DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
KURTULUŞ NEREDE?
Kurtuluş nerede? Kurtuluş;
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyuruyor. (Buhârî, Edeb, 96)
Cenâb-ı Hak’la dost olmak isteyen kimse… Hep Cenâb-ı Hakk’ın nîmetleriyle perverdeyiz.
“…Göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldık, düşünen bir toplum için…” (el-Câsiye, 13) buyruluyor.
Cenâb-ı Hak’la dost olmak isteyen, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile dost olacak.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile dost olmak isteyen de, kendisinin her hâlini, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hâli ile mîzân etme durumunda olacak. Ashâb-ı kirâmın durumu buydu: “Ben ne kadar Allah Rasûlü’ne yaklaşabiliyorum?..” Her hâline, o şekilde bir, Efendimiz’in hâlini bir ölçü getiriyordu, bir nizam hâlindeydi.
Efendimiz’i gördü; insanlıkta bir âbide gördü o câhiliye insanı. İslâm’la şereflendi. Bütün gayesi -çok büyük bir lezzet duydu- Efendimiz’le âhirette de beraber olmak istiyordu. Onun için, Efendimiz’in her hâlinin izinden gitmeye gayret ediyordu. Dâimâ endişesi şuydu: “Acaba ben âhirette Allah Rasûlü ile beraber olabilecek miyim?”
Muhtelif, bu hususta, ashâb-ı kirâmın Efendimiz’e mürâcaatları var. Meselâ bir misal vereyim, çok misal var:
Ebû Firas vardı. Bu, Efendimiz’e geceleri su taşırdı. Efendimiz de onunla abdest alır, namaz kılar, ihtiyaçlarını görürdü. Bir gün dedi ki:
“–Ebû Firas dedi, sen bana dedi, çok hizmet ettin dedi. Ben herkesin mukâbilini verdim, sana da bunun mukâbilini vermek isterim dedi. Dile benden, dünyaya ait ne dilersen.” dedi.
Ebû Firas dedi ki:
“–Yâ Rasûlâllah dedi, Sen’inle ben âhirette beraber olmak istiyorum.” dedi.
“–Ebû Firas dedi, sen benden dünyalık iste dedi, bunu isteme.” dedi.
Çünkü Efendimiz’in makamı bütün peygamberlerin üzerinde.
“–Dünyalık bir şey iste benden.” dedi.
“–Yok” dedi Ebû Firas. “–Yâ Rasûlâllah dedi, ben dedi, yalnız Sen’inle beraber olayım âhirette…”
Nasıl Efendimiz’e bir sevgi/muhabbet…
“–O zaman dedi, Ebû Firas! Sen bana yardım et dedi. Cenâb-ı Hakk’a çok çok secde ederek sen bana yardım et o zaman.” buyurdu. (Bkz. Müslim, Salât, 226)
Yine diğer bir misal daha vereyim. Sevban vardı. Bu, daha evvel köleydi. Herhâlde Ebû Bekir Efendimiz onu âzâd etti. Efendimiz’in sohbetine gelirdi, hâlden hâle girerdi. Evine giderdi, yine Efendimiz’in sohbetine koşardı.
Bir gün Efendimiz onu çok mahzun gördü.
“–Sevban dedi, nedir bu senin kederin, gamın nedir dedi, niçin mağmumsun dedi. Nedir seni bu hüzne sürükleyen?” dedi.
“–Yâ Rasûlâllah dedi -Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammed- sohbetine geliyorum, hâlden hâle geçiyorum. Ayrı bir âleme gidiyorum. Eve gidiyorum, hasret kalıyorum. Düşünüyorum; ya Siz benden evvel vefat edeceksiniz veyahut da ben Siz’den evvel vefat edeceğim. Ben bu ayrılığa nasıl dayanacağım?
Yine düşünüyorum; ben belki orada, nerede savrulacağımı bilmiyorum. Sen ise o peygamberlerin yanında olacaksın. Onların en üstün mertebesinde olacaksın. Ben ise nerede savrulacağımı bilmiyorum. Bunu düşündükçe ben hâlden hâle giriyorum. Benim gamım, kederim yalnız budur.” diyor.
Dünyevî keder yok!.. Çünkü insanlıkta güzel bir âbide gördü, fazîlette, her şeyde…
Efendimiz biraz sustu, sükût etti, arkadan buyurdu ki:
“–Sevban!” dedi;
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 96)
Ashâb-ı kirâm da diyorlar ki:
“Bizi bu hadisten çok sevindiren ikinci bir şey yoktur.” (Bkz. Müslim, Birr, 163)
Öyle bir şey oldu ki ashâb-ı kirâmda, kıyamette O’nunla beraber olmak, Cennet’te beraber olmak için dâimâ;
“–Yâ Rasûlâllah, emret diyorlardı. Emret; canım, malım, her şeyim Sana feda olsun yâ Rasûlâllah!” diyorlardı.
