Kardeş Olabilmek

Genç Dergisi, Yıl: 2024 Ay: ocak Sayı: 220

Muhterem Efendim, Cenâb-ı Hakk’ın Suriyeli kardeşlerimizi zâlim bir diktatörün elinden kurtarıp selâmete çıkarması dolayısıyla sevinçli, Filistinʼde devam eden katliamlar sebebiyle de mahzunuz. Buradan ilhamla, acaba İslâm bizden nasıl bir kardeşlik ufku istiyor? Bu hususta ne buyurursunuz?

Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de, mü’minlerin kardeş olduğunu beyan buyuruyor.[1] Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de; “Birbirinizi sevmedikçe tam îman etmiş olmazsınız.”[2] beyânıyla, bir mü’minin kâmil bir îmâna ulaşması için, din kardeşiyle arasında sağlam bir muhabbet bağının bulunması gerektiğini haber veriyor.

Hattâ diğer bir hadîs-i şerîfte Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu muhabbetin seviyesini bir teşbihle şöyle ifade buyuruyor:

“Birbirlerine acımakta, birbirlerini sevmekte ve birbirlerine şefkat göstermekte, mü’minlerin tek bir vücut gibi olduklarını görürsün! (Bu vücudun) bir uzvu muzdarip olduğu takdirde, diğer kısımları da uykusuz kalıp ateşler içinde onun ıztırâbını duyar.” (Müslim, Birr, 66)

Bizler de, Suriye’deki kardeşlerimizin yaşadıklarından dolayı, derin bir gönül ıztırâbı içerisindeydik. Hamdolsun, sonsuz lûtf u keremiyle Rabbimiz, o beldeyi, neredeyse bütün halkını mültecî hâline getirmiş olan o zâlimin elinden kurtardı da, şimdi kendisi bir sığıntı durumuna düştü. Tarihin çöplüğündeki yerini aldı. Rabbimiz, Filistinli mazlum kardeşlerimize de şanlı bir zafer lûtfeylesin inşaallah. Şimdi din kardeşleri olarak bizlerin yapması gereken, elimizdeki imkânımız neye elveriyorsa, Suriye’nin maddî-mânevî îmar ve inşâsı için kardeşlerimize yardımcı olmaya çalışmaktır.

İslâm’da kardeşlik, birbirini yıkayan iki el gibidir. Mü’min, yüreğinde îman kardeşliğinden doğan yüksek bir mes’ûliyet hassasiyeti taşır. Bu sebeple sırf kendini düşünüp din kardeşinin ıztırâbına duyarsız kalmaz. Bunun İslâm ahlâkıyla bağdaşmadığını bilir. Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyuruyorlar:

“Komşusu açken tok yatan kimse mü’min değildir.” (Hâkim, II, 15)

“Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, onlardan değildir.” (Bkz. Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87)

İslâm tarihine baktığımızda, Peygamber Efendimiz’in, biri hicretten evvel Mekke’de, diğeri de hicretten sonra Medîne’de gerçekleşen muâhat, yani kardeşlik akdi yaptığını görüyoruz. Ki bu, dünyada yaygın hâlde bulunan kast sistemini, yani sınıf farkını ortadan kaldırarak köleler ile hürlerin kardeş edildiği çok muazzam bir hâdisedir. İnsanlık tarihinde ilk defa gerçekleşmiştir. Nitekim Mekke’de Hazret-i Hamza -radıyallâhu anh-, Efendimiz’in âzatlısı olan Zeyd bin Hârise -radıyallâhu anh- ile; Ebû Ubeyde bin Cerrah -radıyallâhu anh-, Ebû Huzeyfe’nin âzatlı kölesi Sâlim -radıyallâhu anh- ile; Ubeyde bin Hâris -radıyallâhu anh-, Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh- ile kardeş ilan edilmişlerdir. (Bkz. İbn-i Abdiʼl-Berr, Dürer, s. 90)

Böylece; “…Allah katında en keremliniz, en çok müttakî olanınızdır…” (el-Hucurât, 13) âyetinin bir tezâhürü yaşanmıştır.

İslâm tarihinde ikinci kardeşlik akdi Medîne’de hicretten birkaç ay sonra gerçekleşmiş, bu kardeşlik akdinde doksan Muhâcirle Ensâr ikişer ikişer kardeş olmuşlardır. (Bkz. Buhârî, Edeb, 67)

Cenâb-ı Hak, gerçek İslâm kardeşliğinin nasıl olması gerektiği hususunda bizlere, Mekke’den hicret eden Muhâcirler ile onlara muhabbetle kucak açan Ensâr, yani Medîneli müslümanlar arasındaki kardeşliği örnek gösteriyor. Onlara bakarak kendi hâlimizi mîzân etmemizi murâd ediyor.

