DiNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
“LÂ İLÂHE İLLÂLLAH” İLE ÎMÂNIMIZI TESCİL EDİYORUZ
Ölümü tefekkür. Kurtulacak yer var mı? Mezardan kaçacak yer var mı?
يَقُولُ الْاِنْسَانُ يَوْمَئِذٍ اَيْنَ الْمَفَرُّ
“İnsan kıyâmet günü; «Kaçacak yer var mıdır?» der.” (el-Kıyâme, 10) Şaşkınlık. Cenâb-ı Hak bir tek yer bildiriyor:
فَفِرُّوا اِلَى اللّٰهِ
“Allâhʼa koşun!..” buyuruyor. “Allâhʼa firâr edin!..” (ez-Zâriyât, 50) buyuruyor.
Velhâsıl bunlar neticesinde ruh zarifleşecek. Kurʼân ve kâinattaki hâdiseler, hikmetlerle kalp derinleşecek.
Hayatında “gıybet” diye bir şey olmayacak. Oradan bile geçmeyecek. Merhamet tevzî edecek. Kerem sahibi olacak. Vefa sahibi olacak. Af sahibi olacak. Velhâsıl Cennet mükemmel, mükemmelin mükemmeli, Cenâb-ı Hak da dostlarını, mükemmel hâle gelecek ki mükemmele davet ediyor.
لَا اِلٰهَ اِلَّا الله diyoruz. Îmânımızı bu şekilde tescil ediyoruz, lâfzen. Fiilen tescilimiz ise; “لَا اِلٰهَ” enâniyeti kaldırma, “ben”i kaldırma. Haksızlık olmayacak hayatımızda. Bir hayvan, bir mahlûkat hakkına bile bir dikkat olacak. Merhamet ve şefkat yoksulluğu olmayacak. Dâimâ mazlumların yanıbaşında olacağız. Olamıyorsak, duâ edeceğiz. Fitne olmayacak hayatımızda, gıybet olmayacak, kibir olmayacak, yalan olmayacak.
“لَا اِلٰهَ” ile bunlar boşaltılacak. Neyle dolacak? Îmânın lezzetiyle dolacak. Merhamet olacak, hizmet olacak, tevâzû olacak. Karakter; el-emîn, es-sâdık olunacak.
İkram sahibi olacak, nezâket olacak, affedicilik olacak, vakar olacak, sabır olacak, edep olacak, hayâ olacak, ümmetin derdiyle dertlenme olacak. لَا اِلٰهَ اِلَّا الله yerine gelecek.
Ondan sonra mârifetullâha mesâfe alınacak, rakik bir kalp olacak. ثُمَّ التَّجَلِّي; derinlik olacak, seyr-i bedâyî olacak. İlâhî azamet, ilâhî kudret akışları, ilâhî sanat karşısında kalp duygulanacak. Muhabbetullah, mârifetullahla kalp huzur bulacak. Bedenin kıblesi Kâbe olduğu gibi, kalbin kıblesi de Cenâb-ı Hak olacak.
Ondan sonra Cenâb-ı Hak bize Ğâşiye Sûresiʼnde, bu, kıyâmetin dehşeti, mücrimlerin durumu, sâlihlerin/Cenâb-ı Hakʼla dost olanların durumunu bildirdikten sonra, Cenâb-ı Hak bizim kalbimizi kâinat kitabına çeviriyor; bu kâinat kitabını okumaya, kâinat kitabının sayfalarını çevirmeye. Cenâb-ı Hak, o zaman deve, Kurʼân indiği zaman, yük taşıyan, sütü, istifâde edilen bir hayvan…
“Deveye bakmazlar mı, nasıl yaratılmış?” (el-Ğâşiye, 17) soruyor Cenâb-ı Hak.
O zaman deve, bir ehemmiyet kazanıyordu. Etinden, sütünden, yününden, derisinden, gücünden istifâde ediliyordu. Cenâb-ı Hak yarattığına bir deveyi misal olarak veriyor. Bu devenin şeyinde (şahsında) bütün mahlûkat(ı misal veriyor). Hepsiyle kul “el-Bârî, el-Musavvir” sıfatlarını tefekkür edecek.
