DiNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
MÜ’MİNLERİN DERDİYLE DERTLENMEYEN BİZDEN DEĞİLDİR
Allah bize birçok, önümüze garip, kimsesiz ve yalnızları sergiliyor. Birçok, önümüzde Muhâcirler var. Milyonları aşan Sûriyeliler var…
Muhâcir, Ensâr nasıl yaşadı? Cenâb-ı Hak bizlerin, onlar gibi olmamızı arzu ediyor. “…Onlara tâbî olan ihsan sahipleri…” (et-Tevbe, 100) buyruluyor.
Demek ki onlar da bizim için eğer, onların gönüllerini alabilirsek, bizim için bir rahmet olacak. Tam bir bayram yaşanacak. Sırf bu Kurban Bayramı, Ramazan Bayramı, bütün hâlimizi bayram hâline getirebilmek… Yalnızların, kimsesizlerin, mâtemlerin civârında bulunabilmek. Onların elemlerine ve sürurlarına ortak olabilmek.
Cenâb-ı Hak bizden böyle bir ictimâîleşme istiyor. Yani müslümanlar bir bedenin uzuvları gibidir. Kaybettiğimiz her insan, sanki bu bedenden koparılmış bir uzuvdur. Müʼmin bir kimsenin, bu hissiyâtı yüreğinin derinliğinde duyması zarûrîdir.
Hadîs-i şerîfte buyruluyor:
“Müʼminler birbirini sevmekte, birbirine acımakta, birbirini korumakta bir vücut gibidir. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvları da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa dûçâr olur.” buyuruyor Allah Rasûlü. (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66)
Yine Âlemlere Rahmet Efendimizʼin şu îkâzını hiçbir zaman unutmamak lâzım:
“Mü’minlerin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” buyuruyor. (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87)
Cenâb-ı Rasûl, bizden böyle bir yürek istiyor.
Bir hâdise, bu mevzuyla ilgili:
Allah dostlarından Seriyy-i Sakatî var, büyük hadis âlimi. Şamʼda hadis dersindeyken, bu hadîs-i şerîfi okuyor:
“Mü’minlerin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87)
O sırada bir talebesi geliyor:
“–Üstad! Sizin mahalle yandı, yalnız sizin ev kurtuldu, gerisinin hepsi yandı.” diyor.
“‒Elhamdü lillâh!” diyor.
Otuz sene sonra Seriyy-i Sakatî Hazretleri bir dostuna:
“‒Ben o günün tevbesi içindeyim.” diyor. “O gün kendi evimin yanmadığına sevindim, evi yananları düşünemedim…”
Yani müʼmin olmak, hayatın her safhasında müʼmin olabilmek…
İbrahim -aleyhisselâm-, putperest bir kavimle mücâdele etti. Yılmadan tevhîdi büyük bir fedakârlıkla tebliğ etti. Cenâb-ı Hakʼla dost olmak, büyük bir fedakârlık neticesidir.
Malından fedâkârlıkta bulundu “Halil İbrahim bereketi” oldu.
Candan fedâkârlıkta bulundu. Ateşin içine girdi. Nemrutʼun zulmünün karşısında tevhîdi korumak için ateşin içine atıldı. Yani canını verdi, can buldu ve Cenâb-ı Hakʼla dostluğa kavuştu.
En son evlâdından fedakârlık… Evlâdından fedakârlık olunca, onu kurban etmeye karar verdiği zaman, Cenâb-ı Hak ona:
“(Ey İbrahim!) Bu açık ve zor bir imtihandı.” (Bkz. es-Sâffât, 106)
“Sana selâm.” dedi. “Selâm olsun sana.” dedi. (Bkz. es-Sâffât, 109)
“Sana bir nam verdik.” buyurdu. (Bkz. es-Sâffât, 108)
Cenâb-ı Hak öyle bir nam veriyor ki, kıyâmete kadar her müʼmin, tahiyyattan sonra İbrahim -aleyhisselâm-ʼı anıyor, ona salevat getiriyor.
Bunlar nedir? Cenâb-ı Hakʼla dostluğu kazanmanın en güzel bir tezâhürü. Zira muhabbetin kantarı fedakârlıktır. Benim muhabbetim ne kadar? Fedakârlığın ne kadarsa muhabbetin o kadardır. Muhabbet, iki kalp arasındaki bir cereyan hattıdır.
Velhâsıl kurban ibadetinden asıl maksat, gerektiğinde Hak uğrunda her şeyden fedakârlıkta bulunabilmektir. Rabbimizʼe söz verdik. “Kālû belâ” dedik. (Bkz. el-A‘râf, 172) Tasdik ettik. Ve bu “Kālû belâ”yı hayatımız boyunca devam ettirebilmektir.
Yine bu kurban bayramında, orada takvâ imtihanını kazanabilmek, ancak itaat, teslîmiyet ve fedakârlıkla olmuş oluyor. Bu hususta Rabbimiz buyuruyor:
“Onların ne etleri ne kanları Allâhʼa ulaşır. Fakat Oʼna sadece sizin takvânız ulaşır…” (el-Hac, 37)
Bundan dolayı Mevlânâ Hazretleri diyor ki:
“Keçinin gölgesini kurban etme.” diyor.