Zira Peygamber Efendimiz’in, Muhâcirlerle Ensâr arasında gerçekleştirdiği kardeşlik anlaşması, eşsiz bir fazîlet tablosudur. Öyle ki Ensâr, âdeta mal beyânında bulunarak bütün varlıklarını cömertçe ortaya koymuş, Muhâcir kardeşleriyle eşit olarak bölüşmeyi teklif edecek kadar kardeşlikte fânî olmuşlardır. Buna mukâbil, gönülleri birer kanaat hazinesi olan Muhâcirler de istiğnâ hâlinde:

“−Malın-mülkün sana mübârek olsun kardeşim, sen bana çarşının yolunu gösteriver, kâfî!” diyebilme olgunluğunu göstermişlerdir.

İşte onların daha nice fazîlet tablolarıyla sergiledikleri bu kardeşliklerini Allah Teâlâ takdîr etmiş ve Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle zikretmiştir:

“Muhâcirlerden önce (Medîne’yi) yurt edinenler ve îmâna sarılanlar (Ensâr), kendilerine hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden ötürü gönüllerinde bir sıkıntı ve rahatsızlık duymazlar. İhtiyaç içinde kıvransalar dahî, mü’min kardeşlerini kendi nefislerine tercih ederler…” (el-Haşr, 9)

Rabbimiz, din kardeşliğinin hiçbir zaman zaafa uğratılmasını istemiyor. Kardeşliği zaafa uğratacak olan gıybet, dedikodu, istihzâ, istihkār, lâf taşıyıp ara bozmak gibi çirkin davranışları şiddetle yasaklıyor.

Enfâl Sûresi’nin ilk âyetinde:

“…Allah’tan korkun ve aranızı düzeltin, Allah ve Rasûl’üne itaat edin, şayet (gerçek) mü’minler iseniz.” buyuruyor.

Dolayısıyla mü’minler olarak, aramızdaki kardeşlik hukukunu ve bağını korumak için büyük bir hassâsiyet gösterip aramıza şeytanın girmemesine çok dikkat etmemiz gerekiyor.

İslâm’dan önce Medîne’de, Evs ve Hazrec adında iki büyük Arap kabîlesi vardı. Bunlar yüz yirmi sene birbirleriyle savaşmış, “Buâs” ismi verilen son savaşta da Evs kabîlesi Hazrec kabîlesine gâlip gelmişti. Ancak İslâm ile şereflendikten sonra bu kabîleler arasında eski düşmanlıklar kayboldu, kardeşlik duyguları gelişti ve muhabbet hâkim oldu. Bu da Medîne’de yaşayan yahudîleri rahatsız etti.

Bir gün Evs ve Hazrec kabîlesine mensup gençler kendi aralarında dostça sohbet ediyorlardı. Müslümanlara büyük bir kin ve haset duyan yahudî ileri gelenlerinden Şemmâs (Şâ’s) bin Kays, adamlarından bir genci çağırdı ve ona şu telkinlerde bulundu:

“–Şu Evsli ve Hazrecli gençlerin yanına git ve Buâs Savaşı’nı hatırlatarak onların arasında fitne çıkar!”

Yahudî genç de bu vazifeyi büyük bir ustalıkla yerine getirdi. O gençlerin gönüllerini bulandırıp aralarında düşmanlık ateşini körükledi. Öyle ki sonunda her iki kabîle de silâhlara sarılarak birbirleriyle savaşacak duruma geldiler. Hâdiseyi haber alan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashâbın ileri gelenleri ile derhal onların yanlarına gitti ve şu îkazda bulundu:

“Ey müslümanlar! Allah’tan korkun. Ben aranızda bulunuyorken, Allah sizi İslâm’a kavuşturmuş, onunla şereflendirmiş, câhiliye zihniyetinden kurtarmış, küfürden uzaklaştırmış ve sizi birbirinize dost kılmışken, nasıl oluyor da yine câhiliye dâvâsıyla birbirinize düşebiliyorsunuz!”

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu îkâzı üzerine, hepsi düştükleri bu hatânın şeytânî bir tuzak olduğunu anladılar. Derhal ellerindeki silâhları bıraktılar ve gözlerinden yaşlar dökerek birbirleriyle kucaklaştılar. Allâhʼa ve Rasûlʼüne itaat ederek beraberce gittiler. Böylece Cenâb-ı Hak, yahudî Şemmâs’ın tutuşturduğu fitne ateşini söndürdü. (Bkz. Taberî, IV, 23; Elmalılı, II, 402-403; İbn Hişâm, I, 555-556)

Bu hâdise günümüz için de mühim bir ibret tablosudur. Zira şeytan ve aveneleri bugün de mü’minlerin, kardeşleriyle arasını açmak için ellerinden gelen gayreti gösteriyorlar.