El-Bârî: Vücûda getirdiği bir mahlûkun daha evvel bir modeli yok. Trilyonlarca denizde yaşayan var. Karada yaşayan var, havada yaşayanlar var. Hiçbirinin daha evvel modeli yoktu. El-Bârî sıfatı…
Musavvir sıfatı: Ezelî hikmetinin gereği, hepsini muhtelif şekillerde yaratıyor. Ayrı ayrı şekiller, ayrı toplum tarzı, sofrası ayrı hazırlanıyor, gıdâsı ayrı, vs. ayrı. Kâinat ilâhî bir sofra. Yılanın sofrası ayrı, solucanın sofrası ayrı, devenin sofrası ayrı, insanın sofrası ayrı, cinnin sofrası ayrı. Cenâb-ı Hakkʼın kudretini tanıyabilmek…
Cenâb-ı Hak bir sineğe bakmamızı bildiriyor. Sineğin ağzındakini alabilmek mümkün mü? Yani bir böceğe bakmak kâfî. Halının üstünde görüyoruz. Rızkı nasıl, zürriyeti nasıl, şeyi nasıl? Bir yerde bakıyorsun, bir ara milyonlarca karınca birikiyor; bir anda bakıyorsun hepsi yok oluyor.
Bir yağmur yağıyor; toprak üstünde hiçbir hayvan cesedi görmüyorsun. Kar yağıyor, on gün, kar kalkıyor, hiçbir hayvanın cesedi yok bir toprağın üzerinde. Hepsi toprağın altına giriyor. Bir kundakta Cenâb-ı Hak koruyor hepsini. Kar kalkıyor, Güneş açıyor. Hepsi toprağın üstüne çıkıyor yine.
Kalbin uyanmasını istiyor Rabbimiz.
İşte burada bir deveyi Cenâb-ı Hak misal veriyor, oranın, Kurʼânʼın indiği zamanki. İri bir cüsse var, sonra kuvvetli, sabırlı ve dayanıklı. Şekil itibariyle câlib-i dikkat. Su depoları var sırtında. Îcâbında günlerce susuz gidiyor, elli derece çölün içinde. Gündüz elli derece sıcaklık, gece eksi yirmi derece soğuk. Hem soğuğa, hem sıcağa mütehammil, tahammüllü. Kutupta yaşayanlara Cenâb-ı Hak ayrı hususiyet veriyor, ekvatorda yaşayanlara ayrı hususiyet veriyor. Ayrı ayrı rızıklar veriyor. İnsanlara, kutupta yaşayanlara ayrı sebzeler, ayrı meyveler, ekvatorda yaşayanlara ayrı.
Velhâsıl bu, her mahlûkâta ayrı ayrı… Bir arıya bak, ayrı vasıfları. Haydi kur, bir mikserin içine at çiçek tozlarını bal çıksın. Bir yerden ot ver, bir yerden su ver, süt çıksın. Mümkün değil. İnsana Cenâb-ı Hak bütün güç-kuvvet verdi. Fakat insana dâimâ acziyetini hatırlatıyor. Musahhar kılıyor, emrine veriyor. Koca bir fili ufacık bir çocuk çekiyor, götürüyor. Bunun yanında bir mikrop, bir virüs, koca bir pehlivanı yere seriveriyor.
Cenâb-ı Hak, hantal bir kalp istemiyor. Öyle bir kâinat donanmış ki, kalp her zaman Cenâb-ı Hakʼla buluşacak. Hangi meslekteysen… Bahçıvansan, şu toprağa bak. Bir botaniğe bak. Nasıl bir toprak terkibinden neler çıkıyor?
Doktorsan şu insan vücuduna bak. Bir spermden nasıl bu cihazlar, nasıl bu fakülteler geldi ve bu fakülteler birbirine bir şeyle çalışıyor, hiç haberimiz var mı?
