DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
KUR’ÂN-I KERÎM İLE İSTİKÂMETLENME MEVSİMİ: ÜÇ AYLAR
Kardeşler!
Bilhassa bu üç aylar, yine Kur’ân-ı Kerîm ile istikâmetlenme ayı.
Kur’ân-ı Kerîm bir mü’minin kalbinde tecellî ettiği zaman, onu fazîlette zirve bir şahsiyet ve Cennet yolcusu eyler.
Kur’ân-ı Kerîm, Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir lûtfu, mûcizevî bir kitap, Cenâb-ı Hakk’ın kitabı.
“Bütün ins ve cin birleşin diyor, benzerini meydana getirin, bir gücünüz varsa.” diyor. (Bkz. el-Bakara, 23) Yok, cevap yok. Kıyâmete kadar da cevap yok.
Kur’ân-ı Kerîm’i, Peygamber Efendimiz’e Cebrâil getirdi âyet âyet.
Kur’ân-ı Kerîm’i taşıması bakımından Cebrâil, meleklerin en fazîletlisi oldu.
Kur’ân-ı Kerîm, gönüller sultânı, peygamberler sultânı Efendimiz’e indi. O, öncekilerin, bütün peygamberlerin seyyidi oldu ve “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (Âlemlere Rahmet) oldu.
Kur’ân-ı Kerîm, ümmet-i Muhammed’e geldi. Bu ümmet, yani bizler, lâyık olabilirsek, ümmetlerin en hayırlısı oldu, ümmet-i merhûme oldu, rahmet ümmeti oldu.
Kur’ân-ı Kerîm, Ramazân-ı Şerîf’te inmeye başladı. O ay, ayların en hayırlısı oldu. Af ve mağfiret ikklimi oldu Ramazân-ı Şerîf.
Kur’ân-ı Kerîm, Kadir gecesi indi. O gece bütün gecelerin en hayırlısı, en faziletlisi oldu. Bin ayın ötesine geçti fazîlet bakımından.
Onun için Efendimiz buyuruyor:
“Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir.” (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 21)
Yani Kur’ân’ı yaşayan ve Kur’ân’ı yaşatan.
Efendimiz minbere çıktı. Üç sefer, “âmîn, âmîn, âmîn” buyurdu.
Sahâbî dediler ki:
“–Bir muhatap yok dediler, neye âmîn dediniz yâ Rasûlâllah?”
Efendimiz buyurdu ki:
“–Melek geldi, Cebrâil geldi. Ümmetimin üç hususta îkâzını istedi. Birincisi:
Annesi-babası, ikisinden birisi yanında yaşlanır da onları râzı ederek Cennet’i kazanmayan kimse rahmetten uzak olsun.” dedi.
Yani anne-babası yaşlanır da muhtaç olur, onlara hizmetten uzakta kalan. O, rahmetten uzak olsun dedi.
Nasıl bir merhamet dîni!.. O seni küçükken büyüttü, senin için yemedi, içmedi, uykusuz kaldı, büyüttü. Bilhassa yeni evlenen gençlere çok îkaz etmek lâzım.
İkincisi:
“Yâ Rasûlâllah! sen’in ismin yanında zikredilip de salevât-ı şerîfe getirmeyen kimse de rahmetten uzak olsun.”
En büyük nîmet. Allâh’ın en büyük nîmetinin şaşkınlığı içinde, farkında değil.
Cenâb-ı Hak:
“Allah ve melekleri Peygamber’e çok salevat getirir. Ey mü’minler! Siz de O’na salevat getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56)
Üçüncüsü:
“Ramazân-ı Şerîf’e erişir, günahlarından affedilmeden çıkar, o da rahmetten uzak olsun.” (Bkz. Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545)
Yani rahmetin tuğyân ettiği bir arefe aylarındayız. Demek ki -inşâallah- öyle bir Ramazân-ı Şerîf Cenâb-ı Hak lûtfeder, geçirir ki, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin tecellîsine müstağrak oluruz.
Tabi burada borçlar, kul hakları vs. bunlar dışında bunun. Onlar ancak karşılıklı ödenecek yahut da kıyâmete kalacak, orada onun sevapları alınacak, ona verilecek, onun günahları da ona şey olacak…
Efendimiz buyuruyor:
“Ben dokuz şeyle emrolundum. Size de bu dokuz şeyi tavsiye ederim.” buyuruyor. Allah bana emretti dokuz şeyi, ben de size tavsiye ederim buyuruyor.
