DiNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
MEDÎNE KADİR GECESİ SOHBETİ
Muhterem Kardeşlerimiz!
Mâlum; âyet-i kerîmede, Cenâb-ı Hakkʼın kullarını yaratma sebebi; kulluğun îfâsı ve Cenâb-ı Hakkʼın bilinmesi.
Elhamdülillah, Cenâb-ı Hakkʼın lûtfuyla ilâhî rahmet tecellîlerinin, affın tuğyân ettiği mübârek Ramazân-ı Şerîfʼin son günlerine erişmiş bulunmaktayız.
Allâhʼa sonsuz hamd ü senâlar olsun ki irfan mektebi olan Ramazanʼın bu son günlerini Allah Rasûlüʼnün beldesinde, Medîne-i Münevvereʼde idrâk etmiş durumdayız.
Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde buyuruyor:
“…İbrahim -aleyhisselâm- Mekke-i Mükerremeʼyi harem (bölgesi) kılması, onun için duâ etmesi gibi, ben de Medîne-i Münevvereʼyi harem bölgesi kıldım…” buyuruyor. (Buhârî, Fedâilü’l-Medîne, 6; Müslim, Hac, 462)
Cenâb-ı Hakkʼın lûtf-i ilâhîsi, böyle bir bereketin içindeyiz bugün. -İnşâallah- Rabbimiz, Kadir Gecesiʼni idrâk etmeyi cümlemize ihsân eyler ve ikram eyler -inşâallah-.
Âişe -radıyallâhu anhâ- Annemiz buyuruyor:
“Ramazan ayının son on gününde Rasûlullah Efendimiz Mescid-i Nebevîʼye kapanır, ibadette yoğunlaşır ve şöyle buyururdu:
«Kadir gecesini, Ramazanʼın son on günü içinde arayın.» buyururdu. Yine buyururdu Efendimiz:
“Kadir Gecesiʼni Ramazanʼın son on günündeki tek gecelerde arayın.” Yine buyururdu:
“27. gece arayın.” (Bkz. Buhârî, Leyletüʼl-Kadr 2, 3, 5; Müslim, Sıyâm, 205, 206, 219, Îtikâf 7)
Velhâsıl 27. gecedeyiz. Allâhu a‘lem, -inşâallah- bu gecenin Kadir Gecesi olmak, ihtimaldir.
Kadir Gecesi, ilâhî saltanat ve ilâhî lûtuf gecesi. Bâkîʼnin, ilâhî azamet, kudret sahibi Cenâb-ı Hakkʼın fânilere büyük bir ikramı, büyük bir lûtfu.
Sebep, Cenâb-ı Hakkʼın lûtfu; sâik, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz. Oʼnun vâsıtasıyla bir lûtuf. Fazîletle ihyâ edilen bin ayın mükâfâtı bir gecede ikram edilmektedir.
Bu gece, yalnız Rasûlullah Efendimizʼe, diğer peygamberlerde Kadir Gecesi yok. Demek ki Cenâb-ı Hak ne kadar Efendimizʼi seviyor, Efendimizʼe böyle bir Kadir Gecesi ihyâ ediyor.
Ve bu Kadir Gecesiʼnde Cenâb-ı Hak melekleri indiriyor yeryüzüne. Ruh/Cebrâil iniyor. Onlar da duâ ediyorlar müʼminlere. Böyle bir duâ gecesi, Cenâb-ı Hakkʼa ilticâ gecesi olmuş oluyor.
Bu ilâhî saltanat gecesinde, kâinâtın Hâlıkʼının kitabı Kurʼân indirildi. Bu sebeple Kadir Gecesiʼnde:
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ
(“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” [el-Alak, 1])
İlk âyet başladı ve 23 sene devam etti. Bir rivayete göre:
اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ (“…Bugün (dîninizi) tamamladım…” [el-Mâide, 3]) Dînin tamamlandığı âna kadar devam etti, 23 sene.
Bu gece, Kurʼân-ı Kerîmʼi tefekkür gecesi. Duyma, hissetme, derinleşme gecesi.
Bu gecenin şerefine Cenâb-ı Hak melekleri indirerek, Ruh/Cebrâil de inecek.
Müʼminler, bu gecenin dâvetlileri. Dâvete dâvet edilenler, dâvetin ihtişamına göre hazırlanmalıdır ki bu dâvette büyük bir lûtuflar ihsan edilmeli Rabbimiz tarafından -inşâallah-.
Bu gecenin ihyâsı; ibadettir, namazdır, Kurʼân-ı Kerîmʼdir, zikirdir, sadaka ve infaktır. Mahzun gönüllere girebilmektir. Yorgun gönülleri tesellî edebilmektir. Ve bizi Cenâb-ı Hakkʼa yaklaştıracak olan bütün amellerdir.
Cenâb-ı Hak; “mallarıyla canlarıyla Cennetʼi satın aldılar” buyuruyor âyet-i kerîmede. (Bkz, et-Tevbe, 111) Cenâb-ı Hak bizden hayat boyu bir fedakârlık istiyor. Cenâb-ı Hak da bu alışverişi yapanlar için;
اَلتَّائِبُونَ buyuruyor: “Tevbe edenler…” (et-Tevbe, 112)
Bilhassa bu gece bir tevbe gecesi.
اَلْعَابِدُونَ buyruluyor: “…İbadet edenler…” (et-Tevbe, 112) Bu gecenin ayrı bir ibadeti, ayrı bir husûsiyeti var.
