Kur’ân’ın Telkin Ettiği KÂMİL İNSAN HÜVİYETİ

Ebedî Fecre

Yıl: 2009 Ay: Haziran Sayı: 52

İKİ BÜYÜK REHBER

Allah insanı sevdiği için cenneti yarattı. Sonra da onu cennet nimetlerini idrâk edebilecek kıvâmı kazanma imtihanı için dünyaya gönderdi.

Aynı zamanda bu imtihanı da;

İnsanın kalb-i selîm ve kalb-i münîbe nâil olabilmesi için takdir buyurdu.

Bunun içindir ki;

İnsanın yaratılışının yegâne gayesi, Cenâb-ı Hakk’ı gönülde muhabbetle tanımak ve îmânın aşk ve lezzetiyle O’na kulluk etmektir.

Fakat;

Adı «ünsiyet ve nisyan» kökünden gelen insan, dünya ve nefsânî temâyülleri ile ünsiyet neticesinde yaratılışının gayesini unutabilmektedir.

Bu itibarla insanoğlu; fıtraten îmâna, güzel hasletlere mütemâyil ise de kendisine yaratılış gayesini hatırlatacak, nefsânî arzularını bertaraf edecek, kendisini cennete dönüş imtihanında eğitecek, terbiye edecek rehberlere muhtaçtır.

Çünkü cennete dönüş yolu;

İnsanı yaratan Cenâb-ı Hakk’ın insandan istediği husûsiyetlerin tahsiliyle mümkündür. Bu husûsiyetleri bildirmek ve onların nasıl tahsil edileceğini öğretmek üzere Kur’ân-ı Kerim ve Hazret-i Peygamber bizlere iki muazzam rehber olarak ihsân edilmiştir. İkisi de mahzâ ilâhî lütuf ve müstesnâ birer ikrâm-ı ilâhî…

Kur’ân-ı Kerim…

Kelâmda tecellî eden ilâhî sanat hârikası…

Hâiz olduğu ilâhî nur sayesinde, hayatı beşikten mezara ve oradan da âhiret âleminin gaybî hakikatlerine ve esrârengiz teferruâtına kadar aydınlatmakta ve hakikî hayat yolcularına rûhânî ve nûrânî rehberlik etmekte olan ilâhî kelâm, son kitabullah, eşsiz bir mânâ cihanı…

HER YÖNÜYLE;

Kur’ân âyetleri, tarihî karanlıklara ışık tutan, çözülmez muammâları açan, dünya ve âhiret hayatını bahar hâline getiren mûziceler ülkesidir.

Bizlere ibretler, sırlar ve hikmetler yağdırmakta, istikbâlimize ait nice hayatî ve içtimâî dersler vermektedir.

Kur’ân; beşer sözü değil, beşeriyete aczini tebliğ eden Hak sözü ve Hakk’ın mûcize hitâbıdır.

Beyân etmektedir ki;

Meçhullerle çevrili hayat yolcusuna huzur ve saâdet kapısı İslâm’dadır.

Müslümanlık, cihana hikmet gözü ile bakmayı emretmekte ve hayatın gayeli takip olunmasını istemektedir.

Hatırlatmaktadır:

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 115)

“İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?” (el-Kıyâme, 36)

Bu ilâhî hakikate göre; insanın, beşikle tabut arasındaki münasebeti idrâk edemeden ve;

“Ben kimim? Nereden geldim? Kimin mülkündeyim? Yolculuk nereye?” sorularının cevaplarını vicdanında alamadan yaşaması, insanlık haysiyeti bakımından ne korkunç bir zâfiyettir.

Aynı şekilde;

Arkasında hazin bir hâtıralar yığını çizerek ölüm ufkunda kaybolan insanın hayat macerası ne büyük bir hüsran ve aldanıştır!

HAKİKAT ŞU Kİ;

Bu meçhul ve mahzun mezar yolculuğumuzun şeb-i arûs / düğün gecesi hâline gelmesi, ancak Kur’ân ve Sünnet’in rûhâniyeti ile yaşanan bir ömür iledir.

Böyle bir ömrün, yegâne örneği de hiç şüphesiz ki bütün insanlığa ve bilhassa mü’minlere üsve-i hasene / emsalsiz örnek şahsiyet olan Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’dir.

