Kimi Zaman Nefsâni Arzular Put Hâline Geliyor

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

KİMİ ZAMAN NEFSÂNÎ ARZULAR PUT HÂLİNE GELİYOR

Cenâb-ı Hak peygamberleri üç vazifeyle gönderiyor.

Birincisi; peygamber topluma geliyor, Allâh’ın emirlerini bildiriyor. Îmâna teşne olanlar; “Sen peygambersin.” diyor. Mûcize de gösteriyor. Îmâna teşne olmayanlar, nefsâniyetin girdabında boğulanlar ise sihir diyorlar, vesâire diyorlar, birtakım ithamlarda bulunuyorlar. “Biz, ataların dînindeyiz.” diyorlar.

Îmân edenlere Cenâb-ı Hak onların وَيُزَكِّيهِمْ (“…Onları (kötülüklerden) arındıran…” [Âl-i İmrân, 164]) onların iç âlemlerini tezkiye ediyor, temizliyor. Neden temizleniyor? Allah’tan uzaklaştıran her şeyden temizleniyor. Duygular temizleniyor.

Demek ki peygamber ne yapıyor peygamberler; tabi en başta Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tezkiye ediyor, gönülleri temizliyor.

İşte daha evvel câhiliyye insanı nasıl yarı vahşî insanlardı. Hak-hukuk denilen hiçbir şey yoktu. Güç, güçlüye aitti her şey, güçsüzün hiçbir şeyi yoktu. O insanlar nasıl medeniyette bir zirve oldular, bir asr-ı saâdet medeniyeti. Yok dünyada öyle bir medeniyet…

Velhâsıl tezkiye, “lâ ilâhe” ile başlıyor îman. Baştan, Allah’tan uzaklaştırıcı her şeyden kul kaçacak. Put olmayacak kalbinde.

Kimi zaman, nefsânî arzular put hâline geliyor. Parası putu oluyor. Makam-mevkî put oluyor. Fânî menfaatler put oluyor. Şan-şöhret put oluyor. Karşı cinsteki aşırı duygular onun putu oluyor. Allâh’a olan abdiyetten/kulluktan uzaklaştırıyor onu.

Cenâb-ı Hak kulluğu kendisine istiyor. Onun için, peygamberler, tezkiye ediyor, temizliyor. Ki o kalp Cenâb-ı Hakk’ın nazargâh-ı ilâhîsi olacak o kalp. Allâh’ın emrini îfâ etmeye keyfî kararlar kaldırılıyor. İlâhî hakîkatlere ters düşen “bana göre”, bu siliniyor kalpten. “Bana göre” yok, “Cenâb-ı Hak böyle emretti, Allah Rasûlü Sünnet-i Seniyye böyledir…” “Bence” yok, İslâm hükümlerine uymayan “bence” yok. Bunlar îmânı sakatlıyor.

Cenâb-ı Hak:

“Hevâ hevesini (yani kötü duygularını, ihtiraslarını) ilâh hâline getirenleri gördün mü?..” (el-Furkân, 43) buyuruyor. “Hevâ hevesini ilâh hâline getirenleri gördün mü?..” (el-Furkân, 43) buyuruyor.

Nedir, hep bu kötü vasıflar, çirkin vasıflar, şeytânî vasıflar…

“…Sen onlara vekil değilsin (ey Peygamber!)(el-Furkân, 43) Cenâb-ı Hak buyuruyor. Onun için وَيُزَكِّيهِمْ (“…Onları (kötülüklerden) arındıran…” [Âl-i İmrân, 164]) Peygamber ne yapıyor, gönül âlemlerini temizliyor.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Ben sizin bundan sonra Allâh’a şirk koşmanızdan korkmuyorum. Ama dünya hırsıyla birbirinizle didişip çekişmenizden korkuyorum.” (Bkz. Buhârî, Cenâiz, 71)

Yine bir hadîs-i şerîfte buyruluyor:

“Allâh’a göre gök kubbe altında ibadet edilen sahte ilâhlar arasında peşine düşülen hevâdan daha ağırı ve daha kötüsü yoktur.” (Heysemî, I, 188)

İşte bunun da musibetleri gözüküyor.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak ilk peygamberlere:

يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِهِ (“…Kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan…” [Âl-i İmrân, 164])

Allâh’ın dînini tebliğ etme.