اَلْحَامِدُونَ buyruluyor: “…Hamd edenler…” (et-Tevbe, 112)
Cenâb-ı Hakkʼa sonsuz hamd ü senâlar olsun. İlâhî azamet, ilâhî kudret akışları, ilâhî nakışlar… Dâimâ Cenâb-ı Hakkʼa -elhamdülillah- bize ikram ediyor, ihsan ediyor, sergiliyor, tefekküre dâvet ediyor.
اَلسَّائِحُونَ : “…Oruç tutanlar…” (et-Tevbe, 112)
Demek ki Cenâb-ı Hak gerçek orucu;
لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
“…Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara, 183)
Göze oruç, kulağa oruç, bedene, bütün uzuvlara oruç.
“…Rükû edenler, secde edenler…” (et-Tevbe, 112) buyruluyor. Kalp ve beden âhengi içinde, bir huşû içinde…
“Müʼminler felâh buldu, onlar huşû ile namaz kılarlar.” (el-Müʼminûn, 1-2) buyruluyor.
Bir kalbî terakkî, kalbî merhaleler.
“…İyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar…” (et-Tevbe, 112) Bilhassa bu, günümüzde çok mühim.
“…Allâhʼın sınırlarını koruyabilenler…” (et-Tevbe, 112)
“…O müʼminleri (Cenâb-ı Hak) müjdele.” buyuruyor. Tevbe, 112.
Yine bu gece, yer ehliyle semâ ehlinin bir kavuşma gecesi. Öyle bir gecedir ki, semâ ehli bu gece nâzil olacak hayırlar ve giderilecek şerler sebebiyle yer ehliyle buluşur.
Cebrâil ve melekler yeryüzüne iner. Müʼminler için Allahʼtan mağfiret dilerler. Yeryüzünde Allâhʼa ibadet ederler. Yeryüzünde melekler ve müʼminlerin, bu gece yaptığı ibadetin bereketi kalır.
Yine Cenâb-ı Hak bizim idrâkimizi daha da derinleştirmek için:
“Biz onu Kadir Gecesiʼnde indirdik.” (el-Kadr, 1) buyuruyor.
“Kadirʼin ne olduğunu sen bilir misin?” (el-Kadr, 2) buyuruyor.
Yani demek ki idrakte bir derinleşmek îcâb ediyor.
Kadir; “مِنْ اَلْفِ شَهْرٍ : bin aydan.” (el-Kadr, 3) Yani seksen küsur sene.
Cenâb-ı Hak ne kadar ihsan sahibi, ne kadar cömert, Efendimizʼi ne kadar seviyor, Efendimiz vesîlesiyle ümmetini ne kadar çok seviyor ki, Cenâb-ı Hakkʼın büyük bir ikramı. Sonsuz bir cömertlik. Bir gecede seksen küsur senenin, bin ayın fazîletini bir gecede ihsân ediyor.
Yine devam ediyor âyet-i kerîme:
“O gecede Rabbin izniyle melekler ve Ruh/Cebrâil her iş için iner dururlar. O gece faziletlerle doludur tâ fecrin doğuşuna kadar.” (el-Kadr, 4-5)
Yine kelâm-ı kibarda buyruluyor:
“Her geceyi Kadir, her gördüğünü de Hızır bil.”
Demek ki Kadir Gecesiʼnin devamı. Yani her seher, her gece bir Kadir Gecesiʼni elde etme. Çünkü an vardır, asırlara bedeldir. -Allah korusun- an vardır felâkete götürür.
Velhâsıl Kadir Gecesi emsal alınacak. O bütün gecelere yaygınlaştırılacak. Bilhassa:
وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ
(“…Seher vaktinde (Allahʼtan) bağışlanma dileyenler.” [Âl-i İmrân, 17])
Seherlerde Cenâb-ı Hak kapıları açıyor, istiğfar kapılarını. Ne kadar kulunu seviyor! Geceler; istiğfar, kelime-i tevhid, salevât-ı şerîfe, tefekkürle Cenâb-ı Hakkʼın rahmetini aramaya en büyük vesîle. Ve bu gece, her gece sonsuzluk kapısını açan bir fırsat.
Kelâm-ı kibarda buyruluyor:
“Üç hususiyet taşıyan müʼmine Allah -celle celâlühû- vuslatı müjdelemiştir. Üç hususiyet taşıyan müʼmine Cenâb-ı Hak vuslatı müjdelemiştir:
Bir: Samimi ve saf kalpler.
İkincisi: Gecenin karanlığında Güneşʼi bulanlar. Yani gönlünde ufuklar açılanlar. Cenâb-ı Hakʼla beraber olanlar.
Üçüncüsü: Ölümü hayattayken her hâliyle yansıtanlar.”
Yani;
مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا
(“Ölmeden evvel ölünüz.”)
Nefsânî hayattan vazgeçenler. Zaten vazgeçilecek ölümle. Vazgeçmeden, ölüm gelmeden vazgeçebilmek.
Yine geceler hakkında evliyâullâhʼın ayrı ayrı îkazları var.
Bayezid-i Bistâmî:
“Geceler gündüz olmadan bana hiçbir şey fetholunmadı.” buyuruyor.
Hasan Basrî Hazretleri, bilhassa Ramazanʼdan sonra da devam etmemiz çok mühim:
“Gece ibadetine kalkmak, günah altında ezilen kişiye ağır gelir.”
Demek ki gündüzleri dikkat etmek lâzım ki; gündüzler, ağzımız, gözümüz, kulağımız yanlış yerlere kaymayacak.