Çünkü;

Kur’ân-ı Kerim; Cenâb-ı Hakk’ın istediği kâmil insanın ölçülerini, Allâh’ın hoşnut olduğu insanın vasıflarını beyân ederken; Rasûl-i Ekrem Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de, o ulvî ölçüleri 23 senelik nübüvvet ömrü içinde bizzat hayata geçirmiştir. Unutmamalı ki;

Cenâb-ı Hak; O’nu, insanda tecellî eden bir sanat hârikası olarak beşeriyyete armağan etti.

Cihanı O’nunla nurlandırdı.

Neticede;

Kısa bir zaman içerisinde O’nun terbiyesinde öyle bir asr-ı saâdet toplumu teşekkül etti ki, Hak dâvâlarına şahit tutuldu. Cihanlara örnek oldu.

Bu sebeple Cenâb-ı Hakk’ın kelâmı Kur’ân-ı Kerim ve Allâh’ın Habîb-i Edîbi Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-

 bizler için Cenâb-ı Hakk’ın istediği kâmil insan hüviyetini tarif eden yegâne rehberlerdir. Bir başka tabirle;

İLÂHÎ ZİYAFET SOFRALARI

Kur’ân-ı Kerim ilâhî muhafaza teminatı altında bir harfine dahî tahrif gölgesi düşmeden kıyâmete kadar, ona muhtaç olanlara ikram hâlinde Cenâb-ı Hakk’ın mânevî bir ziyafet sofrasıdır. Cenâb-ı Hak, dört kitap göndermiştir. İçlerinden yalnız Kur’ân-ı Kerim hakkında onun kıyâmete kadar Cenâb-ı Hakk’ın muhafazası altında olduğu bildirildi. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Kur’ân’ı kesinlikle Biz indirdik; elbette onu yine Biz koruyacağız.” (el-Hicr, 9)

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in sünnet-i seniyyeleri, yani fem-i mübâreklerinden sâdır olan gönle şifâ kelâmları, her hâlükârda sergiledikleri müstesnâ hâl, tavır ve hareketleri de ashâb-ı kirâmın, tâbiîn, tebe-i tâbiîn ve onlara ihsan ile tâbî olan sâlih ilim ve irfan erbâbının gayretleriyle hem sadırlarda, hem satırlarda nakış nakış, çiçek çiçek günümüze intikal etmiştir.

Hükmü kıyâmete kadar bâkî olan, kendisinden sonra peygamber gelmeyecek olan Hâtemü’l-Enbiyâ -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, böylece her asırda mü’minlerin rehberi olmaktadır.

O hâlde;

BİZE DÜŞEN;

Bu muazzam ilâhî ikramlardan istifade edebilmektir…

Bizlere düşen insanoğlunun en mühim eğitimi olarak, bu Kur’ânî ve nebevî mesajları tahsile gayret etmektir.

Mü’minlere düşen; bir arı gibi Kur’ân ve Sünnet bahçesinin güllerinden en güzel hasletleri toplayarak insanlığa, ümmete ve gelecek nesillere faydalı, tertemiz, şifâlı bir İslâm şahsiyeti mîras bırakmaktır.

Anne-babaların evlâtlarına bırakabilecekleri en büyük servet ve mîras, onları İslâm ahlâkıyla yetiştirme gayretinde olmaktır.

Dünyada umûmiyetle evlâtlar, anne-babaya muhtaçtır. Anne-babaların bakımına, sevgisine, alâkasına, yardımına, tesellisine her yaşta muhtaçtır. Kıyâmette ise anne-babalar evlâtlarına muhtaç olacaktır. Çünkü ebedî huzur ve saâdete erişme husûsunda evlâtlarının şefâatçi olmasına ihtiyaç duyacaklar. Tabiî ki onları sadaka-i câriye vasfında yetiştirmişlerse… Hayır-hasenât ile tezyin etmişler ise…

Bunun için Kur’ân ve Sünnet’i, onlarda reçeteler hâlinde insanlığın istifadesine ikrâm edilmiş olan ilâhî tâlimatları tahsil etmek îcâb eder. O tâlimatların bütünü; hikmet nazarıyla okunduğunda, bazı temel esaslar temâyüz eder.