Birincisi:
“Konuşmam zikirdir…” (Bkz. İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi, XVI, 252, hadis no: 5838)
Cenâb-ı Hak âyette:
“Onlar ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken Allâh’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını derinden derine tefekkür ederler. Yâ Rabbi! Sen Sübhan’sın, boşuna yaratmadın, bizi Cehennem azâbından koru derler.” (Âl-i İmrân, 191)
Demek ki “konuşmam zikirdir”.
Bu hâli, ilâhî azametin, ilâhî kameranın altında olduğunu kul unutmayacak, Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacak. Nereye bakarsa baksın, Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak. Her şey kâinatta, zerreden küreye, Cenâb-ı Hakk’ın şâhidi.
Konuşurken de Kur’ân lisânıyla konuşacak:
قَوْلًا كَرِيمًا (Bkz. el-İsrâ, 23)
قَوْلًا مَيْسُورًا (Bkz. el-İsrâ, 28)
قَوْلًا مَعْرُوفًا (bkz. el-Ahzâb, 32)
قَوْلًا لَيِّنًا (Bkz. Tâhâ, 44)
Cenâb-ı Hak misaller veriyor; muhataplara göre sen nasıl konuşacaksın?
İkinci; Efendimiz buyuruyor:
“Benim sükûtum tefekkürdür.” buyuruyor.
Demek ki kul dâimâ tefekkür hâlinde olacak.
Cenâb-ı Hak:
“…Ey akıl sahipleri, Ben’den ittikā edin.” (el-Bakara, 197) buyuruyor.
اَفَلَا تَعْقِلُونَ buyuruyor.
“Aklınızı kullanmıyor musunuz?” buyuruyor. (Bkz. Âl-i İmrân, 65; el-A‘râf, 169; el-Bakara, 44, 76; el-En‘âm, 32…)
Kâinat, ilâhî bir laboratuvar. Bu cihan, insan gelmeden hazırlandı. Sırlar ve hikmetler insana sergilendi.
اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ buyuruyor. “…Hiç tefekkür etmez misiniz, düşünmez misiniz.” (el-En‘âm, 50) buyuruyor.
اَفَلَا تَتَذَكَّرُونَ : “…İbret almıyor musunuz?” (el-En‘âm, 80; es-Secde, 4) buyuruyor.
اَفَلَا تَتَّقُونَ : “…Hâlâ sakınmayacak mısınız?” (el-A‘râf, 65; el-Mü’minûn, 23, 32, 87; Yunus, 31) buyuruyor.
Diğer, üçüncü:
“Nazarım ibrettir.” buyuruyor.
Cenâb-ı Hakk’ın… Hiçbir örneği yok hiçbir yaratılan şeyin. Bir sineği alın, bir karıncayı alın, bir virüsü alın, bir deve, bir şeye kadar. Hepsinin yaratılış şekli ayrı. Gıda şekli ayrı. İnsanın durumuna göre.
Bir deve, bir çöl ikliminde. Kutuplardaki ayrı vs. ayrı.
Ve kalp bir ibret nazarıyla… Yani nasıl Yunus Emre sarı çiçekle konuşuyor, kalp de öyle bir şey olacak ki, her şeyde kalp ilâhî vitrinleri seyredecek. İlâhî vitrinleri seyrettiği zaman her gördüğü şey de ona bir hâl lisanıyla konuşacak.
Sahâbe öyleydi. Bir fırından geçerken bayılacak hâle gelirdi. Cehennem’i düşünürdü. Bir çiçek bahçesinden geçerken Cennet’i… Her gördüğü şeyden ashâb-ı kirâm bir ibret ve bir ders alırdı.
Diğer bir husus:
Efendimiz buyuruyor ki:
“Gizli ve âşikâr hâlim, haşyetullah.”
Kul, havf ve recâ, korku ve ümit arasında olacak. Hem Cenâb-ı Hakk’ı çok sevecek, hem de yaptıklarını eksik görerek, gaflet içinde olduğu için; Cenâb-ı Hakk’a ilticâ hâlinde olacak. Fânîliğini unutmayacak.
كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ
(“Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak.” [er-Rahmân, 26]) buyruluyor. Ölüme hazırlık hâlinde olacak.
اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ buyruluyor.
“…Kulları içinden ancak âlimler Allah’tan korkar…” (Fâtır, 28)
Bu iki ilme, zâhirî ilme, bâtınî ilme sahipsen, ne oluyor; havf ve recâ arasında bir hayat tarzı meydana geliyor. Misalleri çok.
Öfke ânında doğruyu söylemek. Yamulmamak, eğrilmemek. Dâimâ bir hakkın temsilcisi olabilmek. Hakkı tevzî edebilmek.