Yine, İbrahim Edhem Hazretleri:
“Gündüzleri Oʼna isyan etme ki, (yani gönlün yanlış yerlere, kerahatlere kaymasın ki) geceleri O seni huzurunda bulundursun.”
Velhâsıl Kadir Gecesi, kalb-i Muhammedîʼden açılan hidâyet fecrinden Kurʼân güneşinin doğduğu mukaddes bir gece. Kurʼânʼla izzet kazanan bir gece. Bizden istenilen ise, hayatı Kurʼân-ı Kerîmʼin rotasında tanzim edebilmek.
Zira Kurʼânʼla hayat bulan bir kulun mükâfâtı, Hâlıkʼın kâinâtıyla dostluk pâyesine nâil olabilmektir.
Cenâb-ı Hak:
هُدًى لِلْمُتَّقِينَ
(“…Takvâ sahipleri için bir hidâyettir.” [el-Bakara, 2]) buyuruyor.
Kurʼân-ı Kerîm takvâ sahiplerine hidâyet veriyor. Yine Cenâb-ı Hak yardım ediyor takvâ sahiplerine:
وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ buyruluyor.
“…Siz takvâ sahibi olun ki Cenâb-ı Hak size öğretsin…” (Bkz. el-Bakara, 282) Hayır ve şer netleşsin. Kalpte bir derinlik hâsıl olsun.
Yine bu mânâda Ramazân-ı Şerîfʼin her gecesi, Yüce Dost ile ayrı bir vuslat gecesi mâhiyetinde idrâk edilmeli. Husûsiyetle Kadir Gecesi müstesnâ bir vuslat gecesidir.
Efendimiz, Muaz bin Cebelʼi çok severdi. Ona ayrı ayrı sohbetler ederdi. Beraber yürürlerdi. Muazʼa bâzı tenbihatlarda bulunurdu, kalbî hayatını inkişâf ettirmesi için. Ondan sonra bir müddet Efendimiz sükût ederlerdi. Muâzʼa sanki bir düşünme, tefekkür imkânı verirlerdi. Sonra:
“‒Muaz! Bu da kâfî değil.” buyururlardı. “Şunlara, şunlara da dikkat et.” buyururlardı.
Velhâsıl, Muazʼla Efendimizʼin çok ayrı bir hâli vardı. Hattâ Yemenʼe giderken, Efendimiz Muâzʼı Medîneʼnin dışına kadar geçirdi:
“‒Bak Muaz! (Dedi.) Seninle bir daha dünyada görüşemeyeceğiz (dedi). Bu, seninle dünyadaki son görüşmemiz. Sen, Yemenʼden döneceksin, benim şurada kabrim olacak, o kabrimi ziyaret edersin.” dedi.
Muaz ağlamaya başladı.
“‒Ağlama Muaz ağlama (dedi). Bana en yakın, nerede ne zamanda, ne mekânda olursa olsun, müttakîlerdir (dedi). Takvâ sahipleridir.” buyurdu. (İbn-i Hanbel, V, 235; Heysemî, IX, 22 )
Cenâb-ı Hak bizi, cümlemize de -inşâallah- bu takvâ sahibi olanların muhtevâsından hisseler nasîb eylesin.
Muâzʼın elinden tuttu:
“‒Bak Muaz (dedi), her namazdan sonra bu duâyı oku (dedi):
اَللّٰهُمَّ اَعِنِّى عَلٰى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ
«Allâhʼım! Senʼi zikretmek, Sana şükretmek ve Sana güzelce kulluk etmek için bana yardım et.»” (Bkz. Ebû Dâvûd, Vitr, 26)
Yardım, Cenâb-ı Hakʼtan gelecek. Yardımın gelmesi Cenâb-ı Hakkʼa âit. İbadetlerin kabulü de Cenâb-ı Hakkʼa ait. Kul, devamlı bir ilticâda bulunacak.
عَلٰى ذِكْرِكَ : Ömrümüzün sonuna kadar Cenâb-ı Hakʼla beraber olmamız arzu ediliyor.
اَلَا بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(“Biliniz ki, kalpler ancak Allâh’ın zikriyle huzur bulur.” [er-Ra‘d, 28])
Saâdet, huzur; Cenâb-ı Hakʼla beraber olmakta.
Zira buyruluyor:
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ
“…Nereye gitseniz O sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4)
وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
“Şah damarınızdan daha yakındır.” (Bkz. Kāf, 16)
وَشُكْرِكَ buyruluyor. Sonsuz nîmetler… Bir hidâyet nîmeti. Bunun bir bedeli var mı? Hayat, şu kısa bir ömür değil; bir sonsuzluk…
Demek ki -elhamdülillah- bir hidâyetle dünyaya geldik. Bir imtihan içindeyiz. Fakat Cenâb-ı Hak:
“Ey îmân edenler! Allâhʼın azamet-i ilâhiyyesine göre takvâ sahibi olun. وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ Ancak Müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.
Demek ki hidâyete bir şükretmek. Hidâyete bir teşekkür etmek. Onun için -zâhir ve bâtın- şerîati yaşayabilmek.
Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:
“Öyleyse Benʼi (ibadetle) anın ki Ben de sizi anayım. Bana şükredin. Sakın Bana nankörlük etmeyin.” (el-Bakara, 152) buyuruyor.
Efendimiz de buyuruyor ki:
“Sakın, sakın, sakın günah işleyerek beni kıyâmet günü mahcup etmeyin.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)
Peygamber Efendimiz de ümmetinden mesʼûl…
En büyük teşekkür, Cenâb-ı Hakkʼın verdiği îman nîmetini(n şükür borcunu) ödeyebilmek.
