Kıssalardan Hisseler
Yüzakı Dergisi, Yıl: 2021 Ay: Ocak, Sayı: 191
BENİM DEĞİL SENİN!
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; bir gün ashâbı ile sohbet ederken, onlara, Benî İsrâîl’in sâlihlerinden iki kişi arasında cereyân eden şöyle bir vak‘a nakletmişlerdir:
“Sizden önce yaşayanlardan bir kişi, bir kimseden akar (gelir getiren mülk) satın aldı. Bu akarı satın alan kimse; orada, toprağa gömülü bir vaziyette, içinde altın bulunan bir küp buldu. Toprağı kendisine satan kimseye gelerek;
«–Altınını al! Ben senden toprak satın aldım, altını satın almadım!» deyince (arsayı) satan kimse;
«–Ben sana araziyi içinde bulunan her şeyiyle birlikte sattım!» dedi.
(Kul hakkı ve helâl lokma husûsunda takvâ sahibi olan bu iki kişi, aralarında anlaşamayınca bir hâkime müracaat ettiler. Hâkim, onları gıpta ve hayranlıkla dinledikten sonra;)
«–Sizin çocuklarınız var mı?» dedi.
Onlardan biri, oğlunun; diğeri de, kızının olduğunu söyledi. (Bunun üzerine) hâkim şöyle dedi:
«–Oğlunuzla kızınızı evlendirin! Bu paradan ikisi için harcayın ve tasaddukta bulunun!»” (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Akdiye, 21; İbn-i Mâce, Lukata, 4)
Bu hadîs-i şerîfin yüce terbiyesiyle yoğrulan Osmanlı toplumunda da buradaki yüksek ahlâkın örnek alınmasının bir bereketi olarak aynı hâdisenin bir benzeri daha yaşanmıştır.
Rivâyet edilir ki;
Osmanlı’nın muvaffakiyet sebeplerini araştıran papazlar; bu muhakemeyi görünce, İslâm toplumunun kardeşlik ve helâl lokma hassâsiyeti karşısında hayrete düşmüş ve bu hâli muhafaza ettikçe bir toplumun yıkılmayacağını ifade etmişlerdir.
HİSSELER
- Dünya, âhiret karşısında bir hiçtir!
Esas hayat âhirettir. O sonsuz ecir veya Allah korusun ebedî cezâ yurdudur.
Dünya ise; fânîdir, mahduttur.
Âhirete îman; kalpte ne kadar kuvvetli yerleşirse, mü’min dünyada günah ve tamahlardan o derecede uzak durmaya muktedir olur.
Çünkü mutmain bir kalbe nâil olan bir mü’minin gözünde dünya küçülür, yegâne dert âhiret olur.
Kıssadaki tarla sahipleri de bu kalp kıvâmına sahip sâlih zâtlar olduğu için; dünya menfaatine değil, âhiret vebâline teksif olmaktadırlar.
Hâlbuki bu kıvâma eremeyenler, dünya malına tamah ederler. Fânî dünyalıklar onlar için çok süslü görünür. O fânî dünyalıklar için; mü’min kardeşleriyle çekişirler, kavga ederler, gönül incitirler. Mahkemelere üşüşürler.
Maalesef mîras sebebiyle birbiriyle mahkemelik olan kardeşlere, küçük anlaşmazlıklar için birbiriyle kavgaya tutuşan ortaklara çokça tesadüf edilmektedir. Ekseriyâ; “Hakkımı yedirmem!” mülâhazasıyla hareket edilmekte ve bu yolda sû-i zanlar ve benzeri şeytânî iğvâlarla kardeşlik zedelenmektedir. Hâlbuki; “Ya kardeşimin / ortağımın hakkına girmiş olursam?” endişesiyle hareket edilse, bu sû-i zanlar ve çekişmeler ortadan kalkardı. Bu kıssadaki gibi, birbirine ikramda bulunma yarışı sergilenirdi.