İkincisi:

وَيُزَكِّيهِمْ (“…Onları (kötülüklerden) arındıran…” [Âl-i İmrân, 164])

Gönül âlemlerinin temizlenmesi. “ظَلُومًا جَهُولًا” (çok zâlim ve çok câhil) (el-Ahzâb, 72) sıfatından insan kurtulacak.

Üçüncü olarak da, o kalpte;

وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ

(“…Kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten…” [Âl-i İmrân, 164])

Kitap ve hikmet o kalpte tecellî edecek, dost olacak.

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“…Onlar korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62)

Kimler; bu şekilde Cenâb-ı Hak’la dost olanlar.

Kur’ân bir derinlik verecek. Kur’ân’la tefekkürü artacak. Her gördüğü şeyde Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâhiyyesini, kudret akışlarını tefekkür edecek. Kur’ân’ın kendisine en büyük bir nîmet olduğunu tefekkür edecek. Ebedî mûcize, son çağrı Cenâb-ı Hakk’ın, son ilâhî çağrı.

Ondan sonra “hikmet”…

Her şeyin bir zâhirî tarafı var, gördüğümüz, bildiğimiz; bir de bâtınî tarafı var. Bâtınî tarafına “hikmet” denir. Aklın çözemediği şeyleri kalp çözer, hikmet çözer, hikmetle çözülür. İşte kul, hikmete âşinâ olacak.

O zaman Cenâb-ı Hak’tan “râdıyye” olacak, Allah’tan râzı. “Merdıyye”, Allah da o kuldan râzı olacak ve “Cennet’ime gir.” buyuracak. (Bkz. el-Fecr, 28-30)

Velhâsıl demek ki kalpte duygular, en mühim, bu kalpteki duygular düzelecek. Yanlış duygular kalpten silinecek. Mârifetullah’tan mesafe alınacak, bir lezzet hâline gelecek.

Nasıl duygular? Meselâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’deki duygulardan nasipler alacak. O üsve-i hasene, örnek.

Meselâ Rasûlullah Efendimiz, bir yahudi çocuğuna gidip tebliğ etti. O çocuk da müslüman oldu. Efendimiz sevindi, bir kişi daha kurtuldu diye.

Demek ki müslümanda en büyük haz, en büyük lezzet, kendisi hidâyette olması ve hidâyetlere vesîle olması.

Yine Efendimiz Tâif’te taşlandı, akrabaları vardı. Ambargo vardı Mekke’de. Müslümanlar çok zor durumdaydı. Çocukların açlık avazları diğer mahallelerden geliyordu. Müslümanların ferahlaması için Tâif’e gitti, akrabaları vardı. Tâif’te taşlandı Efendimiz. Orada Addas isminde bir köle müslüman oldu, Efendimiz sevindi, ıztırâbını unuttu.

Zeyneb Vâlidemiz, Efendimiz’in kerîmesi, Esved isimli bir kişi -hâmileydi- deveden düşürdü, kanlar içinde kaldı, bir müddet sonra şehîden vefât etti. Bu kişi Mekke fethinde geldi, Esved. Kelime-i tevhid getirerek geldi. Efendimiz; “Niye benim kızımı böyle yaptın, niye zulmettin?” diye sormadı bile. Yani kelime-i tevhîdin o sevinci, kızının o hâlini bertaraf etti.

Nasıl Cenâb-ı Hakk’a yakınlık gözleniyor kalp temizlenince…

Müslümanlar çok ağır sıkıntılardaydı. Efendimiz de hendek kazıyordu. Câbir geldi baktı; Efendimiz’in beli bükülmüş, karnı içine çökmüştü. Evine gitti sordu, ufak bir oğlakla az bir şey arpa vardı. Hemen gidip Efendimiz’e haber verdi:

“–Yâ Rasûlâllah! Çok açsınız dedi. Evde dedi, buyursanız…”

“–Ne var Câbir?” dedi.

