Genç Dergisi, Yıl: 2024 Ay: Nisan Sayı: 211
Muhterem Efendim, Filistinli kardeşlerimize karşı 7 Ekim’den bu yana, tarihin belki de bir benzerini görmediği çok ağır bir soykırım -maalesef- devam ediyor. Dünyaya her defasında insan hakları ve medeniyet dersi vermeye kalkışan küresel güçler ve Batı ise, bu zulme mânî olmak yerine örtülü veya açıkça destek veriyor. Bu vahşet ve barbarlıkları gören insanlık, ciddî sorgulamalar içinde. İnsanlığı huzura kavuşturacak olan gerçek medeniyet nedir? Bu hususta siz ne buyurursunuz?
Bir hatıramı paylaşarak başlamak istiyorum. İmam Hatipʼten hocam olan rahmetli Nurettin Topçu (v. 1975) bize bir gün derste şöyle sordu:
“‒Gençler! Dünkü insan mı daha mesʼuttu, bugünkü insan mı?”
Biz de:
“‒Hocam tabiî ki bugünkü insan daha mesʼut.” dedik.
“‒Niye evlâdım?” deyince biz de:
“‒Bugünün insanı, eskilerin üç aylık yolunu üç saatte gidiyor. Eskiden bir hanım, çamaşırı teknede yıkar, bu iş yarım gününü alırdı. Şimdi ise çamaşır makinesinde kolayca yıkıyor…” şeklinde birtakım gerekçeler bildirdik. Hoca ise itiraz etti ve:
“‒Makinenin terakkîsi, insanın rûhunu allak bullak etti. Amerika 1945ʼde iki atom bombası attı, iki şehri kömür etti çıktı. Toprağı kömür etmeye hakkı yoktu kimsenin…
Kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve nebâtâtı katletmeye hiç kimsenin hakkı yoktu…
Velhâsıl eski insan bu kadar zâlim değildi. Çektiği meşakkatlere rağmen, bugünün insanından çok daha mesʼuttu. Çünkü insan rûhunu felce uğratan materyalizmin demir pençesi yoktu o zamanlar…” şeklinde uzun uzun izahlarda bulundu.
Günümüzde de makinenin terakkîsi ve teknolojinin ilerlemesi ile ortaya çıkan icat ve yenilikler medeniyet zannediliyor. Ruhsuz bir demir parçası olan makineden, robottan medet umuluyor. Hâlbuki maddiyâtın gücüne dayanan ham nefisler, kendilerinin huzur ve saâdetini her şeyin üstünde gören bir egoizm, bencillik ve enâniyete sürükleniyorlar. Bunun neticesinde de kendileri dışındaki insanların zulüm ve haksızlıklara uğrayıp acı çekmelerinden rahatsız olmuyorlar. İzʼan, vicdan ve insaflarının kuruyup insanlıktan uzaklaştıklarını fark edemiyorlar.
Dolayısıyla, hak ve hakîkat hususunda pusulası şaşmış, îman, ahlâk ve adâlet hususunda bâtıla dalmış olanların, insanlığa huzur ve saâdet getirecek olan gerçek bir medeniyet kurmaları imkânsızdır. Onların medeniyeti; başkalarının ezilip sömürülmesi, hattâ gerekirse katledilmesiyle ayakta kalabilen, -Âkifʼin tâbiriyle- “tek dişi kalmış canavar”dır.
Bu açıdan baktığımızda şunu çok net ifade edebiliriz ki Batı, esâsen hiçbir zaman medenî olmamıştır. Zira Batıʼnın tek ehemmiyet verdiği husus, kendi menfaatleri ve çıkarlarıdır. Bunu elde etmek için insanlık dışı her türlü zulme başvurmaktan çekinmediklerine, günümüzde mazlum ve mağdur Ortadoğu ile Afrika coğrafyası şahittir.
İç dünyaları karanlık, gönül âlemleri merhametten mahrum, zihin dünyaları sadece dünyevî menfaatlerinin hesap makinesine dönüşmüş olanların, bütün insanlığın huzur ve saâdetini hedefleyen gerçek bir medeniyet inşâ edebilmeleri, zaten mümkün değildir. Bunu, yaratılmış varlıkların zirvesi olan “insan”a karşı sergiledikleri bakış tarzında bile müşâhede etmek mümkündür.
