecek bir tahsil görmesi için, varını yoğunu ortaya koyuyor. Bu arada dînî eğitimi, mâneviyâtı ve ahlâkı ihmâl ediyor.
Böyle olunca dünkü yabancı misyoner okulları gibi, bugün de mâneviyattan uzak, fikrî ve ahlâkî olarak tehlikeli birtakım ortamlara evlâtlarını kendi elleriyle teslim ediyorlar.
Dünyevî tahsilin faydasızlığına, hattâ zararlı oluşuna bir misal verelim:
Geçtiğimiz aylarda; maddî menfaat için, mâsum bebekleri öldürmekten çekinmeyen bir suç şebekesi ortaya çıkarıldı.
Bu korkunç cürümleri işleyenler; en yüksek dünyevî tahsili görüp doktor olmuş kişiler… Şefkat dolu gerçek hekimlerimizi tenzih ederiz, lâkin bir düşünmeli:
Uhrevî ve mânevî tahsil ihmâl edilip, sadece dünyevî ve maddî bir endişe ile hareket edilince, netice korkunç!.. Tahsilsiz, câhil bir insan bile kolay kolay bu cinayetleri işleyemez. Bu nasıl bir tahsildir ki, insanı böyle cânî bir hâle getiriyor?
İşte aylardır süren İsrail zulmünü destekleyenler… Boykotla alay edenler… Birçoğu dünyevî bakımdan yüksek tahsilli!..
Anne-babalar, bir karar vermeli:
Evlâtlarıyla âhirette beraber olmak istiyorlarsa, ciğerpareleriyle birlikte cennette olmak istiyorlarsa, onların sadece dünyasına değil, daha ziyade ebedî hayatına ehemmiyet vermelidirler.
“–Yazın camiye gönderiyorum ya!” diyerek dînî ve uhrevî eğitimi hafife almamalıdırlar. Zira İslâm kültürü, 23 senede inşâ edilmiştir. Böyle bir kültürü, üç-beş haftalık yaz cami kursuyla tahsil etmek mümkün değildir.
«Allah ve Rasûlü’nü seviyorum.» diyen bir kimse, evlâtlarının bütün tahsilini mâneviyatla mezcetmelidir.
Bir anne-baba, evlâdının tahsilini, sadece dünyevî bir meslek kazanma yeri olarak görmemeli, dünyevî tahsili, uhrevî tahsil ile mezcetmenin yolunu araştırmalı ve bulmalıdır.
Bu yolda;
- Diyanet İşleri Başkanlığının açtığı 4-6 yaş Kur’ân kurslarına destek olunarak, mektep öncesinde, evlâtlarımızın şuuruna güzel bilgi ve duyguların kök salmasına gayret etmelidir.
- İlk mektepte, imkânlar nisbetinde, evlâtların sâlih / sâliha muallimler elinde tahsil görmelerine îtinâ göstermelidir. Mekteple beraber okunabilen 7-10 yaş Kur’ân kursları da bu hususta güzel bir gayrettir.
- Orta tahsilde, mutlaka İmam-hatip ortaokulları ve liseleri tercih edilmelidir.
- Evlâtların yeterli ve düzgün bir Kur’ân eğitimi alabilmeleri için, onları en az bir yıl Kur’ân kursuna göndermeli yahut buna muâdil hâfızlık proje mekteplerini tercih etmelidir.
- Yüksek tahsilde de, fikrî ve cinsî ihtilâta karşı tedbirler alınmalıdır. Tercihler, dînî ve ahlâkî bir şuurla yapılmalıdır…
VELHÂSIL
Kulu bu dünyada bekleyen en zor imtihan, îman imtihanıdır. Îman; kalp ile tasdik, dil ile ikrardan ibarettir lâkin, onun tescîli ve gönle iyice yerleştirilmesi gayet zor ve büyük bir meseledir. Zira âyet-i kerîmede buyurulur:
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece;
«–Îmân ettik!» demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?” (el-Ankebût, 2)
Demek ki;
Sadece; «Îmân ettik!» demekle kurtuluvermek mümkün değil. Îman, ispat istiyor.
Îmânı, ne ispat eder?
Îmân edilen esaslara muvâfık bir şekilde yaşamak…
- İlâhî emir ve yasaklara riâyet etmek,
- Haram ve şüphelilerden kaçınmak,
- Sâlih ameller işlemek,
- Sünnet-i seniyyeye tam bir ittibâ içinde hayat sürmek ve bilhassa;
İslâm düşmanlarına benzememek… Onlara karşı tavizsiz olmak…
Cenâb-ı Hak, lütuf ve inâyetiyle îmanlarımızı zedelenmekten muhafaza buyursun.
Duygu ve düşüncelerimizi, amel ve davranışlarımızı rızâsıyla te’lîf eylesin.
Âmîn!..