Yani fedâkârlığı, kurban bayramının sana getirdiği fedakârlık şuurunu unutup da bunu “et yeme bayramı”, “kasaplık bayramı” olarak alma, diyor. Kendi fedakârlığını düşün, diyor. Onun için; “Keçinin gölgesini kurban etme.” diyor.
Zira kurban edilen hayvanın eti-kemiği, gölge varlıktır. Aslolan, onun ifâde ettiği mânâdır. Gönül, bu mânânın farkında olması zarûrîdir.
Cenâb-ı Hak niye kurban indirdi? Neyin mukâbilinde kurban indirdi? Hangi fedâkârlığın mukâbili Cenâb-ı Hak kurbanı indirdi? Bizim bu fedakârlığımız da ne kadar?
Onun için iç temizliği zarûrî… Onun için:
اَلتَّخَلِّي ثُمَّ التَّحَلِّي ثُمَّ التَّجَلِّي (Önce tahliye etmek, boşaltmak, temizlemek; sonra hâllenmek, ahlâklanmak; sonra da tecellîye erişmek)buyruluyor.
Yani baştan, kelime-i tevhîdi yaşayabilmek. لَا اِلٰهَyani Allahʼtan uzaklaştıran her şeyden kalbimizi koruyabilmek. En başta kalbimiz enâniyetin, bencilliğin putperesti olmayacak. Haksızlık olmayacak. Merhamet ve şefkat yoksulluğu olmayacak. Fitne olmayacak. Gurur, kibir, yalan olmayacak. Bu şekilde nefs-i emmâreden kalp temizlenecek, birinci fasılda. Bu, لَا اِلٰهَkelime-i tevhiddeki. Allahʼtan uzaklaştıran her şeyden kalp uzaklaşacak.
İkincisi “hâllenme”. اِلَّا اللّٰه Cenâb-ı Hakʼla beraberliği temin edebilme. Beraberlik nedir? Îman lezzeti duyulacak. Onun için, müʼmin dâimâ sevinçli olacak, hidâyetin sevinci olarak. Müʼmin olmanın sevincini düşüneceğiz dâimâ. Dünyayı verseler, bu dünyada kalacak. Fakat îmânın, hidâyetin lezzeti ise ebedî hayatımızda bizim -elhamdülillâh- büyük bir istikbâl.
اِلَّا اللّٰهDemek ki kul, îmânın ikinci merhalesi bu. Kötü husûsiyetler bertaraf edilecek, ikinci (olarak) اِلَّا اللّٰه kalpte Cenâb-ı Hakkʼın o beraberliği:
اَلَا بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
“Kalpler ancak Cenâb-ı Hakʼla (Oʼnun zikriyle) huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28)
Kötü kalp, yanlış duygularla dolu kalp, nasıl Cenâb-ı Hakʼla huzur bulabilir? Kalp Cenâb-ı Hakʼla, o kötü vasıfları bertaraf edecek ki kalp Cenâb-ı Hakʼla huzur bulacak.
Bunun neticesinde ne olacak? Cenâb-ı Hak “er-Rahmân”, “er-Rahîm”… O kulda merhamet artacak, hizmet artacak. Hâlıkʼın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı gelişecek.
“El-Emîn” olacak; en emniyetli insan olacak. En sâdık, en dürüst insan olacak. İkram sahibi olacak. Nezâket, zarâfet, incelik olacak. Affedicilik olacak.
Vakar olacak, İslâmʼın vakârını taşıyacak. Değişen şartlar altında sabır olacak. Edep olacak; müʼminin kartviziti. Hayâ olacak. Ve en mühimi; bu vasıflarla dolu bir kalp, ümmetin derdiyle dertlenecek. Sırf kendi evini aydınlatan bir ışık olmayacak.
Üçüncüsü; tecellîlere mazhar olma. Kim burada en başta: Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-.
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ Efendimiz buyuruyor ki: “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyuruyor. (Buhârî, Edeb, 96) En mühim, bu nîmete erme. Allah Rasûlüʼne bir ümmet olabilme, bunun sevincini yaşama. Bunun sevinciyle, insan sevdiği kimseyi taklit eder.
Demek ki Sünnet-i Seniyyeʼnin hayatımızın her safhasında olması… Bu nedir? Rakik, ince bir kalp olacak. Duygu derinliği olacak. Seyr-i bedâyî olacak; bu ilâhî azamet, ilâhî kudret akışları, ilâhî sanat… Kalpte mikrodan makroya kadar, kalpte ayrı bir duyuş, ayrı bir derinlik meydana getirecek.
Muhabbetullah olacak, zikrullah olacak, mârifetullah olacak. Kalp bu şekilde Cenâb-ı Hakʼla beraber olacak. Bir dostluk meydana gelecek. Bedenin kıblesi Kâbe olduğu gibi, kalbin kıblesi de Cenâb-ı Hak olacak.
