“Müslümanın Gönül Dünyası” Üzerine Mülâkat – 2

Muhterem Osman Nûri Topbaş Hocaefendi ile “MÜSLÜMANIN GÖNÜL DÜNYASI” Üzerine Mülâkat – 2

Gönlü Gaflet ve Kasvetten Korumanın Yolu TAKVÂ

Altınoluk Dergisi, 2021 – Eylül, Sayı: 427

ALTINOLUK: Efendim; bu dönem Altınoluk Dergimizin okuyucularına hediye edeceği “Müslümanın Gönül Dünyası” adlı eserinizin başlığında da geçen “gönül” mefhumu üzerinde biraz daha durmak istiyoruz.

“Gönül ferman dinlemez!” denilmiş. Peki, Hak fermanını dinleyecek olan makbul bir gönül kıvamına erişebilmek ve o kıvamı muhafaza edebilmek için, nelere dikkat edilmeli?

Bu gayret çerçevesinde “okumak” nereye yerleştirilmeli?

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi: Evet, her uzuvda irâde vardır, yalnız kalpte irâde yoktur. İrâde karşısında en müstakil uzuv, kalptir. Onun irâdesi, ekseriyetle etrafından gelen müsbet veya menfî telkinlerle şekillenir. Kalp, âdeta su gibi, girdiği kabın şekline, rengine, âhengine bürünür. Dolayısıyla kalbi, sâlih ve sâdıkların tesir ve rûhâniyet alanında tutmak, fâsık ve gâfillerin tesirlerinden korumak elzemdir.

Îman, dilin ikrârı ve kalbin tasdîkiyle gerçekleşir. Yani bu yönüyle bakılınca, îman kalbin amelidir. İnsanın kalbî amelleri, niyet ve hisleri, bütün amellerinin de nüvesini teşkil eder. Hissiyâtın merkezi olan kalp tefekküre; tefekkür de irâdeye yön verir.

Dolayısıyla kalbi, Cenâb-ı Hakkʼın râzı olduğu hâlde tutabilmek, diğer uzuvlardan daha öncelikli ve ehemmiyetlidir.

Başta Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîfler olmak üzere, Hak dostlarının, takvâ ehli âlim ve âriflerin, sâlih mü’minlerin eserlerini tefekkür derinliğiyle okumak da, kalpteki hissiyâtı müsbet mânâda besleyen mühim bir feyz ve rûhâniyet vesîlesidir.

Fakat asıl mühim olan, satırlardan okumak değil, sadırlardan okumaktır. Nitekim asr-ı saâdete baktığımız zaman, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashâbının eline kalem-kâğıt vermedi. Onları sohbetleriyle yetiştirdi. Zira sohbette, gönüller arasında bir hâl sirâyeti, inʼikâs ve insibağ da vâkî olur.

Nitekim ashâb-ı kirâm, Peygamber Efendimiz’in mübârek akvâli ve ef’âli kadar, yani söz ve davranışları kadar, ahvâlinden de feyz almışlardır. Yani Efendimizʼin söz ve fiillerinde zâhir olmasa da, gül yüzüne akseden, tavırlarından hissedilen hâllerinden, Oʼnun gönül dokusundan da müstefîd olmuşlardır. Bu şekilde sahâbe kıvamına ermişlerdir.

Fakat bu nevî, yüz yüze, sadır sadıra sohbet imkânının bulunmadığı durumlarda, tıpkı Allah Rasûlüʼnün mektuplarının gıyâbında okunması gibi, Kur’ân ve Sünnetʼin mesajlarını gönüllere taşımayı hedefleyen İslâmî eserleri okuyup tefekkürde derinleşmek de, feyz ve rûhâniyeti takviye için son derece faydalı, hattâ lüzumludur.

Bilhassa televizyon ve internetin, menfî neşriyâtın, aldatıcı modaların, kandırıcı reklâmların, mâneviyâta zehir serpen mâlâyânînin, âhireti unutturan dünyevîleşmenin her yönden zihinlere ve gönüllere musallat olduğu günümüzde; can kulağımızı hak ve hakîkatin sadâsına yöneltmek, hikmet ve ibretlerin irşâdına gönüllerimizi açmak, son derece mühim bir ihtiyaçtır.