Batı medeniyetinde insan, önce rengi sebebiyle, sonra da aynı inanç ve değerleri paylaşıp paylaşmaması bakımından ayrıma tâbî tutulmuştur. Çok yakın bir geçmişte, medeniyetin beşiği(!) olarak adlandırılan ABD ve Avrupa’da, Afrikaʼdan getirilen siyâhîler, Avustralya’dan getirilen Aborjinler, Amerikalı Kızılderililer, Uzakdoğulular ve daha birçok etnik gruptan insanlar, kafeslere kapatılıp “insan hayvanat bahçelerinde” ziyarete açılmıştır.
Bugün bütün dünyaya “insan hakları” ve “medeniyet” dersi vermeye kalkan Batı’nın en utanç verici sırlarından biri olan bu insanlık dışı rezâlet, hem ABDʼde hem de Avrupa’nın ortasında sergilenmiştir. Pek çok büyük şehirde bulunan bu yerler, maalesef halktan da yoğun bir alâka görmüştür.
Meselâ 1931’de Paris’te, Eyfel’in altında açılan “İnsan Sergisi”ni 6 ay içinde tam 34 milyon kişi ziyaret etmiştir. Ayrıca sergi alanının dışındaki levhaya da şu ibâre yazılmıştır:
“Lütfen yiyecek vermeyin, daha önce beslendiler!”
Avrupaʼda son insan hayvanat bahçesi 1958ʼde kapatılmıştır.
İşte hümanist(!) Batı medeniyetinin insana verdiği değer bu kadardır!..
Dolayısıyla bugün Gazze’de yaşanan İsrail katliamları, sadece vicdânını ve insanlığını kaybetmemiş olan kimseleri rahatsız ve muzdarip ediyor. O mazlum halkın sesli ve sessiz feryatları, -birkaç devlet hâriç- Batı medeniyetinin taşlaşmış yüreğine tesir etmiyor. Yine Batı’da bu vahşete dur diyen halkların yapmış olduğu mitinglerin sesi de maalesef yönetimleri nezdinde çok cılız kalıyor.
İslâm medeniyetinde ise “insan”, mahlûkâtın en şereflisidir. Rengi, ırkı, cinsiyeti, zengin veya fakir oluşu itibârıyla herhangi bir ayrıma tâbî tutulmaz. Bırakın insanı, bütün mahlûkata bakış tarzı, Yunus Emre’nin dediği gibidir:
“Yaratılanı severiz, Yaratan’dan ötürü…”
İslâm medeniyeti, fazîletlerle dolu bir merhamet medeniyetidir. Bunun pek çok misali vardır. Meselâ Batı’da akıl hastaları, “içlerine şeytan kaçmış” diye yakılırken, İslâm medeniyetinin bir temsilcisi olan ecdâdımız Osmanlılarda, onlara büyük bir edep ve hürmet ile “muhterem âcizler” denilmiştir. Av etiyle beslenip mûsikî ile tedâvi edilmeye çalışılmıştır.
Cüzzamlılar, bulaşıcı ve tehlikeli bir hastalık taşımalarından dolayı toplum tarafından tecrid edilirken, Osmanlıʼda onlar için her türlü bakımın yapıldığı “Miskinler Tekkesi” adı verilen müesseseler kurulmuş, onlara her dâim şefkat ve merhametle muâmele edilmiştir.
Kendilerini hümanist gören ve insan haklarının sözcülüğünü kimselere bırakmayan bugünkü modern Batı’nın gerçek yüzünü gösteren bir başka husus da, geçtiğimiz ay (8 Martʼta) kutlanan, Kadınlar Günü olmuştur. Birçok yerde “Kadınlar günü kutlu olsun!” afişleri gördük.
Fakat o gün itibârıyla, siyonist İsrail tarafından vahşîce katledilen yaklaşık 9.000, yaralanan 23.000 Filistinli kadını, Batı görmezden geldi.
Gazzeʼde kadınlara bunca barbarlık yapılırken, hayatı kapitalizm gözlüğünden seyredenler, kendi aralarında kadınlar gününü kutladılar, fakat yapılan bu barbarlıklara âmâ kesildiler! O kâtilleri telʼin etmediler!
Çocuklar ve anneleri katledilirken, onların Arşʼa çıkan feryatlarına sağır kesildiler.
