DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
KİŞİNİN DÜNYASINA VE ÂHİRETİNE FAYDA VERECEK OLAN GERÇEK İLİM VE TAHSİL NEDİR?
Gerçek tahsil nedir?
Cenâb-ı Hak buyuruyor ki;
“…Size pek az ilim verilmiştir.” buyuruyor, İsrâ Sûresi, 85. âyet.
Tıp, botanik, fizik, kimya, biyoloji, matematik, hukuk, sosyoloji… Bütün bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın insana lûtfettiği, dünyaya ait kırıntı kabîlinden bilgiler… İnsanın esas meselesi, insanın bu bilgilerden hareketle Cenâb-ı Hakk’ı daha yakından tanıyabilecek, yani mârifetullah’tan nasip almış olacak.
Meselâ;
Tıp ilmi, Allâh’ın vücuda yerleştirdiği muazzam kâidelerle ilgilenir.
Botanik, topraktan biten nebâtâta konulan ilâhî kâideler etrafında faâliyet gösterir.
Fizik-Kimya, Cenâb-ı Hakk’ın maddelere, cisimlerin içyapılarına koyduğu husûsiyetleri inceler.
İslâm kültürü ise, insanı bütün bu ilimlerin hem hikmet tarafını tefekküre dâvet eder, hem de hayatın bütün muhtevâsını kaplar.
Yani Kur’ân-ı Kerîm, o bütün ilimlerin bize hikmet tarafını bildirir.
Kur’ân kültürü;
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) ile başladı.
“اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ” (“…Bugün size dîninizi tamamladım…” [el-Mâide, 3]) âyetiyle tamamlandı. Bu, 23 sene sürdü.
Rasûlullah Efendimiz her inen âyeti yaşattı. Meselâ infak âyetleri inmeye başladı. Bu, fakir sahâbîler bile -üstte yok, altta yok-… (Biz infak mecburiyetindeyiz demek ki. Çünkü; “Bollukta ve darlıkta infak ederler…” (Âl-i İmrân, 134) buyruluyor.) Dağlara çıktılar, odun kestiler, Medîne çarşısında sattılar, Allah Rasûlü’nün önüne koydular.
Efendimiz yaşatarak… Bir kardeşlik yaşatıldı. O Muhâcirlere;
“–Gel kardeşim, işte evim, işte hurma bahçem, paylaşalım.” dediler.
Onlar vermek istedi, Ensâr vermek istedi, Muhâcir ise;
“–Yok dedi, kardeşim, Allah mübârek eylesin; sen bize çarşının yolunu göster dediler, iş ver.” dediler.
Yani nasıl bir toplum meydana geliyor, nasıl bir kültür meydana geliyor. İşte biz bu kültüre biz muhtacız. Ve bunu Efendimiz bu kültürü yaşatarak telkin etti ve bu kültürü yaşadılar. Yaşadıkça da Allah Rasûlü’ne hayran kaldılar. İnsandan bir âbide seyrettiler. Bütün gâyeleri, âhirette de O’nunla beraber olmaktı.
Sahâbe diyor ki:
“Bizi en çok sevindiren hadîs-i şerîf; «اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ» hadîs-i şerifi.” (Bkz. Müslim, Birr, 163)
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Onun için Allah Rasûlü’nün gittiği yoldan gittiler.
Abdullah İbn-i Ömer bir meydanda dönüyordu.
“–Niye dönüyorsun dediler bu meydanda? Ne var burada dönüyorsun?”
“–Bilmiyorum, Allah Rasûlü dönmüştü.” dedi.
Belki Allah Rasûlü birisine bir şey söyleyecekti, ondan dönmüştü. Onu hiç düşünmedi. Madem Allah Rasûlü döndü diyor, ben de giderken bu meydanda döneceğim diyor. Nasıl bir râbıta?..
Velhâsıl esas ilmini alacağımız, bu ehl-i gönül kişiler. Ondan in’ikâs…
Maalesef bugün toplumlar, kütüphânelerin tozlu raflarında kalmış kara kaplı felsefe kitapları üzerine abanmış bilgiçlerin rûhuyla selâmete kavuşmaz. İnsanlığı hakîkî saâdete, selâmete çıkaracak olan, Kur’ân ve Sünnet kültürüyle yoğrulup ilâhî hikmet ve hakikatlerle kemâle ermiş olan ârif mü’minlerin rûhudur.
Nitekim Muhammed Hamidullah Bey diyor ki:
“Biz diyor, Paris’te diyor, fıkıh tarafını, kelâm tarafını, vs. onları anlatıyoruz diyor. Fakat diyor, İbn-i Arabî gibi, Mevlânâ gibi sûfîler kadar tesirimiz olmuyor diyor.
Meselâ Hülâgû’nun diyor, yakıp yıkan istîlâlarından sonra Gazan Han zamanında olduğu gibi, bugün en azından Avrupa ve Afrika’da İslâm’a hizmet edecek olan ne kılıç, ne akıldır diyor. Bugün İslâm’a ne kılıçtır, ne akıldır diyor, İslâm’a hizmet edecek, kalptir diyor. Bu, rahmet insanının kalbidir. Yani tasavvuftur.” diyor Muhammed Hamidullah Bey.