Kardeşlik hukûkunda ufkumuzun çok geniş olması îcâb ediyor. Zira kardeşlikteki derecemiz, kalbî olgunluk seviyemizin de bir göstergesi.

Meselâ maddî durumu iyi olan mü’minin, kendisine mürâcaat eden zor durumdaki din kardeşine yardımcı olması, kardeşlikte birinci merhaledir.

Nitekim âyet-i kerîmede buyruluyor:

“…Allâh’ın sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân et!..” (el-Kasas, 77)

Kardeşlikte ikinci merhale ise; “…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) âyetinin sırrına ererek muhtaç durumdaki kardeşinin istemesine gerek kalmadan sıkıntısını giderebilmektir. Bu âyet-i kerîme, yüksek hayâ ve iffetlerinden dolayı ihtiyaçlarını arz etmekten çekinen din kardeşlerimizi sîmâlarından tanıyabilecek kalbî hassâsiyete ermemizi telkin etmektedir ki, bu yüce bir kardeşlik ufkudur.

Kardeşlikte üçüncü merhale, birr’e ermek, yani kendisi için sevip istediği şeyleri kardeşi için de isteyebilmek, kardeşini kendisinden ayrı görmemek ve imkânlarını onunla paylaşabilmektir.

Nitekim Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Sizden biriniz; kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda îman etmiş olmaz.” buyuruyorlar. (Buhârî, Îmân, 7; Müslim, Îmân, 71-72)

Din kardeşliğinde en yüksek derece ise, îsar makâmıdır ki, mü’min kardeşini kendi nefsine tercih etmek, kendi hakkını ona devredebilmek ve onu kendinden üstün tutmaktır. Gerektiğinde kendi mahrûmiyetine râzı olup din kar-deşinin ihtiyacını karşılamaya çalışmaktır. İşte bu, peygamberlerin, sıddîkların, müttakîlerin, sâlihlerin mertebesidir ve Allah için birbirini sevmenin zirvesidir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de kendinden çok ümmetini düşünürdü. Ashâbı açken kendisini ve âilesini doyurmayı düşünmezdi. Elinde ne varsa muhtaçlara verir, mübârek hânelerinde günlerce ocak yanmaz, ekmek bulunmazdı.

Bir misal kabîlinden zikredelim:

Efendimiz’in terbiyesinde yetişmiş olan Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhumâ- hastalanmıştı. Üzümün ilk çıktığı mevsimde canı çok üzüm çekmişti. Hanımı Safiye, hizmetçisini üzüm almaya gönderdi. Onun pazardan üzüm aldığını gören bir ihtiyaç sahibi, hizmetçiyi eve kadar takip etti. Eve girince de, o muhtaç kapıyı çaldı. Hasta yatağında yatan Abdullah bin Ömer, gelen ihtiyaç sahibini görünce derhal:

Bu üzüm salkımını gelen kimseye verin. Bu üzüm salkımını o muhtaca verin!” dedi. Böylece çok arzuladığı üzümü, hiç tatmadan din kardeşine ikram etmiş oldu. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, İnsan 8)

Yine Yermük Muhârebesiʼnde bir kırba su, sıcak kumların üstünde son nefeslerini vermek üzere olan üç şehidin ortasında kalmıştı. Hepsi birbirine ikram etmek arzusuyla son anlarında bir yudum su yerine, şehâdet şerbetini yudumlayarak Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna vardılar. (Bkz. Hâkim, III, 270)

Velhâsıl mü’minler birbirine zimmetlidir. Hiçbir mü’min, diğer bir kar-deşi hakkında; “Ondan bana ne!” diyemez. Kardeşinin maddî ve mânevî her türlü derdi, onun da derdidir. Kardeşinin açlığı, onun da açlığıdır. Kardeşinin takvâdan mahrûmiyeti, onun da endişesidir.

Cenâb-ı Hak; birbirini Allah için seven mü’min kardeşlerin, başka bir gölgenin bulunmadığı kıyâmetin o dehşetli gününde, Arş’ın gölgesinde himaye edileceklerini bildirir. (Bkz. Buhârî, Ezân, 36)

Ancak bu kardeşlik, iyi günlerdeki ve rahat zamanlardaki çay-kahve dostluğu zannedilmemelidir. Bu kardeşlik, birbirinin zor gününde maddî-mânevî sıkıntısını bertaraf etme kardeşliğidir.

Rabbimiz, bizleri kardeşlik hukûkuna lâyıkıyla riâyet edenlerden eylesin! Gönüllerimizi din kardeşliğinin feyz ve rûhâniyetiyle doldursun.

Âmîn!..

Dipnot:

[1] Bkz. el-Hucurât, 10.

[2] Bkz. Müslim, Îman, 93.