MUHABBETİN MÎZÂNI

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

Yıl: 2013 Ay: Nisan Sayı: 98

YARATILIŞ GAYESİ: KULLUK ve MUHABBET!..

Yaratılışın temelinde muhabbet vardır.

Bu âlemler yaratılmadan önce Allah Teâlâ, temsîlî bir ifade ile; «kenz-i mahfî / saklı, bilinmez bir hazine» idi. Bilinmeye muhabbet etti ve bu muhabbetle bütün varlıkları yarattı.

Bütün muhabbetlerin özü, ilâhî muhabbet…

Mevlâ, önce Zâtını kemâliyle tanıyacak Nûr-i Muhammedî’yi halk etti. Âdetâ O’nun zaman ve mekân dekoru olmak üzere de, bütün kâinâtı yarattı.

Cenâb-ı Hak, kullarına verdiği diğer sevgilerin ve muhabbetlerin hepsini de hakikatte kendi muhabbetine hazırlayıcı ve yükseltici birer vesile olarak ihsan buyurdu.

Hâlık nazarında hakikat böyle…

Aynı hakikate bir de yaratılmışlar nazarından bakınca;

Yaratılmış her varlık; Allâh’ı tanımak, yani mârifetullah gayesine mâtuf olarak yaratıldı. Her varlık, esmâ tecellîleriyle varlık aynasına yansıdı. Her varlığın mârifetullah derecesi aynı olmadı.

«Mârifetullah»ta en zirve nasip, Varlık Nûru, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in oldu.

Karşılıklı muhabbet akışı…

Allah sevdi; Habîbi eyledi. Habîbullah Efendimiz; mârifete erdi, muhabbete erdi, en müstesnâ ölçülerde tanıdı ve sevdi, vuslata erdi.

Kâinâtın sermest-i ilâhî olarak deverânı bu aşk ile oldu.

Hazret-i Mevlânâ bu sırra işaret ile sorar:

AŞK OLMASAYDI…

“Aşk olmasaydı, bu kâinat nereden olurdu?”

Takvâya erişmiş bir kalbin derûnî hisleriyle ve bu muhabbet gayesi nazarıyla temâşâ edildiğinde; her zerrede «muhabbetullâh»ın akisleri görülür, vuslat iştiyâkının ahları ve hicran iniltileri duyulur.

Hazret-i Mevlânâ sazlığından koparılan neyin lisân-ı hâlinden neler duyar:

“Neyi dinle, bak neler neler söylüyor. Allâh’ın gizli sırlarını ifşâ ediyor. Yüzü sararmış, içi boşalmış, başı kesilmiş, yahut neyzenin nefesine terk edilmiş olduğu hâlde dilsiz ve kelâmsız feryâd ederek; «Hû Hû, Allah… Allah…» diyor.”

Varlığın mâyesinde muhabbet olduğu için; cemâdat / cansız maddeler bile aşk ile mest ü hayrân olur, kendilerinden geçerler. Hazret-i Mevlânâ, peygamberler kervanında yaşanan hârikulâde hâdiselere işaretle nice misaller verir:

“Ey akıllı kişi! Nil Nehri’nin suyu, senin gözüne kan gibi görünür ama bana öyle görünmez. Benim gözümde o kan değildir, sudur.”

Hazret-i Musa devrinde; Nil Nehri, Firavun ve adamlarına kan, Hazret-i Musa ve mü’minlere su hâlinde tecellî etmişti. Çünkü cansız bir varlık olan su da;

«اَلْحُبُّ فِى اللّٰهِ: Lâyıkına muhabbet ve اَلْبُغْضُ فِى اللّٰهِ: Müstehakkına nefret» sırrına kulak vermiş, boyun eğmişti.

“Bildiğin demir, tunç; senin için demirdir, tunçtur. Ama Dâvud Peygamber’in eline gelince onlar yumuşar, mum kesilir.”

Sebe’ Sûresi’nin 10’uncu âyet-i kerîmesinde meâlen;

“…Ona demiri yumuşattık.” ifadesiyle beyân edildiği gibi, Hazret-i Dâvud; demir, bakır gibi ancak yüksek hararette eriyen madenleri, mûcize olarak muhabbetullah ateşinde eritir ve onlara şekil verir, onlardan zırh gibi eşyalar meydana getirirdi.

“Sana göre dağ pek ağırdır, kocamandır. Cansız bir kesâfet yığınıdır. Fakat Hazret-i Dâvud’un sesine ses katan usta bir hânendedir.”

Aynı âyet-i kerîmede, dağlara ve kuşlara Dâvud -aleyhisselâm- ile birlikte tesbîhatta bulunmaları emredildiği ifade buyurulur.

“Sana göre küçük, kırık taş parçaları; susarlar, konuşmazlar. Fakat Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in önünde fasîh bir dille Allâh’a hamd ederler.