İşte Kur’ân’ın ve Kur’ân ahlâklı kâmil insan Peygamber Efendimiz’in inşâ ettiği mükemmel saraydan, beşer idrâkine sunulan;

TEMEL DİREKLER…

Yani;

• Allâh’ın râzı olduğu mü’min bir kulun;

• Cenâb-ı Hak ile…

• Peygamber Efendimiz ile…

• Mü’min kardeşleri ile…

• Mahlûkat ile ve eşya ile münasebetlerindeki temel ölçüler…

Bu ölçüler ile yoğrulmak; kendimizi, neslimizi ve toplumumuzu bunlarla inşâ etmek, cennete dönüş imtihanımızın yegâne şartı.

Bu bakımdan;

Kur’ân’ın telkin ettiği kâmil insanın ilk husûsiyeti;

CENÂB-I HAK İLE
BERABERLİK

Esmâ-i hüsnâsından biri Karîb/yakın olan Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmelerde buyurur:

“Kullarım Sana Ben’den sorarlarsa (bilsinler ki) Ben çok yakınım…” (el-Bakara, 186)

“Nerede olursanız O sizinle beraberdir.” (el-Hadîd, 4)

İnsan, maddeten Rabbine sonsuz mesafelerde uzak iken O, kuluna حَبْلِ الْوَر۪يدِ  مِنْ / şahdamarından daha yakın.

Mü’minin, bu beraberliğin ve yakınlığın şuurunda olması zarûrîdir. Bir Allah dostu bu husûsa dikkatimizi ne kadar zarif bir şekilde çekmiştir:

Vaktiyle bir vâiz kürsüde vaaz ediyor, Cenâb-ı Hakk’ın âhirette soracağı sualleri teferruâta dalarak uzun uzun anlatıyordu. Cemaatin içinde bulunan Şeyh Şiblî Hazretleri onca tafsilâta rağmen, meselenin özüne dikkat çekilmediğini görünce vâize şöyle seslendi:

“Vâiz efendi! Suallerin en mühimini unuttunuz! Allah Teâlâ kısaca soracak ki: «Ey kulum! Ben her an seninleydim, ya sen kiminleydin?»”

Bu sual, hakikaten, bütün âhiret hesabının hülâsasıdır. Çünkü Rabbimiz’in her an bizimle olduğu, bizden, yaptıklarımızdan, hattâ kalbimizden geçenlerden haberdar olduğu şuuruna varmak; bu idrâkin şekillendirdiği bir hayat sürmenin ve âhiret hesabından da yüz akı ile çıkmanın anahtarıdır.

Aksi hâlde insan; bütün yaldızlı fânîliği ile dünya ile ünsiyeti neticesinde, yaratılış gayesi gibi, Allâh’ın her an kendisine muttalî olduğu gerçeğini de nisyâna kurbân eder.

Peki,

Allah ile kalbî beraberliğin yolu nedir?

Rabbimiz, ebediyet rehberimiz olan Kur’ân-ı Kerim’de ferman eder:

«SECDE ET VE YAKLAŞ!»

Rabbimiz, bu emirle, yani;

“Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) fermânıyla iki husûsa dikkat çeker:

1. İnsanoğlu, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşma iştiyak ve gayreti içinde olmalıdır.

2. Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmanın yolu, ihlâslı bir şekilde ibâdet etmektir.

Bu dünya hayatında Allâh’ı kaç kere anarsak, yarın âhirette ilâhî vuslatlara o sayıda nâil olacağız. Burada geçireceğimiz gaflet demlerinin, yarınki ebedî hayatımızda hasret cehennemi olacağını asla unutmamalıyız. Bundan dolayıdır ki, İslâm dîninde zikr u tesbîhat mühim bir ibâdet olarak tespit buyurulmuştur.

Çünkü;

Zikir; kalplerin cilâsı, gönül âleminin baharı, ruhların güneşi ve hayatıdır. Hak âşıklarının zikirsiz geçen saatleri, onlar için hüsran demleridir.

Bir sahâbî, Peygamber Efendimiz’e:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! İslâm’ın hükümleri çoğaldı; bana öyle bir amel söyle ki, ona yapışayım.” dedi.