Cenâb-ı Hak bizlere de -inşâallah- bu duyguları, bu hissiyâtı bize yakın eylesin, idrâk ettirsin.
En büyük nîmet; müslüman olmamız, Rasûlullah Efendimiz’e -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, Cenâb-ı Hakk’ın en çok sevdiği, en yüce Peygamber’e ümmet olmamız.
Rasûlullah Efendimiz de çok seviyor ümmetini. Hep ümmetine duâ hâlinde.
“İsrâfil Sûr’a üfleyinceye kadar «ümmetî, ümmetî» diyeceğim.” buyuruyor. (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XIV, 414)
“Güzel amelleriniz bana gelir kabrimde, ben sevinirim diyor. Nâhoş amelleriniz gelir, sizin için istiğfâr ederim.” buyuruyor. (Bkz. Heysemî, IX, 24)
“Sakın sakın diyor, kıyâmet gününde (günahkâr gelerek) benim yüzümü kara çıkartmayın.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)
O zaman düşünelim:
Efendimiz’in gönlünde ne vardı? Bizim gönlümüzde ne var?
Efendimiz’in gönlünde hidâyet bekleyen insanlar vardı. Doğru yolu bulmayı bekleyen insanlar vardı. Mü’min olmuş, fakat mü’minliği tam idrâk edememiş, takvâya erişememiş kimseler vardı. Efendimiz onları takvâya eriştirmenin gayret ve endişesi içindeydi.
Yine Efendimiz’de, her müslümanın derdine derman olma gayreti vardı. Ashâb-ı Suffe’de Kur’ân eğitimine revaç verme gayreti vardı. Yetiştiriyordu, Dünya’ya gönderiyordu. Onlar da emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker’de bulunuyorlardı.
İnsanların hâlet-i rûhiyesindeki birtakım zaafları bertaraf için hâllerine göre çeşitli terbiyelerde bulunuyordu, tembihatta bulunuyordu. “Senin için en hayırlı amel, budur.” diyordu. Öbürüne; “Senin için en hayırlı budur, en hayırlı budur…” diye, tek tek, Rasûlullah ümmetini terbiye ediyordu, istikâmetlendiriyordu.
Dâimâ Allah rızâsı için bir gayret vardı. En mükemmel, yani ahsen-i takvîm bir karakter içinde ümmetinin olmasını arzu ediyordu. İncelik, şefkat, hissiyat, duygu derinliği, zarâfet ve letâfet vardı. Onu da ümmete aksettiriyordu.
Rahmet vardı. “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (âlemlere rahmet) vardı. Mü’minlerin de bir rahmet insanı olmasını Efendimiz arzu ediyordu.
Özellikle neler vardı başka? Ümmetin muzdaripleri vardı, kimsesizleri vardı, yaralıları vardı, yoksulları vardı, gözü yaşlı mâsumlar vardı, çâresiz yaşlılar vardı, belâlar altında inleyen kanadı kırıklar vardı.
Kardeşler! Bugün baktığımız zaman, İslâm memleketlerinin çoğu, Suriye olsun, Irak olsun, Filistin olsun, Gazze olsun, Mısır olsun, Yemen olsun… Hep bunlar mâtem ülkesi oldu bugün…
Efendim, bu okunan âyet, Mü’minûn Sûresi’nde;
قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ
“Mü’minler felâh buldu.” (el-Müʼminûn, 1)
Demek ki dünya büyük bir imtihan, büyük bir mektep, başka mektep yok. Kabir mektep değil. Kıyâmette de mektep yok. Bu dünya, mekteb-i âlem. Çileler var, gayretler olacak.
قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ
Mü’minler felâh bulacak, kurtuluşa erecek. Kırk yerde geçiyor “اَفْلَحَ, مُفْلِحُونَ”
Demek ki bu mektebin talebesi olduğumuzun idrâki içinde mü’min olacak. Onun için meşakkatlere, şeylere karşı mukâvim olacak. Cenâb-ı Hak’la beraberliğini, huzurunu temin edecek.
Bunun için îmanda fedakârlık olacak. Îman, zor zamanlarda ortaya çıkar. Cenâb-ı Hak buyuruyor Ankebut Sûresi’nde:
“İnsanlar imtihandan geçirilmeden, sadece «îman ettik» demeleriyle kurtulacaklarını mı zannediyorlar?” (el-Ankebût, 2)
Onun için îman, zor bir iş, fedakârlık işi.
Cenâb-ı Hak; sihirbazlar, Ashâb-ı Uhdûd, Habîb-i Neccâr, Mekkeli Muhâcirler, Medînelilerin ahvâlini bildiriyor ki bizlere, bizim de onlar gibi olmamızı arzu ediyor. Îmandan bir taviz vermeyeceğiz. Îman yaşanacak.
اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ (“…Nîmet verdiklerin…” [el-Fâtiha, 7]) olacak. Numûne olarak, peygamberler, nebîler, sıddîklar, şehidler, sâlihler olacak. Onların hâlet-i rûhiyesi içinde bir mü’min olacak.
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ
(“…Gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!” [el-Fâtiha, 7]) Dalâlettekilerin, hiçbir şeyine meyletmeyecek.
Amelde fedakârlık olacak. Namaz, vs. bütün ibadetler hakkıyla yerine getirilecek. Kalp ve beden âhengi içinde olacak. Bilhassa gece namazları olacak, âhiret endişesi olacak, mü’min dâimâ duâ hâlinde yaşayacak.
Bir mâzeret istemiyor Cenâb-ı Hak. Tebük Seferi oldu, çok zor bir seferdi. Sahâbe Medîne’den Tebük’e kadar bin km. yol gidecek ve dönecekti. Kuraklık vardı, yazındı, yol uzaktı, imkânlar dardı. Münâfıklar, kalplerinde nifak alâmeti olanlar dediler ki:
“–Böyle zor zamanda sefer mi olur?”
Cenâb-ı Hak âyette:
“–Cehennem daha sıcaktır.” buyuruyor. (Bkz. et-Tevbe, 81)
Yani kullukta bir mâzeret, Cenâb-ı Hak istemiyor.
Hayatın bütün muhtevâsında İslâm yaşanacak. Nefis, bu zor zamanlara karşı;
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا
(“(Nefsini) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9])
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى
(“(Nefsini kötülüklerden) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [el-A‘lâ, 14])
Nefsin şerri olan câzibelerinden insan kendini kurtaracak.
فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا
(“(Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki.” [eş-Şems, 8])
Fücûrun şerrinden ancak takvâ ile kurtulacak, o şekilde kul, felâha ermiş olacak.
Onun için Yusuf -aleyhisselâm-’ın Züleyha’ya dediği gibi; “Maazallah!” Kalp daima “maâzallah” hâlinde Cenâb-ı Hakk’a sığınacak. Bütün nefsânî arzular; maldı, mülktü, makamdı, mevkî idi, karşı cinsti, hepsinde kul bir mukâvemet hâlinde olacak.
“Mü’minler kurtuldu (felâha erdi).” (el-Müʼminûn, 1) Fakat ilk başta, felâha ermek, namazla başlıyor. Cenâb-ı Hak buyuruyor, o mü’minlerin ancak huşû ile bir namaz kılabilmesi:
اَلَّذِينَ هُمْ فِى صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ
“Onlar ki namazlarında huşû içindedirler.” (el-Müʼminûn, 2)
Namazın bir fıkhî tarafı; vâcipleri, farzları, sünnetleri var, sehiv secde yerleri… Bunları bilmemiz zarûrî. Fakat bunun için bir de namazın kalbî tarafı var, huşû… İlâhî huzurda olduğumuzun kalp idrâki içinde olacak.
Huşû; tevekkül ve teslîmiyeti artırır. Cenâb-ı Hak huşû sahibi bir mü’mine; sığınak, barınak bir istinadgâh olur.
Bu şekilde Cenâb-ı Hakk’ın, ibadette rahmeti o kul üzerine yansır. Cenâb-ı Hak:
“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor ve felâha eren kullarının huşû ile namaz kıldığını haber veriyor. Yani bedenin kıblesi Kâbe olduğu gibi, kalbin kıblesi de Cenâb-ı Hak olacak. Onunla kendimizi mîzân etmemiz lâzım; namaza durduğumuz zaman ne kadar dünyevî mesele hatırımıza geliyor, ne kadar ilâhî huzurda olduğumuzun bir idrâki içindeyiz?..
“…Namaz, fahşâdan-münkerden korur…” (el-Ankebût, 45) buyruluyor. Bu, bizim için röntgen oluyor. Ne kadar bizim gözümüzü, kulağımızı, ağzımızı yanlış şeylerden koruyor? Gözümüzü yanlış ekranlardan, dilimizi yanlış ifadelerden, kulaklarımızı yanlış, dedikodu vs. onlardan koruyabiliyoruz? O bize namazın röntgeni.
Aksi hâlde namaza, geometrik bir namaza Cenâb-ı Hak:
فَوَيْلٌ لِلْمُصَلِّينَ
(“Yazıklar olsun o namaz kılana!” [el-Mâûn, 4]) buyuruyor.