Gaflet ehli zanneder ki; mahkemeyi kazanırsa, hak onun olur. Hâlbuki hakikî hüküm, mahkemenin kararıyla alâkasız olabilir. Eğer mahkeme; rüşvetle, yalancı şâhit ve benzeri bâtıl yollarla hataya düşürülmüşse, dâvâ zâhiren kazanılsa dahî haram yenmiş olur.
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Ben de sizin gibi bir insanım. Siz dâvâlarınızın hâlli için bana geliyorsunuz. Bazınızın hüccet yönüyle, diğer bazısından daha iknâ edici olması sebebiyle ben; dinlediğime istinâden onun lehine hükmedebilirim. Kimin lehine kardeşinin hakkından bir şey hükmetmişsem (bilsin ki), onun için cehennemden bir ateş parçası kesmiş olurum.” (Buhârî, Şehâdât, 27, Mezâlim, 16; Müslim, Akdiye, 5)
Dünyayı gerçek mâhiyetiyle görebilenler; onu bir cîfe, bir çöp ve lâşe olarak idrâk ederler. Dünya malının ancak, âhirete sermâye kılınırsa kıymetli olduğunu fehmederler.
- Kul hakkı çok mühimdir
Kıssadaki kişiler, bir kul hakkına girmemek için büyük bir titizlik ve ferâgat ahlâkı sergilemektedir. Hâdiseyi menfaat için kendi lehlerine tefsir etmemekte; herhangi bir kul hakkına girmemek için, dâimâ muhataplarının lehine düşünmeyi tercih etmektedirler.
Bu hâl, sâlih insanların ahlâkıdır.
Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefâtından önce mü’minlere yaptığı son hitâbında şöyle buyurdular:
“Ey insanlar! Kimin üzerine geçmiş bir hak varsa onu hemen ödesin, dünyada rezil rüsvâ olurum diye düşünmesin! İyi biliniz ki, dünya rüsvâlığı, âhirettekinin yanında pek hafif kalır.” (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu emrini bizzat tatbik etti, şöyle buyurdu:
“Nihayet ben de bir insanım! Aranızdan bazı kimselerin hakları bana geçmiş olabilir.
Kimin malından sehven (bilmeyerek) bir şey almışsam, işte malım gelsin alsın!
İyi biliniz ki, benim katımda en sevimli olanınız, varsa hakkını benden alan veya hakkını bana helâl eden kişidir. Zira Rabbime, ancak bu sayede helâlleşmiş olarak ve gönül rahatlığı ile kavuşmam mümkün olacaktır…”
Bu sözleri dinleyen bir adam ayağa kalkarak;
“–Bir kişi, Siz’den istekte bulununca, ona üç dirhem vermemi emretmiştiniz, ben de vermiştim.” dedi. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Doğru söylüyorsundur. Ey Fadl bin Abbâs, buna üç dirhem ver!” buyurdu.
Sonra şöyle duâ etti:
“Allâh’ım! Ben, ancak bir insanım. Müslümanlardan kime ağır bir söz söylemiş veya onu incitecek şekilde vurmuşsam, Sen bunu onun hakkında temizliğe, ecre ve rahmete vesile kıl!” (Ahmed, III, 400)
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine bu helâlleşme esnasında; mübârek omuzlarını açarak;
“–Kime vurduysam gelsin vursun!” buyurdu. Bu şekilde bizlere bizzat nümûne-i imtisâl oldu.
TELÂFİ GAYRETİ
Sahâbe-i kiram efendilerimiz bu hassâsiyetle yaşadılar.
İyâs bin Seleme -radıyallâhu anh- babasından şöyle nakleder:
“Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- çarşıya uğradı. Elinde bir kamçı vardı. Kamçıyı bana doğru sallayarak;
«–Ortada durma, yolu aç!» dedi. Kamçı elbisemin ucuna geldi.
Ertesi sene tekrar karşılaşınca bana;
«‒Seleme, hacca gitmek ister misin?» diye sordu.
«–Evet!» deyince elimden tutup beni evine götürdü. Bana içinde 600 dirhem olan bir kese verdi ve;
«‒Bunları hac yolunda kullanırsın. Şunu bil ki bunlar sana salladığım kamçıya karşılıktır!» dedi.