Her an hangi uzuv, hangi fonksiyonda? Bir fizikçiye sen şu yeryüzünde olan, şu maddede olan şu esrar…
Ondan sonra Cenâb-ı Hak hayvanlara bir dikkatimizi çekmeye…
Ondan sonra Cenâb-ı Hak;
“Gökyüzüne bakmazlar mı (buyuruyor) nasıl yükseltilmiş?” (el-Ğâşiye, 18)
Hiçbir yıldızın bir direği var mı? Dünyaʼnın bir direği var mı? Nasıl doğuyor onlar? Hepsi bir fânîlik… Nasıl bir misket gibi doğuyor, çıkıyor beyaz delikten, belki bir milyon ton ağırlığında, bir pamuk gibi açılıyor, Allâhʼın takdir ettiği kadar devrânı devam ediyor; bitiyor, kara delikten, yıldız mezarına. Bilmem kaç milyon santigrat derecede yıldız mezarlığına giriyor. Bir taraftan doğuş, bir taraftan batış.
Cenâb-ı Hak ne buyuruyor Vâkıa Sûresiʼnde:
“…Yıldızların yerine yemin olsun (diyor), bu azim/büyük bir yemindir…” (el-Vâkıa, 75-76) diyor 1400 sene evvel. O zaman fal bakılıyordu yıldızlarla. İlim, arkadan geliyor, Kurʼân önden gidiyor.
İşte Cenâb-ı Hak ne istiyor bizden?
“Ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken Allâhʼı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını (derinden derine) düşünürler. «Yâ Rabbi! Sen bunları boşuna yaratmadın (derler. Abes yok. Hep hikmet.) Bizi Cehennem azâbından koru!» derler.” (Âl-i İmrân, 191)
Cenâb-ı Hak böyle bir gönül istiyor. Ondan sonra Cenâb-ı Hak yeryüzünü bildiriyor. Dağları bildiriyor:
“Dağlar nasıl çakılıp dikilmiş?” (el-Ğâşiye, 19)
Nasıl ilâhî bir, dünyada dengeyi temin ediyor? Üstü kadar altı var, çakılmış durumda. 1400 sene evvel Kurʼân-ı Kerîm haber veriyor.
Yine âyet-i kerîme, Nahl Sûresiʼnde:
“Sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam dağları, yolunuzu bulmanız için de ırmakları ve yolları yarattı.” (en-Nahl, 15) buyuruyor.
Ondan sonra dördüncü delil Cenâb-ı Hak:
“Yeryüzüne bakmazlar mı? Nasıl serilip döşenmiş?” (el-Ğâşiye, 20)
Üçte ikisi deniz. Üçte biri kara. Onun da bir kısmı orman, bir kısmı çöl. Münbit arazi ne kadar? Oradan bütün mahlûkat besleniyor. İlâhî bir mutfak. Yine Cenâb-ı Hak:
“Nice canlı var ki rızkını (yanında) taşımıyor. Onların da sizin de rızkınızı veren Allahʼtır. O her şeyi işitir ve bilir.” (el-Ankebût, 60)
Hasta hayvana sağlam hayvan gıdasını götürüyor. Ondan sonra Cenâb-ı Hak:
“İnsanlara öğüt ver (buyuruyor Peygamber Efendimizʼe). Sen ancak öğüt vericisin.” (el-Ğâşiye, 21)
Bu kadar ilâhî azamet, bu kadar kudret akışları; “Öğüt ver.” buyuruyor.
Ondan sonra, sırt çevirenlerin durumunu Cenâb-ı Hak bildiriyor.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak bizi her şeyle bir tefekküre davet ediyor. Bu kâinat, ilâhî bir kitap. Kurʼân, kelâmda tecellî eden bir kitap. Kâinat, fiilde tecellî eden bir kitap.
Cenâb-ı Hak bu kadar azamet-i ilâhiyye karşısında insanı kulluğa davet ediyor, kıyâmet(i tefekkür)e davet ediyor.