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de;

“–Dilin dâimâ Allâh’ın zikriyle ıslak olsun.” buyurdu. (Ahmed, IV, 188)

Bu kıvâma erenlerin nâil olacağı ilâhî lutfu ifade sadedinde Cenâb-ı Hak, bir hadîs-i kudsîde buyurur ki:

“Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli herhangi bir şeyle Bana yakınlık kazanamaz. Kulum Bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibâdetlerle durmadan yaklaşır, nihayet Ben onu severim. Kulumu sevince de Ben onun (âdetâ) işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, akleden kalbi ve konuşan dili olurum.” (Bkz. Buhârî, Rikāk, 38; Ahmed, VI, 256; Heysemî, II, 248)

İşte bu mazhariyetin sırrı;

SAMİMÎ SECDELER…

Kulun Cenâb-ı Hakk’a en yakın ânı olan secdeler; muhabbetle dolu bir teslîmiyetin, itaatin; zeminlere kapanmak sûretiyle, tevâzu ve mahviyet içerisinde sergilenmesi…

Secde; mü’mine verilmiş ne büyük bir hediye, ne muazzam bir lütuf! Bu bakımdan samimiyetle secdeye kapanmak, -kıymeti idrâk olunabilse- ne büyük bir nasip!

Bu maiyyet ve akrabiyyeti, yani beraberlik ve yakınlığı en güzel sûrette yaşayan ve sergileyen kullar, Allâh’ın elçileridir.

Bilhassa Peygamberler Sultanı Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-…

O hâlde bir mü’minin Cenâb-ı Hakk’a yakınlık tahsil edebilmesi için zarûrî olan hususlardan biri de;

PEYGAMBER EFENDİMİZ İLE BERABERLİK…

Peygamber Efendimiz, âlemlere rahmet…

Cenâb-ı Hak, O’nu üsve-i hasene / en güzel örnek olarak göndermiş… O örnekten en güzel şekilde istifade edebilecekler de Allâh’a ve âhiret gününe kavuşma iştiyâkıyla yanarak Allâh’ı çokça zikredenler olarak beyân edilmekte:

“Andolsun ki, sizden Allâh’a ve âhiret gününe kavuşacağını uman ve Allâh’ı çok zikreden (mü’min)ler için Rasûlullah’ta üsve-i hasene (en mükemmel bir örnek) vardır.” (el-Ahzâb, 21)

Zaten Varlığın Nûru, Kâinâtın İftihar Vesilesi, İnsanlığın Seyyidi -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’i; insanların mü’minleri ve melâikeden başka, cemâdat, nebâtat ve hayvanat âlemleri de Allâh’ın Habîbi olarak bilmiş, tanımış ve hürmet ile O’nun şefkat kanatlarına sığınmıştır.

Taşlar O’nu selâmlamış, gökteki ay emrine teslîmiyetle ortadan ikiye ayrılmış, ağaçlar ayağına koşmuş, hurma kütüğü O’nun hasret ve hicrânıyla inlemiş, mazlum mahlûklar O’na dert yanmıştır…

Diğer taraftan O;

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” buyurdu. Kişi sevdiğine benzer. Sahâbe O’na benzemek için her şeyi fedâ etti. O da, hep ümmeti ile beraber oldu. İsrafil’in sûru üfürülünceye kadar; “Ümmetî, ümmetî!” diyeceğini beyân etti.

Öyleyse;

Duyarlı bir gönülle düşünmeliyiz:

 O -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, bu denli bizimle beraberken acaba bizler O’nunla ne kadar beraberiz? O bizim ne kadar gönlümüzde? O’nu acaba bazı yerlerde unutuyor muyuz?

Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi, her mü’min; Allah Rasûlü’ne karşı muhabbetini, o içli içli ağlayan hurma kütüğüyle mîzân etmek durumundadır.

İşte sahâbe-i kiram!

Onlar, bu hususta devamlı bir muhabbet muhasebesi içinde olduklarından her biri, fazîletler medeniyetinin ilk halkasını teşkil eden dâsitânî bir hayat yaşadı. O’na sonsuz bir muhabbetle müzeyyen gönülleri bir ömür;

O’NUN HÂLİYLE HÂLLENDİ…

Ashâb olan bahtiyar kullar; Efendimiz’in bilhassa tebliğ ömrünü öylesine hayat düstûru edindi ki, hidâyet kafileleri, dünyanın dört bir tarafına yayıldı. Hazret-i Peygamber’e her şeyleriyle pervâne o yürekler, bir taraftan Atlas Okyanusu’na, bir taraftan Çin’e kadar merhamet ve hizmet kanatlarını gerdi. Medîne-i Münevvere’de yüz yirmi bin sahâbîden ancak yirmi bini medfun. Onların gönüllerinde; Allah ve Rasûlü’nün muhabbetiyle, insanlığın hidâyeti ve ebedî felâhı için gayretler bir lezzet hâline geldi. Hiçbirinin rûhu hizmetten yorulmadı, gönüllerine de bezginlik gelmedi.