Ben;
«‒Ey Mü’minlerin Emîri! Bahsettiğin kamçı meselesini hatırlayamadım?» dedim.
O da;
«‒Ben de hiç unutamadım!» dedi.” (Taberî, Târîh, IV, 224)
Gönlün incitilmemesi hassâsiyetiyle alâkalı olarak, Bezmiâlem Vâlide Sultan’ın vakfı da çok câlib-i dikkattir.
Bu vakıf vasıtasıyla; hizmetkârların çalıştıkları yerde kırdıkları veya zarar verdikleri eşya tazmin edilmektedir. Böylece müstahdemlerin azarlanıp haysiyetlerinin rencide edilmemesi, diğer taraftan da iş sahiplerinin çalışanlarını azarlayarak kul hakkı vebâline girmemesi sağlanmaktadır.
Vicdânî derinlik ve nezâkette ulaşılan bu ufka, acaba günümüzün materyalist ve menfaatperest insanının hayali bile ulaşabilir mi?
Tasavvufun gayelerinden biri, mü’mine bu mânevî derinliği kazandırmaktır.
Nitekim;
M. Sâmi Efendi Hazretleri; yüksek tahsilini tamamlayıp, memleketi Adana’ya dönmek arzusunda iken, Bâyezid Meydanı’nda bir Allah dostuyla karşılaşır. Bu zât Sâmi Efendi’ye; nereli olduğunu, İstanbul’da ne ile meşgul olduğunu sorar. Hazret, yüksek tahsilini tamamladığını ifade ederek durumunu arz eder. Bu Allah dostu ona;
“–Sizi yeni bir tahsile başlatmama müsaade eder misiniz?” der ve onu Koca Mustafa Paşa semtinde bulunan Kelâmî Dergâhı’na, yani M. Es‘ad Erbîlî Hazretleri’nin irşad mektebine götürür. Yolda sohbet ederken o Allah dostu, Sâmi Efendi’ye der ki:
“–Evlâdım! Senin bu zâhirî tahsilin kâfî değil! Sana, kişiyi iki cihan saâdetine götürecek esas tahsili tavsiye edeyim. Bu yeni başlayacağınız irfan mektebinin ilk dersi kimseyi İNCİTMEMEK’tir; son dersi de asla İNCİNMEMEK…
Yani Hâlık’ın şefkat nazarıyla mahlûkāta bakış tarzı kazanarak -ne hâl olursa olsun- hiç kimseye kırılmamak! Affedebilme olgunluğunun zirvesine erebilmek…”
Kalb-i selîmin üç vasfı da bu hakikati te’yid hâlindedir:
- Kalb-i selîmin ilk dersi, kimseyi kırmamak,
- Son dersi ise kimseye kırılmamak, yani affedebilmenin terbiyesini elde edebilmek,
- Dünya ile âhiret menfaatleri karşı karşıya geldiğinde âhireti ve Allah rızâsını tercih edebilmektir.
Hâsılı;
Bir mü’min kul hakkına girmemeye büyük gayret göstermelidir. Ancak girilmişse de helâlleşmek çok mühimdir.
Hakkına girilen kişi vefât etmişse ve maddî bir hak mevzubahis ise, ulaşılabiliyorsa vârislerine ödeyerek istiğfâr edilmelidir. Vârislerine ulaşılamıyorsa, hak sahibi adına tasaddukta bulunup bol bol istiğfâr etmek lâzımdır.
Bilhassa da unuttuklarımız ve farkında olmadığımız kusurlarımız sebebiyle;
رَبَّنَا لَا تُؤٰاخِذْنَا اِنْ نَس۪ينَا اَوْ اَخْطَاْنَا
“…Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma!..” (el-Bakara, 286) duâsına çokça devam etmeliyiz.
CENÂZENİN ARKASINDAN
Bir de vefât eden kişinin geride ödenmemiş borçlar ve haklar bırakması meselesi vardır.
Nitekim Peygamber Efendimiz, bir cenâze getirildiğinde bir akrabasını çağırtır ve sorardı:
“–Mevtâ üzerinde kul hakkı var mı? Borcu var mı?”