Zira İmâm Şâfiî Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

“Sen kendini hakla meşgul etmezsen, bâtıl seni işgal eder.”

ALTINOLUK: Efendim; Kâinat, Kur’ân-ı Kerîm ve insanın hakîkatinin ve bunlar arasındaki münâsebetin doğru okunmasında gönül kıvamının nasıl bir rolü var?

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi: Mü’minin gönül kıvamı deyince; mârifetullah, muhabbetullah, ihlâs, takvâ, ihsan, maiyyet, akrabiyyet, sabır, şükür, rızâ gibi kalbî vasıfların akla geldiğini, mülâkatımızın ilk kısmında ifade etmiştik.

Bu vasıflarla müzeyyen bir gönlün hayat ve hâdisâtı tahlil edişiyle, bu vasıflardan mahrum olan ham ve nâdan bir gönlün tahlil edişi arasında dağlar kadar fark vardır. İkisi de zâhiren aynı manzaraya bakar, fakat her ikisinin de gördüğü şeyden anladığı mânâ bambaşkadır.

Bunun için bir ârif zât:

“Bu cihan, âkıller için, (yani akıl sahipleri için) seyr-i bedâyî (ilâhî sanatın eserlerini ibretle temâşâdır), ahmaklar için ise yemek ile şehvetten ibarettir!” buyurur.

Şeyh Sâdî de:

“Akıl sahipleri nazarında yeşil ağaçların her bir yaprağı mârifetullah için bir dîvandır. Gâfiller için ise bütün ağaçlar bir yaprak bile değildir.”

“Akıllı insan, şaka ve masaldan bile hikmet dersi çıkarır. Gâfile ise hikmetli sözlerden yüz bâb okusan, ona masal gelir.” der.

Burada Mevlânâ Hazretleriʼnin gâfil insanların aşk ve muhabbet gibi ulvî duygulara bile kendi sığ bakış açılarıyla nasıl da yanlış mânâlar yüklediklerine dâir îkâzı akla geliyor. Buyuruyor ki Hazret:

“İnsaf et; aşk ne güzel bir şeydir. Onu zedeleyen ise senin kötü huylarındır. Sen, şehvete aşk adını koymuşsun. Âh bir bilsen, şehvetle aşk arasında ne uzun bir mesafe var!

İlâhî aşk, mü’mini uyanık tutar. Dünyevî ve şehevî aşklar ise insanı ahmak ve sersem eder.”

Yani gönül âlemi ilâhî hakîkatlerle nurlanmış bir müʼminin firâset ve basîret dolu ârifâne bakışı nerde; hak ve hakîkat mahrumu bir gönlün nefsânî karanlıklar içindeki gâfilâne bakışı nerde!..

Zamane şerlerinden korunmadığı için gaflet mezbelesine dönmüş bir gönül, hakîkatlere âmâ kesilir. Ahmaklaştığı için, sefâleti saâdet zannetmeye başlar. Hayatı, hâdisâtı ve kâinâtı alık ve abus bir çehre ile seyreder.

Dolayısıyla da ne Kur’ân-ı Kerîm âyetlerini doğru anlayabilir, ne de varlıkların hâl lisânına âşinâ olabilir. Hayatta olup bitenleri, bu cihana niçin geldiğini, kimin mülkünde yaşadığını, yolculuğun nereye olduğunu, idrâk edemez.

Bunun için, Yusuf Has Hâcib’in mânidar bir ifadesi vardır:

“Akıl sahiplerinin sözü, akılsızlara gözdür.” buyurur.

Yani küllî akla râm olarak gerçek akıl sahiplerinden olan peygamberlerin, evliyâullâh’ın tebliğ ve irşadlarına gönül vermek ve onları kendine rehber edinmek; sırât-ı müstakîm üzere yaşayabilmek için elzemdir.

Velhâsıl, asıl gören, kalptir; göz ancak kalbe bir gözlük vazifesi icrâ eder.

Meselâ bir denize kıyısından bakanlar, onun sadece sathını görürler. Fakat denize dalan mâhir bir dalgıç, indiği her derinlikte bambaşka manzaralar seyreder. Bunun gibi, bir rahle başında oturup Kur’ân okuyan herkes, ondan ancak kalbî derinliği nisbetinde istifâde eder.