“–Yâ Rasûlâllah! Ufak bir oğlak var, keçi var, bir de az bir şey arpa var.” dedi.

“–Oo, çok şey varmış.” dedi. Tabi sahâbenin hepsi aç. Efendimiz onlar doymadan kendisi doymazdı.

“–Haydi dedi, hepimiz dedi, Câbir’e gideceğiz.” dedi.

Câbir korktu, üç yüz kişi… Üç yüz kişiye bir oğlak, biraz arpa ne yeter?!.

Hanımına gitti. Hanımına dedi:

“–Hanım dedi, böyle böyle dedi. Rasûlullah Efendimiz bütün toplayıp geliyor dedi hepsini!..”

“–Sen dedi, Rasûlullah Efendimiz’e evde ne olduğunu söyledin mi?”

“–Söyledim.”

“–O zaman sen kenarda dur, Allah Rasûlü senden daha iyi bilir.” dedi.

Onlara tek tek, o üç yüz kişiye kendisi dağıttı. Fakat hiç eksilmiyordu. Kendisi almadı, o üç yüz kişiye dağıttı. Onları doyurma zevki, Allah Rasûlü’ne açlığını unutturdu. Yine bitmedi:

“–Âilene götür.” dedi. “Etrafta açlık var, etrafa dağıt Câbir!” dedi. (Bkz. Buhârî, Megâzi, 29; Müslim, Eşribe, 141)

Nasıl duygular ki Allah Rasûlü açlığını hissetmiyor. Onları, kardeşini doyurması kendisine en büyük bir lezzet veriyor. Ne o? Tezkiye olmuş, temizlenmiş, Cenâb-ı Hakk’ın merhametiyle hemhâl olmuş, o merhametten nasîb almış bir yürek…

Âişe Vâlidemiz buyuruyor:

“Bize diyor, ganimetler gelirdi diyor. (Beşte bir Allah Rasûlü’ne âit, Enfâl…) Hediyeler gelirdi diyor. Fakat evimizde diyor, bazen sudan başka bir şey bulunmazdı diyor. Sıcak yemek pişmediği günler olurdu diyor. Üç gün diyor, arpa ekmeğiyle doymadığı günler çok olurdu.” diyor.

Fakat Allah Rasûlü her gelen ganimeti, hediyeyi dağıtmadan lezzet alamazdı diyor. O dağıtmadaki o lezzet diyor, Cenâb-ı Hakk’a yakınlığın verdiği o sürur diyor, kendi açlığını unuttururdu diyor.

İşte tezkiye olmuş bir kalp. Cenâb-ı Hakk’ın “rahman ve rahîm” esmâsının kalpteki tecellîsi…

Tabi burada ashâb-ı kirâm da böyle oluyor. Meselâ bir koyun başı diyor, bir eve hediye etti, yedi tane âileyi dolaştı, tekrar eski yerine geldi. Hepsi bu benden daha muhtaçtır, yahut ben ona ikram edeyim diyor.

Nasıl bir diğergâmlık, nasıl bir medeniyet?..

Yine Efendimiz, Mudâr Kabîlesi diye bir kabile geldi. Baktı, perişan bir kabile. Üst-baş yok doğru dürüst… Efendimiz’in, sahâbe diyor, rengi diyor kireç gibi oldu, bembeyaz oldu diyor.

Tabi Efendimiz’in rengi hangi şeyden kireç gibi oluyor?

Hemen diyor, “Bilâl, ezan oku.” dedi diyor. Sahâbe toplandı mescide, iki rekât bir namaz kıldırdı. Herkes ne varsa getirdi. Kimi elinde şu kadar bir tuttuğu bir hurmayla geldi. Kimi, çuvala ne varsa doldurarak geldi. Onlar dağılınca Efendimiz öyle bir güzel seyretti ki onları, öyle bir huzur, öyle bir sürur duydu ki, o bembeyaz olan teni pembeleşti, eski rengine döndü. (Bkz. Müslim, Zekât, 69)

Üsve-i hasene, örnek…

Cenâb-ı Hak “canlarıyla, mallarıyla Cennet’i satın aldılar” buyuruyor. (Bkz. et-Tevbe, 111) Servetin lezzeti, infâk etmekle, onu Hak yolunda harcamakla oluyor. Esas lezzet orada, kendine harcamakta değil -maâzallah-…