حُسْنِ عِبَادَتِكَ: “Tâzim li emrillâh, şefkat alâ halkillâh” şuuru içinde bir hareketimizin olabilmesi.
Velhâsıl, kalp merhaleler kazanacak. Bu merhaleler neticesinde Cenâb-ı Hakʼla dostluk kurulacak. Bu da kolay bir iş değil.
Cenâb-ı Hak, insanların ve cinlerin yaratılışını kulluğun îfâ edilmesi, Cenâb-ı Hakkʼın bilinmesi gâyesiyle… Nitekim Cenâb-ı Hak:
“Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56) buyurmaktadır.
Zikredilen “لِيَعْبُدُونِ : Bana kulluk etmeleri için”.
İbn-i Abbas, tefsirinde “لِيَعْرِفُونِ : Allâhʼı tanıyabilmek”… Yani kalbin tanıyabilmesi. Yani mârifetullah. Mârifetullahʼtan bir nasîb alabilmek.
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Ben gizli bir hazineydim. Mârifetime muhabbet ettim ve halkettim/yarattım.” (Bkz. İ. Hakkı Bursevî, Kenz-i Mahfî)
Yani kalpte tanınmaya, kalpte sevilmeye muhabbet ettim, onu arzu ettim ve yarattım.
Demek ki kul, kalp muhabbetle dolacak. Cenâb-ı Hak o kalbe derinlik verecek. Bir huzur hâli olacak.
اَلَا بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(“Biliniz ki, kalpler ancak Allâh’ın zikriyle huzur bulur.” [er-Ra‘d, 28])
Rabbiyle beraber olmanın bir saâdetini yaşayacak kalp. Fânî, izâfî, dünyevî muhabbetler bir merhale olacak, bir merdiven olacak; kalpte ilâhî muhabbetler tecellî edecek.
Cenâb-ı Hak bizde aşk ile yaşanan bir îman istiyor. En zoru da bu.
Ashâb-ı kirâmdan Hârise bin Mâlik el-Ensârî vardı. Bu çok takvâ sahibi, sofî bir sahâbî idi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin sohbetinde vecd ile dolar, istiğrak hâlinde yaşardı. Peygamber Efendimiz bir sabah ona:
“–Yâ Hârise! Nasıl sabahladın?” diye sorduğunda;
“–Hakîkî müʼmin olarak.” cevabını verdi.
Peygamber Efendimiz bu defa:
“–Yâ Hârise! Her hâl ve hakikatin bir delili vardır. Peki senin îmânının hakikatinin delili nedir?” diye sordu.
Hârise:
“–Yâ Rasûlâllah! Dünyanın nefsânî arzularından el-etek çekince, gündüzlerim susuz, gecelerim uykusuz hâle geldi. (Bir tecerrüd.) Rabbimin Arşʼını açıkça görür gibi oldum. Birbirini ziyaret eden Cennet ehliyle yekdiğerine düşman kesilen Cehennem ehlini görür gibiyim yâ Rasûlâllah!” dedi.
Bunun üzerine -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Tamam yâ Hârise! Bu hâlini muhafaza et, koru! Sen, Allâhʼın kalbini nurlandırdığı bir kişisin.” buyurdu.
Yine Efendimiz:
“–Bir kimse, Allâhʼın kalbini nurlandırdığı bir şahsı görmek isterse Hâriseʼye baksın.” buyurdular. (Bkz. Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 57)
Mevlânâ Hazretleri de bu hususu biraz daha şerh ederek, açarak şöyle bir îzahta bulunur:
Hârise -radıyallâhu anh- Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼden:
“–Gördüklerimi anlatayım mı?” diyerek izin ister. Rasûlullah Efendimizʼden izin ister ve anlatmaya başlar:
“–Yâ Rasûlâllah! İnsanların yarın olacak diye inandıkları mahşer gününü ortaya koyayım mı? Haşr ve neşrin bütün sırlarını açığa vurayım mı? Emret, bu sırların perdesini yırtayım. İçimdeki ilâhî hikmetler cevheri, göklerin Güneşʼi gibi parlasın.
Yâ Rasûlâllah! Emret, kimler dünyanın kiri ve çirkinlikleri arasında hâlis altın ve pırlantalar gibi kalabilmeyi bildi. Maalesef kimler küfrün kızıl ve kara rengiyle paslandı, anlatayım mı?
Nübüvvetin zâil olmaz ışığında nifâkın yedi uçurumunu ayân edeyim mi? Âhirette şakîlerin giyeceği elbiseyi halka göstereyim mi? Orada peygamberler için çalınan davul ve kösün sesini duyurayım mı?
Coşkun ve taşkın bir hâlde bulunan Kevser Havzıʼnı göstereyim de suyu halkın yüzüne serpilsin, sesi kulağına değsin. Susamış kimsenin o Havz etrafında koştuklarını açıkça göstereyim. Sanki onların omuzları omuzlarıma dokunuyor, bağrışmaları kulağıma geliyor.
Cennetlikler sevinçlerinden gözümün önünde kucaklaşarak birbirleriyle musâfaha ediyorlar. Cehennemliklerin ise âh, vâh âvâzeleriyle inleyip feryâd u figân etmeleri, âdeta kulağımı sağır edecek…”
Zâten âyette de buyruluyor:
سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ
(“Onlara merhametli Rabbʼin söylediği selâm vardır.” [Yâsîn, 58])
O gün o müʼminler büyük bir ihtişamla karşılaşacak, “yevmeʼl-fasl”; bir ayrılma günü.