Kur’ân-ı Kerîm, gönülleri takvâ ile müzeyyen müʼminler için hidâyet rehberidir, şifâ ve rahmet vesîlesidir. Buna mukâbil, zâlimlerin ise ancak azgınlık ve hüsrânını artırır, buyruluyor âyet-i kerîmelerde.[1]

Asr-ı saâdette pek çok müşrik ve münâfıklar da Kur’ân-ı Kerîm’i okuyor yahut dinliyordu. Fakat bu, onlardan birçoğunun sadece hüsrânını artırıyor, kin ve inadını şiddetlendiriyordu. Zira gözleri var fakat görmüyorlardı, kulakları var lâkin işitmiyorlardı, kalpleri var ama hissetmiyorlardı.

Yani herkes kalbî yapısına göre bir idrâke sahip. Meselâ Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bakınca insan sûretinde bir fazîlet âbidesi seyretti, O’na hayran oldu, “Canım-malım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” dedi, sâdık bir peygamber âşığı oldu.

Ebû Cehil ise Peygamber Efendimiz’e bakınca, kendi iç dünyasındaki katranı gördü. Bu yüzden dehşetli bir nefrete kapıldı, azılı bir düşman kesildi.

Dolayısıyla, gönül kıvamı çok önemli… Gönlünü hamlıktan, sığlıktan, şefkat ve merhamet fukaralığından kurtarmak, mânen olgunlaştırmak, her mü’minin vazifesidir.

Bu hususta da “Üsve-i Hasene”miz, yani emsalsiz örnek şahsiyetimiz olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. O, câhiliye insanının çorak ve kurak gönül dünyasını nasıl ihyâ etti? Orada fazîlet filizlerini nasıl yeşertti? Nasıl bir örneklik sergiledi? Hangi terbiye usullerini tatbik etti?

Öyle ki, bu nebevî terbiye neticesinde dünyevî câzibeler ashâbın gözünden ve gönlünden düştü. Âdeta bir çakıl taşına döndü. Güneş doğduğu zaman sönen yıldızlar gibi hükmünü yitirdi dünyevî câzibeler. Uhrevî gâyeler ise gönüllerin en büyük ideali oldu.

İşte bunun için, zihnî bilgiler kâfî değil, kalbî hassasiyetlere ihtiyaç var.

Meselâ Mevlânâ Hazretleri, ilimde zirveydi. Selçuklu Medresesiʼnin dersiâmıydı. Fakat onun kalbî hayatta, tasavvufî iklimde en çok mesafe katetmesine vesîle olan, Şems-i Tebrizî adlı bir dervişti.

Şems-i Tebrizî, gönlü aşk-ı ilâhî ile dolu, rûhundan rahmet taşıran bir kuldu. Mevlânâ kadar bir zâhirî ilmi de yoktu. Buna rağmen Şems, Mevlânâʼnın rûhundaki aşk ve muhabbet okyanusunu keşfetti. Ona âdeta ayak bağı olan nefsânî duyguların prangalarını kırdı.

Şems, tıpkı bir petrol okyanusuna atılan kıvılcım gibi, Mevlânâʼnın gönlüne aşk-ı ilâhî kıvılcımını attı. Fakat ortaya çıkan devâsâ aşk-ı ilâhî yangını karşısında, kendisi de hayretler içinde kaldı.

Eski hâlini “hamdım” diye ifade eden Mevlânâ Hazretleri, işte o ilâhî aşk yangınında; “piştim ve yandım” dedi.

Dîvân-ı Kebîr, Mesnevî, Fîhi Mâ Fih, Mecâlis-i Sebʼa, Mektûbât isimli muhteşem gönül eserlerini kaleme aldı.

Hazret-i Mevlânâ; merhamet, şefkat ve diğergâmlığın ne olduğunu, aklen ve ilmen biliyordu. Fakat Şemsʼin irşâdıyla kalben de idrâk edince, yani ilmeʼl-yakînden, ayneʼl-yakîn ve hakkaʼl-yakîn mertebesine terfî edince bambaşka bir görüş ufkuna erişti. Yeryüzünde üşüyen varken kendini ısınma hakkına sahip görmemeye başladı. “Biliyorum ki yeryüzünde üşüyenler var, ben artık ısınamıyorum.” dedi.