Cenâb-ı Hak:
“Onlar, bollukta ve darlıkta (bütün insanlar için, darlıkta olan da Allah için) infak eder, gayzlarını (öfkelerini) yutarlar…” (Âl-i İmrân, 134) buyuruyor.
Altıncısı:
“Fakirlikte ve zenginlikte iktisat.”
“Bu mal benim değil, bu mal Allâh’ın.” Bu idrak içinde olacak kul.
İktisâdımız kadar infak edebiliriz.
Mevlânâ’nın çok tekrarladığımız şeyi vardır:
“Şems, bana bir şey öğretti (onu da zihne değil, kalbe öğretiyor) dünyada bir tek üşüyen varsa sen (Celâleddîn) ısınma hakkına sahip değilsin dedi. (Bana bunu öğretti.) Ben de biliyorum ki yeryüzünde üşüyen kimseler var, artık ben ısınamıyorum.” buyuruyor.
Velhâsıl mü’min, esen rüzgârlardan daha müşfik olacak.
Yağan yağmurlardan daha cömert olacak. Güneş gibi her kuytuyu aydınlatacak. Her an Allah rızâsını arayacak ve etrafına huzur tevzî edecek.
Diğer bir husus:
“Haksızı affedebilmek.”
Bunun da asr-ı saâdette çok misallerini görüyoruz.
Gelmeyene gitmek. Küsmek yok. Dâimâ fazîlet tevzî edecek.
“…Siz gerçek mü’minlerseniz Allah’tan korkun, aranızı düzeltin.” (el-Enfâl, 1) buyruluyor.
Bir mü’minin kalbinde diğer mü’mine karşı bir burûdet olmayacak.
Vermeyene vermek. Yine âyet-i kerîmede:
“…Sen kötülüğü en güzel şekilde önle! O zaman seninle aranda düşmanlık bulunan kimse sana candan dost olur.” (Fussilet, 34) buyruluyor.
Bugün biz, Rasûlullah Efendimiz’i tanıyabilirsek; neyle bu da; ibadetle, muâmelâtla, muâşeretle tanıyabilirsek, O’nun gönül âleminden bize hisseler gelebilir, O’nunla biz yaşayabilirsek, O yarın Mahşer günü O da bizi tanır. Gönlümüz O’nu görecek kıvamda olursa O da bizi kıyâmet günü O da bizi tanır.
Kısacası O’na her hâlimizle tâbî olalım ki, O da bize şefkatiyle -inşâallah- tecellî eder.
Cenâb-ı Hak bize buyuruyor âyet-i kerîmede, Bakara Sûresi’nde:
“…Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun…” (el-Bakara, 143) buyuruyor.
Uyanmak!.. Ölmeden evvel uyanmak… Ölümle herkes uyanacak. Fakat iş, mârifet; ölmeden evvel uyanabilmek…
Velhâsıl ecel rüzgârlarıyla savrulan ömür harmanında Hak’tan gâfil olanlara ne arkasında bıraktıkları dünya ağlar, ağladı onlara, ne de karşılarına dikilen âhiret onlara gülüyor. Onlar tarihin çöplüğünde silinip geçti gitti. Allah dostları ise, dost olan ise, Cenâb-ı Hak onları unutturmuyor. İşte (Ebû) Eyyûb el-Ensârî Hazretleri. Bugün bizim ziyaretçimiz ne kadar, (Ebû) Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin ziyaretçisi ne kadar?
Cenâb-ı Hak kulunu seviyor. Onu vefatından sonra dahî onu unutturmuyor. Kıssalarıyla, ziyaretleriyle, onu dâimâ kullarına hatırlatıyor.
Güç-kuvvet varken yapılan ibadetler, muâmelâtlar çok mühim. Zaman olur, insan güçten-kuvvetten kesilir. Felç gelir, yorgunluk olur, ihtiyarlık artar. Yine Cenâb-ı Hak güç-kuvvet varken yaptığı ameller gibi aynı amelleri(n ecrini) devam ettiriyor. Cenâb-ı Hak:
اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ buyuruyor. “…Tükenmeyen bir ecir vardır.” (Fussilet, 8; el-İnşikāk, 25; et-Tîn, 6)
Yani güç-kuvvet yerindeyken, ecirleri artırmak lâzım ki, yarın eğer seyahatlerde, yorgunluklarda, hastalıklarda îfâ edemezsek, Cenâb-ı Hak aynı ecri ihsân ediyor.
Velhâsıl kardeşler!
Cenâb-ı Hak -inşâallah- burada bizi topladığı gibi, cem ettiği gibi -inşâallah- kıyâmet gününde cümlemizi -inşâallah- Efendimiz’in, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in civârında cem eyler -inşâallah-.