Diğerleri ise, mücrimler ise:
وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ
“Mücrimler! Siz ayrılın.” (Yâsîn, 59) diyecekler.
O zaman baba bir tarafa gidecek, evlât bir tarafa gidecek. Dünyada beraber yaşayan akrabaların bir kısmı bir tarafa gidecek, bir kısmı bir tarafa gidecek. Çok hazin bir gün.
Yine devam ediyor Mevlânâ Mesnevîʼsinde:
“Cehennemliklerin de âh, vâh âvâzeleriyle inleyip feryâd u figân etmeleri, âdeta kulağımı sağır edecek. Bunlar, derinden söylediğim birtakım işaretlerdir. Daha da söyleyeceğim ama Allah Rasûlüʼnün azarlamasından korkuyorum.”
O, sekr-i mânevîye müstağrak olarak böyle söylüyordu. Görülmemiş bir vecd ile kendinden geçmiş, âdeta şuurunu kaybetmiş, bütün sırları açığa vuracak hâle gelmişti.
Hazret-i Peygamber Efendimiz, onu bu hâlden uyandırmak için:
“–Kendini topla ve sus!” dedi. Hâriseʼnin yakasını çekti ve şöyle buyurdu:
“–Kendine gel! Dilinin dizginini tut ki söylenmeyecek sözleri söyleyecek hâle geldin. Rûhunun aynası ten kılıfından dışarı fırladı. Ancak unutma ki nâil olunan sırları açığa vurmak, onları hazmetmekten uzak kalmaktandır. Allâhʼın isimlerinden biri de Settârʼdır. Bunu bil ve bu sıfatla vasıflanmanın saâdetini kuru bir hazımsızlığa kurban etme.”
Şeyh Sâdî de şöyle buyuruyor:
“Akıllı, seçme insanlar, meyveleri olgunlaşmış ağaçların başlarını yere eğdiği gibi mütevâzı olurlar.”
Efendimiz de buyuruyor ki:
“Allâhʼa yemin ederim ki benim bildiğim gerçekleri siz bilseydiniz az gülerdiniz çok ağlardınız. Evlerinizden sahralara dökülüp Allâhʼa yüksek sesle yakarışta bulunurdunuz.” (Bkz. İbn-i Mâce, Züdh, 19)
Hep peygamberlere baktığımız zaman bir ilticâ hâlinde… Âdem -aleyhisselâm-:
“–Yâ Rabbi! Kendime ben zulmettim.” diyor. (Bkz. el-A‘râf, 23)
İbrahim -aleyhisselâm-, Allah dostu:
وَلَا تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ buyuruyor. “Yâ Rabbi! (Diyor.) Beni, kullarını yarattığın gün, o kıyâmet günü beni mahcup etme.” diyor. (Bkz. eş-Şuarâ, 87) Ki Halîlullah, Cenâb-ı Hakkʼa dost oldu. Malıyla dost oldu, canıyla dost oldu, evlâdıyla dost oldu. Kalpteki bütün, dünyaya ait tahtlar yıkıldı. Kalp, Cenâb-ı Hakkʼın tecellîleriyle doldu.
Fakat büyük bir acziyet içinde, Cenâb-ı Hakkʼın azamet-i ilâhiyyesinden bir nasîb almış;
وَلَا تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ
“Yâ Rabbi! (Diyor.) Beni, insanları yarattığın gün beni mahcup etme.” diyor. (Bkz. eş-Şuarâ, 87)
Yûsuf -aleyhisselâm-:
“Yâ Rabbi!” diyor:
تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ
(“…Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat!” [Yûsuf, 101]) buyuruyor.
Rasûlullah Efendimiz:
“Yâ Rabbi! (Diyor.) «طَرْفَةَ عَيْنٍ» gözümü açıp kapayıncaya kadar nefsimden Sana sığınırım.” buyuruyor. (Câmiu’s-Sağîr, c. I, s. 58)
Mevlânâ Hazretleri de, Selçuklu üniversitesinin dersiâmı iken, o hâle “hamdım” diyor. Kalbî merhaleler neticesinde -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼden bir idrak kendisine nasip geldiği zaman “piştim” diyor. Sonra “yandım” diyor.
Esʼad Efendi Hazretleri de “ateş diyor, kaçsam ateş, kalsam ateş…” Öyle bir ateşin içinde ki kendinden, her taraftan bir ateş, o ateşle yanıyor.
Fuzûlî, her gördüğü (şey vesîlesiyle) Rasûlullah Efendimizʼi hatırlıyor. Suyun akışına bile; “Başını daştan daşa urup gezer âvâre su…” buyuruyor.
“Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl,
Başını daştan daşa urup gezer âvâre su…” buyuruyor.
Velhâsıl bir derinlik, yani fânî âlemin çok basit kalması.
Hallâc-ı Mansur, kendisini anlamayanlar tarafından taşlanırken, dilinden şu duâlar dökülüyordu:
“Yâ Rabbi! Benden evvel, beni taşlayanları Sen affet.”
İkinci Abbâsi Halifesi Ebû Câfer Mansur, İmâm-ı Âzam Hazretleriʼni Bağdat kadılığına tâyin etti. Ebû Hanîfe Hazretleri, Bağdat kadılığını reddetti. En yüksek mevkî…
“‒Sen (dedi), yamultursun (dedi). Kendi menfaatine çevirirsin benim fetvâlarımı.” dedi, reddetti.
O da zindana attı:
“‒Eğer gelirse Bağdat kadılığına, getirin (dedi). Zindandan getirin.” dedi.