Nasıl bir, o toplumun fertleri nasıldı, asr-ı saâdet toplumunun? Yani biz gerçek tahsilin ne olduğunu asr-ı saâdette gördük.
Bir çobana sahibinden izinsiz koyun satması teklif edildiğinde, elini kaldırıyor;
“–Ben satayım ama, Allah nerede diyor. Haydi görmez diyor bunun sahibi diyor, zararın sahibi.” diyor.
“–Kurt yedi dersin, şey oldu dersin…”
“–Allah görmüyor mu?” diyor.
Bir köle, günlük nafakasını bir köpekle paylaşıyor:
Abdullah ibn-i Câfer, baktım diyor bir zenci diyor, önünde üç tane ekmek var diyor, köpeğe veriyordu diyor. Verdikçe köpek yutuyordu diyor. Hayretle bir müddet seyrettim diyor. Ben de kendimi cömert zannederdim diyor. Yaklaştım diyor;
“–Arkadaş sen kimsin?” dedim.
“–Ben köleyim.” dedi.
“–Bu üç ekmek ne?” dedim.
“–Günlük nafakam.” dedi.
“–Bu köpek nedir?”
“–Bu uzaktan gelen, buranın hayvanı değil, baktım aç, attıkça yiyor. Benim de vazifem, Allah bunu bana zimmetli olarak gönderdi. Bunu Rabbim gönderdi. Benim kapıma gönderdi. Ben de buna ikram edeceğim.”
“–Peki sen üçünü de veriyorsun, sen ne yapacaksın?”
“–Bugün ben sabredeceğim.” (Gazâlî, Kimyâ-yı Saâdet, trc. A. Faruk MEYAN, İstanbul 1977, s. 467)
Bu köle hangi fakültede hangi doktorada, hangi şeyde, nerede yetişti? Nasıl bir medeniyetin insanı?..
Sütçü kadının kızı, annesine diyor ki:
“–Anne diyor, evet diyor, halife görmez ama diyor, Allah görmüyor mu?” diyor. Yani; « وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُم» âyet-i kerîmesinin bir tecellîsi hâlinde. “…Nereye gitseniz, O sizinle beraberdir…” (Bkz. el-Hadîd, 4)
Velhâsıl, kısa olarak, bir zâhirî bilgi var. Bu, dıştan alınan bilgiler. Bu, iki uçlu bıçak gibi. Eğer burada bir mâneviyat yoksa bu alınan bilgiler şerre de götürüyor. Yani;
Firavun’da da bilgi vardı, o bilgilerle piramitler yaptırıyordu. Atilla’da da bilgi vardı, Timur’da da bilgi vardı, İskender’de de bilgi vardı. Fakat bunların zulümden başka bir şeyleri yoktu.
Demek ki bilgi, muhakkak, ancak dıştan değil, kendinin kendine alacağı bilgiler. Bu da “takvâ” olmuş oluyor.
Cenâb-ı Hak;
وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ buyuruyor.
“…Siz takvâ sahibi olursanız, Allah size öğretiyor…” (el-Bakara, 282)
Evliyâullahtaki bütün bu zâhirî bilgileri aşan bilgi, bu bilgi olmuş oluyor. Peygamberlerin üçüncü vazifesi, Kur’an/Kitap ve hikmeti telâkkî ettirmek. Burada hikmet; eşyanın sırrî tarafı.
عَلَّمَهُ الْبَيَانَ
(“Ona açıklamayı öğretti.” [er-Rahmân, 4])
Kula Cenâb-ı Hak ihsân ediyor, ikram ediyor. Esas bilgi de bu. Tabi bu bilgi, zor bunu elde edebilmek. Bir defa, en başta benliği bertaraf etmek… İşte;
Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’ne ciğer sattırıldı.
Yunus Emre’nin başı eşikte bekletildi.
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’ne helâ temizletildi.
İlk bu benliği kazımak, enâniyeti kazımak. Kalbin daima; “Sen yâ Rabbi!” diyecek. Kalp grafiği gibi, aşağı indiği zaman da “Sen yâ Rabbi!”, yukarı çıktığı zaman da taşmayacak; “Sen yâ Rabbi!” diyecek.
Velhâsıl esas ilim de bu. Allah bizi bu dershâne, mekteb-i âlemdeyiz. Bu dersi, yani;
لِيَعْبُدُونِ (“…Bana (Allâhʼa) kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56]) Allâh’a kul olmak.
لِيَعْرِفُونِ (Ben’i (Allâhʼı) bilsinler diye.) Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilmek.
Cümlemize Cenâb-ı Hak nasîb eylesin.
İşte bu, kalpte tanıdıktan sonra Yunus’un Dîvân’ı ortaya çıktı. Mevlânâ’nın Mesnevî’si ortaya çıktı. İmâm-ı Rabbânî’nin o külliyâtı ortaya çıktı. O olmadan, bu ilim olmadan olmadı bunlar…