Cenâze namazını ona göre kılardı. Eğer kul hakkı var ise; ödenmezse, helâllik olmazsa onun namazını kıldırmazdı. Böylece hakların dünyada iken sahibine tevdî edilmesinin lüzumunu ashâbına öğretirdi.
Ebû Katâde -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, namazını kıldırması için bir adam(ın cenâzesi) getirildi. Ancak -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“–Onun üzerinde borç var, arkadaşınızın namazını siz kılın!” buyurdu.
Ben;
“–(Borç) benim üzerime olsun, ey Allâh’ın Rasûlü.” dedim.
“–Sadâkatle mi?” dedi.
“–Sadâkatle!” dedim.
Bunun üzerine cenâzenin namazını kıldı. (Tirmizî, Cenâiz, 69; Nesâî, Cenâiz, 67)
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in imkânları artınca, vefât edenlerin borçlarını bizzat üstlenip ödemeye başladı. O’nun müstesnâ cömertliğini ve şefkatini gösteren şu hadisleri bu hakikati bildirir:
“Ben her mü’mine kendi nefsinden daha ileriyim, daha yakınım. (Dolayısıyla) bir kimse ölürken mal bırakırsa, o mal kendi yakınlarına aittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana aittir; yetimlere bakmak da benim vazifemdir.” (Müslim, Cuma, 43; İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)
Günümüzde de cenâzelerde helâllik istenmekte ve oradaki cemaat tarafından helâllik verilmektedir. Ancak bu tatbikat, âdet yerini bulsun diye yapılıp bırakılmamalı; vefât edenin borçları ve hakları araştırılmalı, tespit edilip ödenmelidir.
Orta Asya’da Rasûlullah Efendimiz’in tatbikatı üzere; hocaefendilerin, borçlar ödenmedikçe cenâzeyi kıldırmadıklarını öğrenmiştim.
Mühimdir:
Kul hakkı, âhirete kalırsa hesabın nasıl görüleceği hadîs-i şerifte şöyle bildirilmiştir:
“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, nâmusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa, altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden evvel o kimseyle helâlleşsin.
Aksi takdirde; kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.)
Şayet iyilikleri yoksa zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” (Buhârî, Mezâlim, 10, Rikāk, 48)
Mahşer günü bir mü’minin kıymetli yegâne varlığı sevaplarıdır. Böyle iken; dünyada girdiği kul hakları sebebiyle, o sevaplarını kaybetmesi, hattâ üstüne başka günahları da yüklenmesi bir kul için ne fecî bir perişanlık ve hüsran olacaktır!..
Mîrasta bir haksızlık yapmak fecî bir kul hakkıdır. Öşür ve zekâtını ihmâl etmek, ciddî ve titiz bir şekilde hesaplamamak, yani hakkıyla vermemek de fukarânın kul hakkıdır. Gıybet de, en mühim kul haklarından biridir.
- Helâl lokma hassâsiyeti
Kıssadaki samimî mü’minleri bu şekilde davranmaya sevk eden, haram lokma korkusu ve helâl lokma hassâsiyetidir.
Bu hususta, Cenâb-ı Hakk’ın emri şöyledir:
وَكُلُوا مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّٰهُ حَلَالًا طَيِّبًاۖ
وَاتَّقُوا اللّٰهَ الَّذ۪ٓي اَنْتُمْ بِه۪ مُؤْمِنُونَ
“Allâh’ın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin ve kendisine îmân etmiş olduğunuz Allah’tan korkun!..” (el-Mâide, 88)
Bursevî Hazretleri bu âyetteki «helâl» ve «tayyib / temiz» kelimeleri hakkında şu îzâhatta bulunur:
“et-Te’vîlâtü’n-Necmiyye’de şöyle denilmiştir:
«Helâl, Allah Teâlâ’nın yenmesini mubah kıldığı şeydir. Tayyib ise içinde kul hakkı olduğu şüphesi bulunmayan ve sadece ihtiyaç için kullanılıp nefsânî arzuları tatmine âlet edilmeyen (lüks ve israfa sarf edilmeyen) şeydir.