Arkamızdan güzel bir nesil yetiştirmek…

Yine Âişe Vâlidemiz diyor:

“Rasûlullah’ın son günleriydi diyor. İki sahâbînin arasında diyor, mescide yürüdü, mescide geldi diyor. Ebû Bekir Efendimiz’i, babamı mihraba geçirdi, babam namazı kıldırdı diyor. Sonra döndü arkasına baktı, güzel bir cemaat gördü, ashâb-ı kirâm cemaati… Öyle güzel bir tebessüm etti ki diyor, ben, Rasûlullah’ın o ıztırap hâlindeki o tebessümünü diyor, hayatımda öyle güzel bir tebessüm görmedim.” buyuruyor.

Demek ki arkamızdan, evlâtlarımız bilhassa kardeşler, evlâtlarımızı sevdirerek namaza alıştıralım, kulluğa alıştıralım, Cenâb-ı Hak sevgisini, Allâh’ın nîmetlerini hatırlatalım.

İmâm Mâlik diyor ki -radıyallâhu anh-:

“Bana diyor, bir hadîs ezberlerdim diyor, babam bana bir hediye verirdi diyor. Ertesi gün bir hadis daha, bir hediye daha verirdi diyor. Öyle bir hâle geldim ki diyor, babam hediye vermese de ben hadis ezberlemekten lezzet duymaya başladım.” diyor.

Velhâsıl arkamızda güzel bir nesil yetiştirmek.

İnfak… Çünkü bugünlerde çok merhamete, hem kendimize merhamet etmemiz, “ظَلُومًا جَهُولًا” (çok zâlim ve çok câhil) (el-Ahzâb, 72) sıfatından kurtulmamız, hem evlâtlarımıza merhamet etmek, hem toplumdaki mazlumlara merhamet etmek.

Onun için bu infak dört safha.

Birincisi “لِلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ” (el-Meâric, 25). Sana hâlini arz edene bir şeyler ver. Fakat hiçbir şey veremiyorsan, قَوْلًا مَيْسُورًا (el-İsrâ, 28), tatlı bir söz söyle gönlünü alıcı.

Ticâretle meşgul olurken, bir kişi sık sık gelirdi dükkâna, isterdi. Tezgâhtar da;

“–Yâhu daha dün geldin, her zaman olmaz ki.” dedi.

Peder rahmetli, içeriden duydu. Çağırdı tezgâhtarı:

“–Bak oğlum dedi, biz Allah’tan devamlı istiyoruz. Bak sabah kahvaltı ettik dedi. Öğleyin tekrar isteyeceğiz dedi, Allah verecek. Akşamleyin tekrar isteyeceğiz. Bu ise senden iki üç günde bir gelip istiyor…” dedi.

Onun için Cenâb-ı Hak “لِلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ” (el-Meâric, 25)… İsteyene vermek. Ne, az verirsin, bir şey veremiyorsun, bir gönül alırsın, قَوْلًا مَيْسُورًا (el-İsrâ, 28) buyuruyor.

Ondan sonra “الْمَحْرُومِ” buyuruyor. Mahrum kim? O da iffeti dolayısıyla gelip isteyemiyor. Onun için “mahrum” deniyor ona. Cenâb-ı Hak ona:

“…Sen onların sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) Git onu ara bul onu diyor. Mâdem sana Allah bir şey verdi onu sana emanet olarak verdi. Kendin orta yol… Pintilik etmeyeceksin, israf da etmeyeceksin, orta yolda gideceksin, fakat burada mahrumu da arayacaksın. Duygular o duruma gelecek.

Onun bir üstü, “paylaşanlar” buyuruyor. O Medîne’ye göç edenler, hicret edenler. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:

“…Kendilerine göçüp gelenleri severler, onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler…” (el-Haşr, 9)

“Yaa niye bunu verdim de bu kadar verdim de ben bundan mahrum oldum…” demezler.

“…Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler…” (el-Haşr, 9)

Cenâb-ı Hak böyle bir yürek istiyor…