Onların gerçekleştirdiği muazzam gayret ve muhteşem başarıların tamamı;

Peygamber Efendimiz ile beraberlik arzusu ve bu arzunun büyük bir coşkuyla fiiliyâta geçmesinin neticeleriydi.

Biliyorlardı ki;

Cenâb-ı Hakk’ın, insân-ı kâmil hüviyetine ulaşmayı hedefleyen bir mü’minden istediği kulluk, sadece ibâdetlerden ibaret değildir. Cenâb-ı Hak, insanı tek başına değil; kadın ve erkek, anne-baba, çocuk, aileler, kabileler, milletler, ümmetler hâlinde cemaat ve cemiyet içerisinde imtihan etmektedir. Bu sebeple insanın Cenâb-ı Hakk’ın dostluğuna erme ve cennete dönme imtihanında; muâmelâtın, beşerî münasebetlerin ve kul haklarının da büyük bir ehemmiyeti vardır.

Biliyorlardı ki;

Cenâb-ı Hak; insanları, başta ana-baba ve evlât olmak üzere çeşitli münasebetler içerisinde birbirine zimmetlemekte, güzel bir toplumun inşâ edilmesini fert fert herkesten talep etmektedir.

Biliyorlardı ki;

Bir mü’min, yaşadığı toplumun gidişâtından kendini mes’ul görmelidir.

ONLAR BİLİYORLARDI Kİ;

Güzel bir cemiyetin tesisi için Cenâb-ı Hakk’ın bizlere tâlim buyurduğu istikamette yürümek şart!

Ve yine Cenâb-ı Hakk’ın bu yolda öğrettiği şu duâyı bütün vecîbelerini yerine getirerek her hâlleriyle yaşıyorlardı:

رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا

قُرَّةَ اَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّق۪ينَ اِمَامًا

“Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!” (el-Furkān, 74)

Demek ki bütün nesillerden, Cenâb-ı Hakk’ın arzusu;

TAKVÂ TOPLUMU…

Dünya ve âhiretlerini Hakk’a adamış, nefsâniyetinin hoyratlığını bertarâf etmiş bir takvâ toplumu…

Bunun için nesil nesil bütün ehl-i îmânın vazifesi;

Huzurlu, göz nûru bir aile hayatı içerisinde, takvâlı nesiller yetiştirmek… Şahsiyet tevzî eden, İslâm’ın güler yüzünü aksettiren, takvâ hayatı ile hayran bırakan kâmil mü’minler ve onların saâdete eriştiren yolundan giden nesiller…

 Emr bi’l-mâruf, nehy ani’l-münker şuuru ile hep en güzeli arayan, birbirine hakkı tavsiye eden, merhameti tavsiye eden, sabrı tavsiye eden hayırlı bir cemiyet…

Cenâb-ı Hak, mü’minlere böyle bir ümmet olmayı bir vazife hâlinde şöyle telkin etmektedir:

“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allâh’a inanırsınız.” (Âl-i İmrân, 110)

Mâlûm;

Toplumlar fertlerden oluşur. Fertlerin teşkil ettiği en küçük birim, bir başka tabirle cemiyet dokusunun hücreleri de ailedir. Cenâb-ı Hakk’ın yeryüzünde şahitleri olacak bir ümmetin inşâsı için, aile müessesesinin; huzur ve saâdet içerisinde, İslâm ahlâkı ve Allâh’ın râzı olduğu kâmil mü’min vasıfları ile dopdolu olması zarûrîdir.

Bunun için de geleceğin ailelerini ve dolayısıyla toplumunu inşâ edecek olan evlâtlarımızı; Allâh’a hakkıyla kul, Peygamber-i Zîşân -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e lâyıkıyla ümmet olacak, hayrulhalef, sâlih, sâlihât-ı nisvân evlâtlar olarak yetiştirmek vicdan borcumuzdur. Bu itibarla onları nûr-i Kur’ân ile yoğurmak, Allah ve Rasûlü’ne olan muhabbetimizin kıvâmının göstergesidir.