Sana göre Medine’de Peygamber’in mescidindeki hurma kütüğü cansızdır. Ölü bir ağaç parçasıdır. Fakat o kütük; Peygamber’e âşık olmuş, O’ndan ayrı düşünce; ağlamaya, inlemeye başlamıştır. Cihânın bütün cüz’leri, parçaları; bilgisiz halka göre, ölüdür. Fakat Hakk’a karşı canlıdır. Bilgi sahibidir. O’na râm olmuştur.”

İnsan, varlık içerisindeki kıymetini işte bu mikyas ile ölçmelidir.

MUHABBETİN NE KADAR?

Cansız zannedilen varlıkları dahî cûş u hurûşa getiren Varlık Nûru -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e muhabbette insan, kendini; enbiyâ ile, ashâb ile, evliyâ ile değerlendirmekten imtinâ ediyorsa; O zâta hasretiyle yanan hurma kütüğüyle, O zâtın avucunda pür şevk kelime-i şahâdet getiren taş parçalarıyla, kendisini ziyaret ettiğinde tir tir titreyen Uhud Dağı’yla kendini mîzân etmelidir.

Bu mûcize şeklindeki tecellîler dışında da bütün varlık, Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh eder ve Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i tanır. Şu âyet-i kerîme ve müteâkip hadîs-i şerif bu hakikati teyid etmektedir:

وَاِنْ مِنْ شَیْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ٖ
وَلٰـكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْبٖ۪يحَهُمْ

“…Allâh’ı tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihlerini duyamaz, anlayamazsınız…”(el-İsrâ, 44)

مَا بَيْنَ السَّمَاءِ وَالْاَرْضِ اِلَّا يَعْلَمُ اَنّ۪ىٖ رَسُولُ اللّٰهِ ، اِلَّا عَاصِىَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِ

“Cinlerin ve insanların isyankâr olanları dışında, yer ve gökte bulunan bütün varlıklar; benim, Allâh’ın Rasûlü olduğumu bilirler.”(Ahmed bin Hanbel, Müsned, III, 310)

Muhabbet «الودود» el-Vedûd -azze ve celle-’den tecellî ettiği gibi, o muhabbetin akışı da Habîbullah Efendimiz’e doğrudur. O’nun olmadığı bir muhabbet, hakikî değildir.

Bezm-i Âlem Vâlide Sultan bu gerçeği yüzüğüne hakkettirmişti:

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl…

Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl?!.

Hazret-i Mevlânâ, sahih kaynaklarda yer alan, Peygamber Efendimiz’e hasretle inleyen hurma kütüğü kıssasını (Bkz. Buhârî, Cuma, 26) hâl lisânına tercümân olup zenginleştirerek şöyle anlatır:

İNLEYEN HANNÂNE

“Hannâne direği; Aziz Peygamber Efendimiz’in ayrılığından ötürü, duyan, düşünen bir varlık gibi inledi, feryâd etti.

Öyle ki mescidde hazır bulunan genç-ihtiyar herkes, bu inilti ve feryâdı duydu. Cansız bir direğin böyle inleyip feryâd etmesine, Rasûlullah Efendimiz’in ashâbı şaşırıp kaldılar.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, minberden indi ve mübârek elleriyle hurma kütüğünü okşayarak;

«–Ey hurma kütüğü! Ne istiyorsun? Bu feryâdın niye? Nedir bu hâlin?» diye derin bir anlayışla sordu.

Hurma kütüğü, kendi hâl lisânı ile konuşmaya başladı. Sıcak gözyaşları içinde dedi ki:

«–Yâ Rasûlâllah! Sen’in hicrânın beni yaktıkça yaktı. İçime tarifsiz bir gam, keder ve hasret doldurdu. Daha evvel hutbe vakitlerinde Sen’in dayandığın o talihli ve mesut direk bendim. Şimdi ise beni terk ettin; bir minbere yükseldin. Şimdi Sen’in mesnedin o minberdir. Fakat ey Allâh’ın Rasûlü! Lutfen ve merhameten bana hak ver, dünyada hangi varlık Sen’in bu hicrânına (Sen’den ayrı kalmaya) tahammül edebilir?»

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hurmanın bu derûnî muhabbet feryâdı karşısında onu tesellî sadedinde şöyle buyurdu:

«–Ey hurma kütüğü! Mademki feryâdın böyle bir ayrılık acısındandır, dile benden, ne dilersen!..

İster misin, Allâh’a yalvarayım da; seni doğunun ve batının bütün insanlarına meyve yetiştiren yemyeşil, dipdiri bir ağaç yapsın?

Yahut seni bir cennet fidanı, cennette bir servi fidanı eylesin ki, sonsuzluğa kadar taze ve genç kalasın!..»

Bu iltifâta mazhar olan hurma kütüğü, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den, yakıcı ve kavurucu aşkının bir tezâhürü olarak şu talepte bulundu:

«–Yâ Rasûlâllah! İkisini de istemem. Tek arzum; Sen’de fânî olmak, bunun için de beni gömüp yok etmen, beni bu fânî vücudumdan kurtarmandır.