Binâenaleyh;
Her tayyib helâldir. Fakat her helâl tayyib değildir.”
Bir lokmanın üzerinde göz hakkının kalması da, o lokmanın temizliğine halel getirir. Bu sebeple kadîm medeniyetimizde;
- Yemek satılan ve yenilen yerlerde, yiyecekler fukarânın gözü kalmasın diye teşhir edilmez ve bir perde ile muhafaza edilirdi.
- Fırınlara pişirilmeye götürülen börek ve benzeri gıdâların üzeri örtülür ve pişiren fırıncaya göz hakkı mutlaka ikrâm edilirdi.
Helâl ve temiz lokma, kalbi mâneviyatla besler. Haram ve şüpheli lokma ise mâneviyâta zehir saçar.
Bu hakikati bilenler, vücutlarına bir zerre haram ve şüpheli girmesindense ölmeyi tercih ederlerdi.
HARAM, CEHENNEME YAKIŞIR!
Ebûbekir Sıddîk -radıyallâhu anh-’ın bir hizmetkârı vardı. Bu hizmetkâr kazancının belli bir kısmını ona ikrâm eder, o da bundan yerdi. Yine bir gün hizmetkâr, kazandığı bir şeyi getirdi. Hazret-i Ebûbekir de ondan bir lokma aldı. Bunun üzerine hizmetkâr;
“–Her akşam bana kazancımın mâhiyetini sorardın, bu akşam sormadın.” dedi.
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-;
“–Çok açtım, sormayı unuttum; peki söyle bakalım, nasıl kazandın?” diyerek açıklamasını istedi.
Hizmetkâr hulâsaten;
“–Size ikrâm ettiğim bu yiyecek şüpheli idi. Size söylemeyi unuttum.” deyince Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, derhâl parmağını boğazına götürüp (bütün eziyetine rağmen) yediklerinin hepsini çıkardı ve;
“–Yazıklar olsun sana! Neredeyse beni helâk ediyordun!” dedi.
Kendisine;
“–Bir lokma için bu kadar eziyete değer miydi?” diyenlere de şu cevabı verdi:
“–Canımın çıkacağını bilseydim, yine de o lokmayı çıkarırdım. Çünkü Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
«Haramla beslenen vücudun müstehak olduğu yer, cehennemdir!» buyurdular.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 26)
Hazret-i Mevlânâ der ki:
“Bu seher benden mânevî feyiz, tulûat, sünûhat, ilham ve hikmet kesildi. Anladım ki vücuduma şüpheli birkaç lokma girdi. Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar. Aşk da merhamet de helâl lokmadan doğar. Eğer bir lokmadan gaflet meydana gelirse bil ki o lokma, şüpheli veya haramdır.”
Bahâeddin Nakşibend Hazretleri’nin bir talebesi bir defasında mânevî hâllerinin kaybolduğundan şikâyet etti. Hazret, talebesine;
“–Yediğin lokmaların helâlden olup olmadığını iyi araştır!” buyurdu.
Talebe gidip araştırdığında, yemeği pişirdiği ocakta helâl olup olmadığı şüpheli bir parça odun yaktığını anladı ve hemen tevbe etti.
Hızır -aleyhisselâm-’ın, Hak dostlarından Abdülhâlık Gucdüvânî -kuddise sirruhû-’yu ziyareti esnasında aralarında geçen şu konuşma da pek ibretlidir.
Hızır -aleyhisselâm-, Gucdüvânî Hazretleri’nin ikrâm ettiği yemekleri yemez ve sofradan kendisini geriye çeker. Abdülhâlık Gucdüvânî -kuddise sirruhû- hayretle;
“–Bunlar helâl lokmalardır; niçin yemiyorsunuz?” der.
Hızır -aleyhisselâm- ise şu cevabı verir:
“–Evet, helâl lokmalardır; lâkin pişiren, öfke ve gafletle pişirmiştir.”
Yani yenilen bir yemeğin helâl olup-olmamasının da ötesinde, hangi hâlet-i rûhiye içinde pişirildiğinin dahî bir ehemmiyeti var. Zira insanın hâl, hareket, muâmelât ve ibâdetlerinin rûhâniyetine tesir ediyor.