Bilhassa günümüzde…

Her mü’min, kendisine şu soruyu dâimâ sormalı:

EVLÂTLAR NE ÂLEMDE?

Biz, millet olarak İslâm’ın bayraktarlığını yapmış şanlı ve huzurlu bir mâzîye sahibiz.

Ecdadımız;

Îman şuuruyla, peygamber kıssalarıyla, Kur’ân ve Sünnet’in telkin ettiği kâmil insan ölçüleriyle yoğrulmuş idi. Fakat bu maya, bu öz; aynı hassâsiyetler içerisinde, huzurlu bir istikbâle nakledilmeye devam edilmez ise, milletimizin istikbâli huzursuzluklar ve bedbahtlıklarla dolar.

Şayet neslimiz;

Nebevî bir terbiye ile tesis edilebilecek olan millî ve mânevî bağlardan mahrum yetişirse, biyolojik alâka hiçbir fayda sağlamayacaktır. Bu hususta ilâhî kanun, peygamber evlâtlarını dahî istisnâ etmemiştir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“İşte bunlar (bahsi geçen peygamberler), Allâh’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerden, Âdem’in soyundan, Nuh ile birlikte (gemide) taşıdıklarımızdan, İbrahim ve İsrâil (Yâkub)’un soyundan, doğruya ulaştırdığımız ve seçkin kıldığımız kimselerdendir. Onlara, çok merhametli olan Allâh’ın âyetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı.

Fakat onların peşinden öyle bir nesil geldi ki, bunlar; namazı bıraktılar, nefislerinin arzularına uydular. Bu yüzden ileride sapıklıklarının cezasını çekecekler.” (Meryem, 58-59)

Elbette ki, peygamberler; evlâtlarını en güzel şekilde yetiştirdiler.

Fakat aradan geçen zaman ile sonraki nesillerde emr bi’l-mâruf unutuldu. Evlâtların ne âlemde olduğu sorulmaz oldu. Küfür diyarlarından esen rüzgârlara karşı tedbirler alınmadı. Bâtılı taklit ve özenti, kalpleri dönüştürdü. Secdeden alınan lezzet kaybolunca, nesillere tattırılmayınca, şehevâtın verdiği fânî câzibe insan rûhunu kararttı.

Bu fecî âkıbetten kurtulmak için, nesillerimizin; îman, ibâdet, ahlâk, iffet, sadâkat gibi kıymetlerini zâyî etmemesini sağlayacak eğitim müesseseleri teşkil etmeye, var olanları muhafaza etmeye, desteklemeye gayret etmek elzemdir.

Bu gayretin yegâne örneği olan Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-

 Efendimiz’in nesil yetiştirmedeki hassâsiyetini kavramak için üzerinde tefekkür edeceğimiz bir mektep var. Mescidde/câmide insanları en güzel ahlâk ve nûr-i Kur’ân ile yoğurarak eğiten;

SUFFE MEKTEBİ…

Muallimliğini bizzat Hazret-i Peygamber’in yaptığı müstesnâ bir mektep. O mektepte yetişenler de müstesnâ bir nesil… Suffe ashâbı…

Efendimiz’in; “Allah benden râzı mı?” endişesiyle dopdolu olarak yetiştirdiği suffe ashâbı…

Onlar;

Dünyevî istikbal arama, maddî varlık edinme konusunda hiçbir tasayı kalplerine sokmamış, îmânın lezzeti ile gıdalanmış ve kendilerini Allâh’ın kitabı ve Rasûlullâh’ın sünnetini tahsil ve hayata tatbik yoluna vakfetmişlerdir.

Fedâle bin Ubeyd -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ashâbına namaz kıldırırken, onlardan bazıları açlığın verdiği tâkatsizlik sebebiyle ayakta duramayarak düşüp bayılırlardı. Bunlar suffe ashâbı idi. Çölden gelen bedevîler; «Bunlar deli!» derlerdi. Allah Rasûlü namazı bitirince açlıktan bayılanların yanına gelir ve onları teselli ederek;

«Allah Teâlâ’nın katında sizin için neler hazırlandığını bir bilseydiniz, daha fazla yoksul ve muhtaç olmayı isterdiniz.» buyururdu.” (Tirmizî, Zühd, 39/2368)

Bugün haddinden fazla büyütülen dünyevî istikbal endişesi ve gitgide uzayan maddî ihtiyaç listesi, onların gönül dünyasında yoktu. Çünkü onlar nefsâniyet oburluğundan uzakta yaşıyorlardı ve gönül âlemlerine cennet müjdelerini, yani ilâhî rızâyı yerleştirmişlerdi.