O da dedi ki:
“‒Bir (dedi), ona fetvâ vermekten (dedi), ömür boyu zindanda kalmayı tercih ederim.” dedi.
Nasıl bir, kalpte nasıl bir ufuklar meydana geliyor…
Ahmed bin Hanbel Hazretleri de öyle. O zaman da; “Kurʼân-ı Kerîm mahlûktur” nazariyesi çıktı; onu reddetti. Onu reddettiği için, o da zindana atıldı.
İmâm Şâfiî Hazretleri, Mısırʼdan Medîneʼye geliyor; Ahmed ibn-i Hanbelʼe misâfir. İştahlı bir yemek yiyor. Ahmed ibn-i Hanbelʼin oğlu diyor ki:
“‒Baba (diyor), herhâlde İmam (diyor), çok (diyor) iştahlı.” diyor.
“‒Oğlum (diyor), yok (diyor), yolda olabilir ki (diyor), bir haksız kazançtan bir lokma ağzıma girdi, onun için yemeden geliyorum (diyor). Buradan da Mekke-i Mükerremeʼye gideceğiz. (Tabi on günlük.) Yine ağzıma bir şey koymadan gideceğim.” diyor.
Nasıl bir ittikā?..
Nasıl bir mârifetullahʼtan bir nasip?..
Yine, İmâm Mâlik Hazretleri -radıyallâhu anh- Medîne üzerinde hayvana binmiyor:
“‒Burada (diyor), Allah Rasûlüʼnün ayağının değdiği yerde bir hayvan üstüne binemem.” diyor.
Bir kişi gelip bir şey soracağı zaman;
“‒Hadisten mi, fıkıhtan mı?” diye soruyor. “Fıkıhtansa gelsin sorsun.” diyor.
Hadisten soracaklarsa yüksek bir yere çıkıyor, sarık sarıyor, koku sürüyor:
“‒Şimdi gelsin, sorsun.” diyor.
Demek bir, yakından tanıyabilmek… Cenâb-ı Hakkʼı yakından tanıyabilmek…
Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh- 6 aylık bir halife oldu. Fakat müslümanlar, bir taraftan, birtakım yanlış işler oluyordu. Muâviyeʼye mektup yazdı:
“‒Ben (dedi), hilâfetten vazgeçiyorum.” dedi. Makam-mevkîyi bir tarafa itti.
Barbaros Hayreddin Paşa, Kuzey Afrikaʼnın pâdişâhıydı. Kânûnîʼye mektup yazdı:
“‒Ben, İslâm birliği için memleketimi sizin ülkenize ilhâk ediyorum, (sultanlıktan) vazgeçiyorum.” dedi.
Velhâsıl; Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri, Hâlıkʼın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanmak için; yedi sene hastalar, yolları temizlemek ve hasta hayvanları tedâvi ile meşgul oldu ki Hâlıkʼın nazarıyla mahlûkâta bakabilmenin bir idrâkine kavuşayım diye.
Hep bunlar mârifetullahʼtan bir nasip alabilme(nin tezâhürleri)…
Yine Cenâb-ı Hak Kurʼân-ı Kerîmʼde bize sihirbazları bildiriyor. Firavun, sihirbazları Mûsâ -aleyhisselâm-ʼın aleyhine kullanmaya kalktı:
“‒Bunun karşılığında, gözdeler olacaksınız (dedi). Mısır hazinelerini sizin önünüze dökeceğim (dedi). Yeter ki benim tanrılığımı siz koruyun (dedi) Mûsâʼya karşı.” dedi.
Velhâsıl müsâbaka başladı. Mûsâ -aleyhisselâm- îkaz etti sihirbazları. Onlar da bir iltifat ettiler. Baktılar, temiz bir nâsıye, güzel bir insan;
“‒Baştan sen at, sanatını göster Mûsâ.” dediler.
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“‒Siz atacağınızı atın.” dedi. Onlar attılar, kıvrıldı vs… Birtakım şekillere büründü attıkları.
“‒Tamam Mûsâ!” dediler. “Biz gösterdik sanatımızı, sıra sende. Sen de göster sanatını.” dediler.
Mûsâ -aleyhisselâm-, Cenâb-ı Hakkʼa sığındı, ilticâ etti Cenâb-ı Hakkʼa. Çünkü “ben” yok. “Ben yaparım” yok.
Cenâb-ı Hak da:
“‒Mûsâ! (Dedi.) Elindekini at.” dedi.
Asâyı attı, asâ ortada ne var ne yok yuttu hepsini. İhtiyar sihirbaz dedi ki:
“‒Benim gözlerim tam göremiyor.” dedi avene sihirbazlara. “Siz (dedi) asâ ne durumda, Mûsâ ne durumda, bana anlatın.” dedi.
Onlar da dediler ki:
“‒Mûsâʼnın attığı hepsini yuttu gitti. Ve değneğin de, asânın da karnı şişmedi, kayboldu karnında.”
İhtiyar sihirbaz dedi ki, üstad sihirbaz, döndü Firavunʼa:
“‒Bu (dedi), gökten inen hâdise, bu sihir değil (dedi). Biz sihirin zirvesindeyiz, bizden öteye dünyada bu işi bilen yok (dedi). Bu, gökten inen bir hâdise. Biz Mûsâʼnın ve Hârunʼun Rabbine secde ediyoruz.” dedi.
“‒Bana sordunuz mu?!” dedi Firavun. “İzin aldınız mı benden?!” dedi.
Onlar da dediler ki:
“‒Biz bu gördüğümüz apaçık hâdise karşısında Senʼden izin almaya ihtiyaç yok.” dedi.