Gazzeli kadınların haklarını müdâfaa etmediler!.. Hâlbuki onlar da kadındı, anne idi…
Demek ki öldürülen, ezilen ve zulme uğrayan müslümansa; en ağır insan hakkı ihlâlleri ve savaş suçları karşısında bile kör, sağır ve suskun kalabiliyorlar!..
Maalesef dün Bosna ve Myanmar, bugün de Gazze, Batıʼnın insan hakları hususundaki ikiyüzlü tavrının en büyük şâhidi oldu…
Velhâsıl Batı’nın, Kadınlar günü, Babalar günü, Sevgililer günü vs. adıyla dünyaya pazarladığı bütün îcatlarının altında yatan maksat, insanları daha çok tüketime sevk ederek, kurdukları kapitalist düzene daha fazla hizmet edilmesini sağlamaktır.
İnsanlık tarihinde kadın, lâyık olduğu îtibârı ancak İslâm’ın ulvî iklîminde bulabilmiştir.
İslâm dışındaki bütün inanç ve sistemler ise, kadına değer verdiklerini söyleseler de, aslında kadına sadece vitrin malzemesi olarak değer vermiş, onu ekonomik ve nefsânî bir metâ olarak görmüş ve sömürmüşlerdir.
İslâm dışı din ve sistemlerde, tarih boyunca kadın hep ezilmiştir. Eski Çinʼde kadın, insan bile sayılmamıştır. Eski Roma ve İran medeniyetlerinde de kadının insan olup olmadığı, asırlar boyunca tartışma mevzuu olmuştur.[1]
Bugünkü Batı medeniyetinin babası sayılan Antik Yunanʼda erkek, kadının üzerinde sınırsız söz hakkına sahiptir ve kadın, tıpkı bir köle gibi alınıp satılmıştır.
Yahudîlerde de kadın ikinci derecededir. Kadını ibadetle yükümlü görmezler. Kadının çektiği doğum sancısını da; Cennetʼte yasak meyveyi yiyip eşine de yedirmesi sebebiyle kadına verilmiş ilâhî bir ceza olarak görürler.[2]
Yine yahudî bir erkek, günlük yaptığı duasında, kendisini kadın olarak yaratmadığı için Tanrıʼya şükreder.[3]
Hristiyanlıkʼta da durum çok farklı değildir. Hristiyanlar da yahudîlerin muharref Tevrâtʼına “Eski Ahid” diyerek inandıkları için, onlar da kadını kötülük kaynağı olarak görüp aşağılamışlardır.
Yani hristiyanlara göre kadın, şeytanın oyuncağı olmuş, Hazret-i Âdemʼe yasak meyveyi yedirerek “aslî suç” dedikleri günahı işletmiştir.
Dolayısıyla kadın; günahın, kötülüğün, fitne-fesâdın anası olarak görülmüştür.[4]
İslâm ise; kız çocuklarının diri diri gömüldüğü, dünyevî bir metâ gibi mîras malı olarak devredildiği, mîrasta hiçbir payının olmadığı bir câhiliye toplumunda, cenneti sâliha annelerin ayakları altına sermiştir.
Yani İslâm; câhiliyyenin de, muharref ehl-i kitâbın da, modern câhiliyyenin de kadına biçtiği hakir ve çirkin rolü reddetmiştir. Onu şerefli ve kıymetli mevkiine yükseltmiştir.
Hakîkaten bizim medeniyetimizde, kadın el üstünde tutulur. Bilhassa anne, en çok hürmet, muhabbet ve ihtimam gösterilmesi gereken bir kıymettir. Nitekim bir şahıs, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gelerek;
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Kendisine en iyi davranılması gereken kimdir?” diye sorduğunda, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şu cevâbı vermişlerdir:
“–Annen, sonra annen, daha sonra yine annen, sonra baban, sonra da sana en yakın olan akraban.” (Müslim, Birr, 2)
Yine Kur’ân-ı Kerîm’de kadının nikâh, mehir, mîras, talâk ve nafaka gibi medenî hakları teminat altına alınmıştır.