TESİR, NESİLLER BOYU…
Hayırlı evlâtlar ve müttakî nesiller husûsunda da helâl lokmanın ehemmiyeti vardır. Şu kıssa güzel bir misaldir:
Bir gece vaktiydi. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-; her zaman yaptığı gibi Medine sokaklarını gezmekteydi ki, ansızın durakladı. Önünden geçmekte olduğu evden dışarıya kadar taşan bir konuşmaya kulak misafiri olmuştu. Bir ana, kızına;
“–Kızım, yarın satacağımız süte biraz su karıştır!” demekteydi.
Kız ise;
“–Anacığım, halîfe süte su karıştırılmasını yasak etmedi mi?” dedi.
Ana, kızına çıkıştı:
“–Kızım, gecenin bu saatinde halîfe süte su kattığımızı nereden bilecek?!.”
Kalbi takvâ ile çarpan kız, anasının süte su katma hilesini yine kabullenmedi;
“–Anacığım! Diyelim ki halîfe görmüyor, peki Allah da mı görmüyor? Bu hileyi insanlardan gizlemek kolay, ama her şeyi görüp bilen Kâinâtın Hâlıkı Allah’tan gizlemek mümkün mü?..” dedi.
Hazret-i Ömer, bu kızın cevabını çok takdir etti. Onu sıradan bir sütçü kadının kızı değil, ihsan şuuruna sahip bir nasip bildi ve oğluna gelin olarak aldı. Beşinci halîfe olarak zikredilen meşhur Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-, işte bu temiz silsileden doğdu. (Bkz. İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 203-204)
Bugün evlâtların bedeni sıhhatli olsun, zihni açık olsun diye gıdâlarına dikkat ediliyor, vitaminler ve gıdâ takviyeleri yediriliyor, içiriliyor. Rûhun ve kalbin hayâtiyeti için ise, onlara helâl ve temiz lokma yedirilmesi zarûrîdir.
- Toplum huzuru
İslâm egoist, hodgâm / bencil insan istemez. Diğergâm, fedâkâr, cömert ve kardeşlik şuuruna sahip insanı yetiştirir.
Kıssadaki şahsiyetler; kul hakkı meselesi dışında da dâimâ kardeşlerini düşünen, onlar için fedâkârlık göstermeye hazır olan kâmil mü’minin timsalleridir.
Zira hadîs-i şerifte buyurulur:
“Sizden biriniz; kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de istemedikçe, (hakikî mânâda) îmân etmiş olmaz.” (Buhârî, Îmân, 7)
Bu îman kardeşliğiyle dolan bir toplumda; bir esnaf, komşusunun siftah yapamamasına üzülür. Îcâbında kendi müşterisini komşusuna gönderir.
Böyle bir toplum huzur ve muhabbetle doludur, rahmet ve bereketle doludur.
Günümüzün kapitalist / maddiyatçı, oportünist / fırsatçı, pragmatist / menfaatperest toplumu maalesef bu kıymet hükümlerinden çok uzaklaşmıştır.
Tam tersine, toplumdaki fertler; birbiriyle yarış hâlinde gövde gösterisine düşmekte, dünya süsü ve âlâyişiyle böbürlenme telâşına kapılmaktadır.
Böyle bir toplum ise; kin, haset ve nefret duygularıyla kasvetli bir cemiyete dönüşmekte, bereket ortadan kaybolmakta, vicdanlar kurumaktadır.
Fert ve cemiyet hâlinde huzur istiyorsak bunun yegâne yolu, Kur’ân ve Sünnet’in muhteşem ölçülerini, ahlâk-ı hamîdeyi yaşama gayretindedir.
Rabbimiz muvaffak buyursun.
Yâ Rabbî!.. Bizlere helâl ve temiz rızık nasîb eyle!.. Haram ve şüphelilerden muhafaza buyur!.. Kalplerimize kardeşlik duygusunu, cömertlik ve fedâkârlığı sevdir!..
İnâyet eyle yâ Rabbî!..