Çünkü bir ağaç ne kadar taze ve güzel olursa olsun; gıdasını güneşten ve sudan alır. Hâlbuki benim hayatım, Sen’in nûrâniyetinin nûruyla beslendi. Sana destek olmanın, Sen’in harâretinle ısınmanın, Sen’de yanıp kavrulmanın lezzetini tattı. Ben artık bu hoş ve tatlı hazdan ayrılamam. Dâimâ bâkî olanı isterim. Beni öylesine göm ve yok et ki, Sen’de, Sen’in biricik nûrun içinde dirilip ebedî olayım.»

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o hurma kütüğünü toprağa gömdürdü. Tâ ki kıyâmet gününde insan gibi dirilsin!”

Hurma kütüğü gömülmek istedi, çünkü;

MUHABBET, BENLİĞİ ERİTMEKTİR…

Muhabbet, sevenin sevilende fânîliğidir. Sevenin benliği dipdiri dururken, hakikî bir aşktan bahsedilemez. Hazret-i Mevlânâ bunu bir başka misalle açar:

“Aşk olmasaydı ekmek nasıl olurdu da kendini sana yedirip senin vücuduna katılır ve sen olurdu? Bil ki ekmek, o aşk sayesinde kendini sana verdi ve sende fânî olarak sen oldu.”

“Aşk, ölü ekmeğe bile can bağışlıyor; fânî olan canını sana katıyor, ebedîleştiriyor.”

Misalde de olduğu gibi, muhabbet uğrunda fânîlik; aslında ebediyete adım atmaktır. Fânî âlemde, bâkî olana muhabbet ederek benliğinden, varlığından sıyrılmak; ebedî varlık âleminde saâdet ve huzûrun anahtarıdır.

Bu aşk ile tâc u tahtı bırakıp Hak yolunda hiçliğe bürünen İbrahim bin Edhem Hazretleri der ki:

“İlâhî muhabbetteki vecd ve istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek için bütün hazinelerini de krallıklarını da fedâ ederlerdi.”

Bu fânî oluşu idrâk edemeyen, fânî cesedin keyif ve hazlarından vazgeçemeyenler ise; aşktan, muhabbetten habersiz gafillerdir. Onlar, fânî ömürlerini saâdet sandıkları sefâletler içerisinde tüketip, perişan eyledikleri âhiretlerine sürüklenerek götürülenlerden olurlar.

«Muhabbetullah»ta mesafe kat eden kullar ise, fânîden yüz çevirip, Allâh’a yönelmek, O’nda fânî olmak ile ebedî saâdete erebilirler:

“Şunu bilesin ki, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine lütufta bulunduğu kul; cihânın gel-geç sevdalarını umursamayıp yüzünü asıl maksûd olan Hakk’a döndürür.”

Bu sırra eremeyen insan; fânî âlemin dekoru mahiyetinde olan cemâdat, nebâtat ve hayvanat gibi, kendi varlığını da dünyaya saplanmış kalmış zanneder. Hâlbuki, cemâdat, nebâtat ve hayvanâtın içinde dahî; «muhabbetullah» ile inleyen, şuur ve aşk misalleri zuhûr etmiştir.

“Ey gafil! Musa’nın ve Ahmed’in mûcizelerine nazar et! Asâ, nasıl ejderhâ oldu ve hurma kütüğü, nasıl irfan sahibi oldu ve inledi.”

“Muhabbetin hakikatini bir ağaçtan duy ve ondan ibret al! Kendini vücut ve dünya heveslerine mahkûm etme! Gerçek saâdetin ve mevkilerin en yücesinin, vücutlar ötesinde ve onların son bulduğu yerde olduğunu bil! Bil ki gerçek saâdet, fânî vücudun desîselerinden kurtulup ilâhî vuslata talip olmaktır.”

“Hazret-i Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisinden ayrı düştüğü için inleyen hannâne direğini okşadı. Sen, bir ağaçtan da aşağı değilsin. Hannâne direği ol da sen de ayrılıktan inle.”

Böyle ilâhî muhabbetten habersizleri Hazret-i Mevlânâ, ashâb-ı kehfin kelbi ile mîzân eder, daha aşağıda bulur:

Bil ki, içi ilâhî aşk ve muhabbetle dolu olmayan insan, ne kadar zavallıdır; belki hayvandan daha aşağıdır. Zira ashâb-ı kehfin köpeği dahî aşk ehlini aradı, buldu, rûhânî bir safâya erişti ve o has kullarda fânî olarak cenneti kazandı.”

Rabbimiz; bizleri ve nesillerimizi «muhabbetullah»tan mahrum, nefsinin zebûnu, zavallılar olmaktan muhafaza eylesin.

Bizleri; varlığının gayesini müdrik, muhabbetullah ve hubb-i fillâh yolunda mesafe kat eden, hicran iniltileriyle benliğinden sıyrılıp, vuslat ve saâdet diyarına huzûr ile yüz akı ile varabilen kullarından eylesin.

Âmîn!..