“‒Size (dedi) o zaman ben, azâbın en çetinini tattıracağım.” dedi. “Kollarınızı, bacaklarınızı çapraz kestireceğim, hurma dallarına astıracağım, o şekilde en büyük azâbı size vereceğim.” dedi.
Onlar büyük bir vecd içindeydi, istiğrak içindeydi. Başka bir âleme geçmişlerdi. Onlar dediler ki:
“‒Firavun! Sen fiilinde serbestsin. Yapacağını yap. Senin kestireceğin bu kollar, bacaklar dünyaya âit (dediler). Sen fiilinde serbestsin.” dediler.
Fakat Firavun da kolları bacakları kestirmeye başlayınca -tabi çok büyük bir ıztırap- ortalık kan gölüne döndü. Firavunʼa en ufak bir tâviz vermekten, îmanlarına en küçük bir tereddüt gelmesinden endişe ettiler:
رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ dediler.
“Yâ Rabbi! Üzerimize sabır dök (dediler. Sabır yağdır üzerimize, dediler. Bir taviz vermeyelim.) Müslüman olarak canımızı al.” (el-A‘râf, 126) dediler. Firavunʼa hiçbir şeyde bulunmadılar:
“‒Bizi bırak gidelim.” demediler.
Cenâb-ı Hak bunu dört âyette bildiriyor bize.
Demek ki bizde aşk ile yaşanan îman istiyor Cenâb-ı Hak.
Ashâb-ı Uhdûdʼu bildiriyor; hendeklerde yakılanları bildiriyor.
Habîb-i Neccârʼı bildiriyor; taşlananları bildiriyor.
Cenâb-ı Hak bir de bize nasıl bir ilâhî mükâfat; taşlanırken, kavmine acıyor. Taşlayanlara:
“‒Yâ Rabbi! Keşke bunlar Allâhʼın bana olan ikramını bilselerdi.” diyor. (Bkz. Yâsîn, 26-27)
Cenâb-ı Hak Muhâcir ve Ensârʼı bildiriyor. Onlar gibi olmamızı istiyor. İslâmʼa ilk giren Muhâcirler, Mekkeliler ve Medîneliler, onlara tâbî olan ihsan sahipleri… Onlar gibi olmamızı…
Onlar, tevhîdi koruyabilmek için her türlü cefâya katlandı. “Emr biʼl-mârûf ve nehy aniʼl-münker”de bulunmak için, yani Allâhʼın verdiği bu îman nîmetine şükrâne olarak da bütün dünyaya yayıldılar. Ve bütün dünyanın hidâyeti için gayret ettiler. Çinʼe gitti, Semerkandʼa gitti, Keyrevanʼa gitti. Daha sonra gelenler Azerbaycan, Dağıstan, Kazan, daha arkadan gelenler İspanya…
Orhan Gâzi, Sultan Murad Hânʼa:
“‒Bak (dedi), oğlum (dedi), kelime-i tevhid iki kıtaya sığmaz, onu bütün dünyaya taşıracaksın.” dedi.
O da tâ bin kilometre giderek Kosovaʼda şehid oldu.
Velhâsıl, Allâhʼın verdiği bu İslâm nîmetini yaşamak, birinci vazifemiz. Bir takvâ sahibi olabilmek. Şerîatin hiçbir noktasında bir boşluk olmayacak. İbadette olmayacak, muâmelâtta olmayacak, ahlâkta olmayacak.
İşte bu Ramazân-ı Şerîf, bunun eğitimi. Bir merhametin eğitimi, bir kardeşliğin eğitimi, bir şefkatin eğitimi. Kendimiz için istediğimizi kardeşlerimizle paylaşma eğitimi. İbâdetle, tâatle, muâmelâtla, güzel ahlâkla Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşabilme mevsimi.
İşte bu mevsimin de şehâdetnâmesi -elhamdülillah- bir Kadir Gecesi. Onun da şehâdetnâmesi, bayram geceleri olacak -inşâallah-.
Tabi hayat, -inşâallah- geceler bir Kadir, her geceyi bir Kadir, her gördüğünü bir Hızır… İbâdullâhʼı istihkar yok, dâimâ ikram var.
“Beni yaratan Allah, o kulu da yaratmıştır. Eğer o bana muhtaçsa, ben Allâhʼa daha çok muhtacım. Ben de yarın onun duâsına muhtacım.
Yâ Rabbi Sen bana hidâyet nîmetini verdin, ben Sana nasıl bir kulluk içinde olayım?..” Bunun gayreti içinde bulunabilmek.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak -ben uzatmayayım sohbetimizi- şu Ramazân-ı Şerîfʼi -inşâallah- devam ettirelim. Onun için Cenâb-ı Hakkʼa ilticâ edelim. Ehl-i hâl kimseler, buyruluyor; altı ay kadar, geçirdiğimiz Ramazân-ı Şerîfʼin kabûlü için duâ ederlerdi.
Çünkü her ibadet, her şeyimiz duâya muhtaç. “Ben yaptım” yok. “Ben ettim” yok. “Sen yâ Rabbi!” var.
Diğer altı ay da tekrar Ramazân-ı Şerîfʼe kavuşmanın duâsı içinde yaşarlardı.
Rabbimiz -inşâallah- ibadetimiz bir huzur, kalp ve beden âhengi içinde; ahlâkımız, merhamet, şefkat, el-emin, es-sâdık olabilme, diğer hususiyetlerimiz, Rabbimizʼe -elhamdülillah- yaklaştıracak, Peygamberimizʼin ahlâkından, o rûhânî dokudan bir nasip alacak durumda olması.