Her medeniyet, kendi insan tipini vücûda getirir. O insan tipi de, mensup olduğu medeniyetin sıfat ve karakteriyle âhenk arz eder. İslâm medeniyeti, ulaştığı her noktada insanlığa büyük bir huzur ve saâdet sunmuş, tâbiri câizse, gönüllere âb-ı hayat olmuştur. Hattâ Lehistan’da:
“Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülkenin hürriyet ve istiklâle kavuşamayacağı…” sözü, bir darb-ı mesel hâline gelmiştir.
Batı medeniyeti ise, bunun aksine, tarih boyunca elini uzattığı her karış toprağın önce kıymetli varlıklarını sömürmüş, sonra da o bölge halkını bir nevi köleleştirmiştir.
Hâlbuki İslâm medeniyetinde bir kölenin dahî hangi mevkîye çıkabildiğini görmek için şu misâle bakmak kâfîdir:
Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh-, İslâm’dan önce bir köle idi. Ancak müslüman oluşuyla birlikte Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in baş müezzini olmuş ve kendisine “müezzinlerin pîri” makamı verilmiştir.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in daha 7. asırda îrâd ettiği “Vedâ Hutbesi” eşsiz bir insanlık beyannâmesi iken, Batı’da ise hukuktan ancak 13. yüzyıldan sonra bahsedilmeye başlanmıştır.
Velhâsıl gerçek ve üstün medeniyet, Mekke Fethiʼne giderken yol üstünde yavrularını emziren bir anne kelb dolayısıyla, ordunun güzergâhını değiştiren İslâm medeniyetidir.
Yine hakikî medeniyet; “Süleymaniye Câmii” yapılırken, inşaatta çalıştırılan at, merkep ve katırlar için dinlenme ve çayırda otlatma saatlerine dâir padişah fermânı çıkartan medeniyettir.
Büyük binâlar inşâ ederken, kuşları da unutmayıp, onlar için tezyinatlı âşiyanlar, yani zarif kuş yuvaları, susuzluklarını gidermek için de su kâseleri yapmayı ihmâl etmeyen medeniyettir.
Velhâsıl, şefkat ve merhametten nasipsiz sözde medeniyetler, gururun, kibrin, en yüce sanatkâr olan Cenâb-ı Hak’tan habersiz sanatın ve iffetsizliğin denâetlerini sergilerler. Zavallı köleleri aslanlara parçalattıkları arenalar inşâ ederler. Şuursuzca, bencilce, çılgınca eğlendikleri binalar inşâ ederler. Güç ve kudretlerini temsil etsin diye bin bir zulümle piramitler inşâ ederler. Fakat gün gelir, onlar da fânîliğin kahrına uğrarlar. Onların ardından ne semâlar ne de yeryüzü ağlar. Onların zulüm ve kibir âbidelerinin harâbelerini ancak baykuşlar ve köpekler şenlendirir.
Millet olarak bizler, İslâm’ın nûruyla büyük bir fazîletler medeniyeti vücûda getirmiş şanlı bir ecdâdın torunlarıyız. Onların müstesnâ bir edep, nezâket ve zarâfet ölçüleri içinde kurdukları medeniyetin bereketli semerelerini bugün bile tarihî câmîler, vakıflar, imâretler, sebiller vs. sûretinde görmekteyiz.
Bizler de ecdâdımızın bu mukaddes mîrâsına sahip çıkarak, onlar gibi hayır müesseseleri kurmaya ve kurulmuş olanları da yaşatmaya gayret edelim. Önce kendi iç dünyamızı fazîletlerle donatarak örnek olalım; sonra da, şehîd ve gâzilerimizin emâneti olan mukaddes değerlerimizi ve vatanımızı muhafaza için, îmanlı, yüksek keyfiyetli ve vatanperver nesiller yetiştirelim.
Rabbimiz, rızâsına muvâfık bir ömür sürerek İslâm şahsiyet ve karakteriyle inkişâf eden göz nûru nesiller yetiştirebilmeyi, cümlemize nasîb eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar:
[1] Mehmet Zeki Canan, İslâm Tarihi (İstanbul: Yelken Yayınevi, 1977), 443.
[2] Bkz. Tekvin kitabı, bâb 3, âyet 16.
[3] M. Tayyip Okiç, İslâmiyet’te Kadın Öğretimi, (Ankara: DİB Yayınları, 1981), 7.
[4] Ziya Kazıcı, İslâmʼda Kadın: (Bir Mukayese), İlâhiyat Akademi Dergisi 11 (2020), 63.