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Ben suffe ehlinden yetmiş kişiyi gördüm. Hiçbirinin üzerinde bütün vücudunu örten bir elbise yoktu. Ya belden aşağı giyilen bir izâr ya da belden yukarı giyilen bir ridâları vardı. Elbiselerini boyunlarına bağlarlardı. Bunların bir kısmı baldırlarının yarısına, bir kısmı da topuklarına erişirdi de avret yerleri görülmesin diye elbiselerini elleriyle toplarlardı.” (Buhârî, Salât, 58)

Onların fedâkârlıkları ile İslâm nimeti bizlere kadar gelmiştir. Onlar da en büyük mükâfat olan Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanlarına gark olmuşlardır.

Fakir sahâbîler dünya istikbâli endişesiyle ilim ve îman yolundan kalmazken, ticaretle meşgul olan ve çeşitli vesilelerle zengin olan sahâbîler de varlığı ukbâ yolunda ayak bağı etmemiş, o imtihan malzemesini en güzel şekilde kullanmışlar, Allah yolunda koşanların ayaklarının altına serdikleri servetleriyle, basamak basamak Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına erişmişlerdir.

Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- buyurur:

“Ancak iki kişi gıpta edilmeye değer:

Birisi, Allâh’ın kendisine Kur’ân ihsan ettiği ve gece-gündüz onunla meşgul olan (onu okuyan, onunla amel eden) kimsedir.

Diğeri de Allâh’ın verdiği malı gece-gündüz (fakirlere) infâk eden kimsedir.” (Buhârî, İlim, 15; Müslim, Müsâfirîn, 268)

Bu şuurda olan bir mü’min; malı-mülkü, yine kendisine emânet bir imtihan vesilesi olan evlâtlarının terbiyesine sarf etmelidir. Yine mü’min kardeşliği şuuruyla, Allâh’ın şahitleri olma hassâsiyetiyle, tebliği vazife bilen bir ümmet olma idrâkiyle, mal ve mülkü bütün insanlığın saâdeti için bir malzeme bilerek Allah rızâsına adamalıdır.

Cenâb-ı Hakk’ın bizden istediği kâmil insan hüviyeti de Allâh’a ve Rasûlullâh’a muhabbetle atan kalbimizle ve o muhabbetin iktizâ ettiği fiillerimizle tahsil edilir. Bunun neticesi de rızâ-yı Bârî’ye ulaşmış takvâlı bir toplumdur.

Yine unutmamalıyız ki;

Bizler;

Kur’ân ve Sünnet kumandasında, vicdanları Allâh’a sığınmış bir milletin vârisleriyiz.

Yine bizler;

Bin yıllık tarih içerisinde dünya coğrafyasında medeniyeti inşâ eden bir milletin evlâtlarıyız.

O hâlde;

Onların mîrâsını gelecek nesillere intikal ettirmek, onlara lâyık olabilmek, en mühim bir vicdan borcumuzdur.

Ne mutlu göz nûru nesiller yetiştirerek, takvâlı bir topluma öncülük edebilenlere…

Ne mutlu;

“Ben bir muallim olarak gönderildim.” buyuran, cihanın gördüğü en büyük öğretici ve eğitici olan, -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in tâlim ve terbiye usûllerinden nasîb alabilenlere!..

Cenâb-ı Hak, bizleri Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi’nin rehberliğinde, Kur’ân-ı Kerîm’inde telkin ettiği, insan-ı kâmil hüviyetinin esaslarına eriştirsin. Kalplerimizi, nefislerimizi, ailelerimizi, kardeşlik bağlarımızı, mahlûkāta ve eşyaya bakışımızı rızâsıyla te’lîf eylesin. Bizleri âhirette Peygamber Efendimiz’in sancak-ı şerifleri altında toplanan bahtiyarlar zümresinden eylesin.

Âmîn!..