Bunun tersinde “lâ ilâhe” Allahʼtan uzaklaştıracak; kibirdi, gururdu, fâizdi, hasetti vs. idi, israftı… Bilhassa günümüzde felâket bu, israftı, pintilikti vs…
Cenâb-ı Hak bu zemîme ahlâktan -inşâallah- bir kırıntı bile üzerimizde kalmaz -inşâallah-.
Bâzen felâketlerden korkarız. Bir deprem olur korkarız, sel olur korkarız. Doğru, bunlardan da beşer olarak korkarız. Fakat esas korkulacak olan, günahlarımızdır. Günahlarımızdan korkmak. Dilimizden çıkan yanlış kelâmlardan korkmak. Merhamet, şefkat fukarâsı olmaktan korkmak. İslâm karakter ve İslâm şahsiyetini tevzî edememekten korkmak. İslâmʼın güleryüzünü gösterememekten korkmak.
Bunlardan korkacağız ki “illâllah” kalbimiz Cenâb-ı Hakʼla beraber olacak -inşâallah-.
Rabbimiz tekrar tekrar Ramazân-ı Şerîfʼimizi kabul eylesin.
Âciziz, zayıfız. “Ben yaptım, ben kazandım, ben ettim.” yok.
Cenâb-ı Hak ne kadar lûtfetti!.. O hac âyetinde, o hacca gelenlere, o develere bile “damir” diyor Cenâb-ı Hak, belleri bile incelmiş. Artık açlıktan, şeyden o hayvanlar, o çöl yolculuğunda gidenlerin.
Bizlere Cenâb-ı Hak ne kadar çok ihsân etti. Üç saatte, dört saatte geliyoruz, gidiyoruz. Her türlü rahatlık. Cenâb-ı Hak lûtuf üzerine lûtuf. Fakat Cenâb-ı Hak:
ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ buyuruyor.
“Verdiğimiz nîmetlerden elbette, mutlakâ sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor.
Hamdi Efendi tefsirinde şöyle buyruluyor:
Ebû Bekir Efendimiz dışarı çıktı, çıkılmayacak bir saatinde günün. Arkadan, Hazret-i Ömer Efendimiz çıktı. Arkadan, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz çıktı.
Sordu Efendimiz:
“‒Niye bu saatte çıktınız?”
İkisi de dediler:
“‒Bir gıdâ aramak, bir gıdâ bulmak…”
Efendimiz aldı onları, bir varlıklı sahâbînin evine götürdü. Ev sahibi yoktu. Hanımı görünce çok sevindi, Efendimizʼi görünce bayram etti. İkram etti. O sırada Efendisi geldi. Efendisi de çok sevindi. Hemen bir kurban kesti. Güzel hurmalar, taze hurmalar koydu önlerine. Güzel bir de tatlı su koydu.
Efendimiz, Ebû Bekir Efendimiz, Ömer Efendimiz yediler. Sonra bir ikaz etti Efendimiz:
“‒Bakın…” dedi.
ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
(“O gün, (verdiğimiz) nîmetlerden elbette sorulacaksınız.” [et-Tekâsür, 8])
“‒Bunlardan da sorulacağız.” dedi.
Helâl; helâlden sorulacağız. Yani onların bedelini ödeyebilmek. Cenâb-ı Hakkʼa teşekkür. O hayvanı senin için yarattı. O tatlı suyu senin için verdi. Vâkıa Sûresiʼnde buyurduğu gibi, gökten tuzlu su da indirebilirdi sana. (Bkz. el-Vâkıa, 70)
Sonra bir delikanlı geldi. Yine tefsirde Hamdi Efendiʼnin.
“‒Yâ Rasûlâllah! (Dedi.) Ben (dedi) kurtuldum.” dedi. Bu;
ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
“Verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (Bkz. et-Tekâsür, 8)
“‒Fakat bende bir nîmet yok (dedi) hiç (dedi). Benim bir dikili ağacım yok (dedi). Dünyaya ait hiçbir şeyim yok.” dedi.
Efendimiz dedi ki:
“‒Gölgelendiğin bir ağaç var mı hayatta (dedi). Gölgesine sığındığın bir ağaç var mı?..” dedi. O ağacı senin için Cenâb-ı Hak yarattı.
“‒İçtiğin bir tatlı su var mı? (Dedi.) Ayağına giydiğin bir pabuç var mı? (Dedi.) İşte (dedi) sen (dedi) ondan sorulacaksın.” dedi.
Velhâsıl Cenâb-ı Hakkʼın lûtfuna sığınıyoruz, ilticâ ediyoruz. -İnşâallah- tekrar tekrar Ramazanʼımız mübârek olsun.
Belki girdik, belki gireceğiz, Kadir Gecemiz -inşâallah- bütün ümmet-i Muhammed için bereket ve rahmet olsun -inşâallah-. Bütün memleketimizi, vatanımızı, bütün İslâm âlemini Cenâb-ı Hak âbâd eylesin, ihyâ eylesin -inşâallah-. -İnşâallah- son nefesimiz de meleklerin müjdelediği bir bayram sabahı olsun -inşâallah-.
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
İbadette, tâatte, muâmelâtta, ahlâkta Rasûlullah Efendimizʼe benzeyebilmeyi, Oʼnun rûhânî dokusundan nasîb almayı Cenâb-ı Hak cümlemize ihsân eylesin, ikram eylesin, lûtfuyla keremiyle.
Duâmızın kabûlü niyâzıyla; Lillâhi Teâleʼl-Fâtiha!..