Yine Efendimiz buyuruyor:
“Namaz, gözümün nûrudur.” buyuruyor. (Bkz. Nesaî, İşretü’n-Nisâ, 10)
Efendimiz buyuruyor yine:
“Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi. Onlardan biri de namazdır.” buyruluyor. (Bkz. Nesaî, İşretü’n-Nisâ, 10)
“Benim kıldığım gibi kılın.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Ezân, 18)
Ashâb-ı kirâm zamanında hiçbir psikiyatrik rahatsızlık yok Medîne’de. Çünkü namaz, eğer kalp ile kılınan bir namaz; barınak, sığınak olmuş oluyor.
Namaza hazırlanmak. Tahâretle hazırlanacak, fıkıhla hazırlanacak, kalben hazırlanacak, bir de bedenen, giysilerle hazırlanacak. Çünkü ilâhî huzurda olduğunun idrâki içinde hazırlanacak. A‘râf Sûresi 31. âyetinde:
“Ey Âdemoğulları! Her secde edişinizde güzel elbiseler giyin…” buyruluyor.
Nasıl bir fânînin huzûruna gittiğimiz zaman düzgün giyiniyoruz; ayıplamasın diye bizi, pasaklı görmesin diye. Demek ki Cenâb-ı Hak da bizim namaza dururken bir huşûyu elde etmemiz için, namazın idrâki içinde olmamız için, “temiz elbiselerle namaz kılın” buyuruyor. Yani pasaklı olarak bulunmayın, buyuruyor.
Hattâ büyüklerimizde görürdük biz; seccâdenin püskülü bile yamuksa o püskülü düzeltirlerdi. Terliği, ayakkabıyı muntazam olarak, düzgünce koyarlardı. Ondan sonra namaza dururlardı. Bu çok mühim.
Efendimiz meselâ namaza duracağı zaman cemaate dönerdi; ayak uçları birbiriyle aynı seviyede mi değil mi? Çünkü huşû lâzım namazda, duyuş lâzım ki o duyuşla fahşâdan ve münkerden kul kendisini selâmete erdirecek.
Bu, namaz, hep peygamberlerin derdiydi ümmeti için. Enes diyor, Efendimiz vefât ederken diyor, iki şey üzerinde çok durdu. Üç sefer; “namaz, namaz, namaz” buyurdu. İkincisi; “emrinizin altındakilerin hukukuna dikkat edin.” Kul hakkı, dullar, yetimler vs… (Bkz. Beyhakî, Şuab, VII, 477)
İbrahim -aleyhisselâm-:
“Ey Rabbim (buyuruyor) beni ve soyumdan gelecekleri namaz kılanlardan eyle!..” (İbrahim, 40)
Demek bu namaz çok mühim. İbrahim -aleyhisselâm- hem kendisinin derdi; nasıl huşû ile namaz kılacak, o namazla Cenâb-ı Hakk’a daha çok yakınlaşacak, zirveleşecek; evlâtları da öyle olacak. Onun için evlâtlarımız çok mühim. Onları ufak yaşta namaza alıştırmamız zarûrî. Alıştırmazsak zamanında, sonra çok zor oluyor alışmaları.
Müddessir Sûresi’nde, Cennet’e girenler, Cehennem’e girenlere sesleniyorlar:
“–Siz niçin diyorlar Cehennemlik oldunuz?”
Onlar da diyorlar ki ilk başta:
“–Biz namaz kılanlardan değildik.” diyorlar.
Îman kâfî değil. Namazla te’yid edilecek, ibadetle te’yid edilecek, güzel hâllerle te’yid edilecek.
İkincisi:
“–Fukarâya yemek yedirmezdik diyorlar. Kendimizi düşünürdük, menfaatperesttik. Açları doyuranlardan değildik.” diyorlar.
Sonra:
“–Gaflete dalanlarla beraberdik.” diyorlar.
Bu gün de bir felâket, âhiret unutuldu. Giyimde-kuşamda, yemekte-içmekte, israfta… Âhiret unutuluyor.
“–Cezâ gününü de yalan sayanlardan olduk.” diyorlar. Tabi kalp kararıyor.
“–Ölüm de geldi çattı.” diyorlar. (Bkz. el-Müddessir, 40-47)
Tabi, seherler de çok mühim.
Efendimiz’in, bu seherlerdeki namaz, o çöl seferlerinde bile Efendimiz’in, bu teheccüd namazı, devam ettiği bir namaz.
Normal namaz kılınırken cemaate bakardı. Eğer ihtiyar, yorgun, hasta varsa kısa olarak okurdu. Fakat kendisi teheccüdde ise, Âişe Vâlidemiz “ayakları şişerdi” buyuruyor.
“–Yâ Rasûlâllah! Bu kadar kendini üzme!” dediğim zaman;
“–Şükreden bir kul olmayayım mı Âişe?” buyuruyordu. (Bkz. Buhârî, Teheccüd, 16)