Bunun neticesinde kalp, “mutmainne” olacak. Cenâb-ı Hakʼla huzur bulacak.
En büyük huzuru, Cenâb-ı Hakʼla beraber olması… Yani kendisinde ilâhî müşahedenin, ilâhî kameranın altında olduğu; bir idrak, şuur hâline gelecek. Onun huzuru olacak.
Allah kendisine ne ikram ettiyse bunu emânet olarak kabul edecek, Allah yolunda infak edecek.
Kalb-i selîm olacak. Rafine olmuş bir kalbe sahip olacak.
اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
(“Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89])
Berrak bir kristal gibi olacak. Yağan bir, tertemiz bir yağmur gibi olacak kalp. Dâimâ etrafındakilere bir rahmet tevzî edecek o kalp. Kalb-i selîm. Cenâb-ı Hak öyle bir kalbi cennete dâvet ediyor.
Kalb-i münîb olacak. O kalpte hayır ve şer netleşmiş, şüphelilerden kaçıyor. Böyle bir kalple Cenâb-ı Hak kulunu cennete dâvet ediyor. Böyle bir bayrama dâvet ediyor Cenâb-ı Hak, gerçek bayrama.
Yine, kardeşler!
İnsan şahsiyetine müessir iki vasıf vardır, tesir eden.
Biri; beraberinde bulunduğumuz kimse. Yani inʼikâs, insibağ. Nasıl bir atom infilâk ediyor, bir radyasyon veriyor. Müsbet-menfî tesiri oluyor. Bu radyasyonun en mühimi, insanın kalbinden… Ashâb-ı kirâm, o câhiliye insanı, bu inʼikâsla, bu transla tekâmül etti. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hiçbirinin eline kağıt-kalem vermedi.
Demek ki beraberinde bulunduğumuz insan mühim çok. Cenâb-ı Hak onun için:
كُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ buyuruyor. “…Sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119) buyuruyor.
“İnsan”, iki kökten geliyor kelime olarak. Bir; “üns”ten geliyor. İkincisi; “nisyan”dan geliyor.
“Üns”ten geliyor; insan ünsiyet ettiği kişinin şekline, biçimine giriyor, karakterine giriyor, şahsiyetine giriyor.
Yine burada Şeyh Sâdî-i Şîrâzîʼnin güzel bir ifâdesi var. Kur’ân-ı Kerîmʼdeki Ashâb-ı Kehf kıssasını misal göstererek şöyle diyor:
“Bir kelp -afedersiniz- bir köpek, sâlihlere bekçilik ettiği için sâdıklaştı. Kur’ânî bir ifâde kazandı.
Diğer taraftan ise Hazret-i Nûhʼun ikinci karısı, Hazret-i Lûtʼun karıları; bunlar fâsıklarla beraber oldu. Bunlar da cehennemlik oldu. Kocalarının sâlih peygamber olmaları bile bunlara tesir etmedi.”
Demek ki hayatımızda bize tesir edecek en mühim, beraberinde, arkadaşlığında bulunduğumuz kimseler. Onun için arkadaşlarımız sâlih olacak, sâdık olacak.
Sohbetler bizim için ayrı bir velînîmet. Ashâb-ı kirâm, bu sohbetlerle sahâbî oldu. Zaten “sohbet”, “sahâbî” aynı kökten geliyor.
İkinci müessir; lokmalarımız, kazançlarımız…
İrâde lokmaya âittir. Benim irâdem yoktur, aldığım lokmanın irâdesi vardır bende. Herkes zanneder ki benim irâdemle ben tesir ederim. Değil! İnsanın kazancı, ona göre, kazandığı yere doğru götürür. Yani lokma kişiyi yönlendirir.
Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anh- buyuruyor ki:
“Namaz kılmaktan zayıflayıp yay gibi olsanız, oruç tutmaktan eriyip çivi gibi olsanız, haram ve şüphelilerden kaçınmadığınız takdirde, Allah o ibadetleri kabul etmez.” buyuruyor.
Demek ki iki müessir; beraber bulunduğumuz insanın sâlih olması; kazancımızın helâl olması.
Hattâ buyururlar; bir insanın hayatına bak; israf var mı, pintilik var mı, nefsânî arzuların çılgınlığı var mı? Veyahut da takvâ hayatı mı var? Bu, kazancının bir göstergesidir…
Onun için kazançlarımıza çok çok dikkat etmemiz lâzım.
Bir de “nisyan”dan geliyor “insan” kelimesi. Nedir nisyan? Unutma. En çok insan kimi unutuyor? Rabbini unutuyor. Kendisine bu kadar ikram, ihsanda bulunan Rabbini unutuyor. Rabbini unuttuğu için günah işliyor. Onun için Rabbimiz buyuruyor:
“Allâhʼı unutan, Allâhʼın da kendilerini unutturduğu kişiler gibi olmayın…” (el-Haşr, 19) buyuruyor.
Velhâsıl bu hayatımızda, bir sefere mahsus bir imtihan dünyasında son nefese hazırlanabilmek… Gerçek bayram o…