ALTINOLUK: Efendim; bilhassa günümüzde muhtelif alâka ve havâtırlarla kuşatılmış gönüllerin maddî ve mânevî mânâda muhafaza edilmesi sadedinde, istiğnânın müslüman şahsiyetindeki yeri nedir?

Gönülleri gaflet sarhoşu yapan zamâne şerlerinden kendimizi nasıl muhafaza edebiliriz?

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi: Gönlü gaflet ve kasvetten korumanın yolu, takvâyı doğru anlamak ve ona sımsıkı sarılmaktan geçer.

Peki takvâ nedir?

Takvâ; nefsânî ihtirasları bertaraf etmek, rûhânî istîdatları inkişâf ettirmektir. Allâhʼın rızâ ve muhabbetini kaybetme korkusuyla, Oʼnun yasakladığı şeylerden, kalben ve bedenen uzak durmaktır.

İlâhî bir imtihan mekânı olan bu dünyada, âdeta mayınlı bir arazide yürüyormuşçasına, adımlarımıza dikkat etmektir takvâ.

Takvânın mâhiyetini müşahhas bir şekilde îzah eden güzel bir misal var:

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bir gün Übey bin Kâ‘b -radıyallâhu anh-’a takvânın ne olduğunu sorar. Übey -radıyallâhu anh- da ona:

“–Sen hiç dikenli bir yolda yürüdün mü ey Ömer?” der.

Hazret-i Ömer:

“–Evet, yürüdüm.” karşılığını verince bu sefer:

“–Peki, ne yaptın?” diye sorar. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Elbisemi topladım ve dikenlerin bana zarar vermemesi için bütün dikkatimi sarf ettim.” cevâbını verir.

Bunun üzerine Übey bin Kâ‘b -radıyallâhu anh-:

“–İşte takvâ budur.” der.

Takvânın en güzel tezâhürü; kalbi en başta küfür, nifak ve şirk gibi mânevî felâketlerden, sonra da riyâ, ucub, gurur, kibir, cimrilik, israf, tecessüs gibi çirkin huylardan korumaktır. Bunun için de haramlardan, tıpkı ateşe düşmekten kaçar gibi kaçmak, Cenâb-ı Hakkʼın emirlerini aşk, vecd ve istiğrâk içinde edâya koşmaktır.

Kalp, çevresinden gelen tesirlerle irâdeye yön verdiği için, kalbi sâlih ve sâdıkların meclisleriyle, sohbetleriyle, yakınlık ve dostluklarıyla, muhabbetleriyle mânen takviye etmek şarttır.

Buna mukâbil yine kalbi, kâfirlerin, fâsıkların, gâfillerin inʼikâsından korumak da zarurîdir.

Zira Cenâb-ı Hak Tevbe Sûresiʼnin 119. âyetinde:

“Ey îman edenler! Allahʼtan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” buyuruyor.

Enʼâm Sûresi 68. âyette de:

“Âyetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak dur! Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zâlimler topluluğu ile oturma!” buyuruyor.

Niçin veriliyor bu ilâhî tâlimatlar? Çünkü kalpler arasında inʼikâs oluyor. İmam Gazâlî Hazretleriʼnin buyurduğu gibi, fâsıklar ve gâfillerle zâhirî beraberlik, zamanla zihnî beraberliğe, zihnî beraberlik de bir müddet sonra kalbî beraberliğe dönüşür. Bu ise, insanın adım adım helâke sürüklenmesi demektir.

Varlığın aslı tek olduğu için, bütün kâinatta da bir aynîleşme temâyülü vardır. Meselâ; bir odanın herhangi bir köşesinde bir esans şişesi devrilse, bundan etrafa yayılan güzel râyiha, odayı dolduran bütün hava zerrelerinde eşitleninceye kadar, o râyihayı fazla emmiş olan zerrelerden, diğer zerrelere doğru sürekli bir sirâyet (geçiş) gerçekleşir.

Yahut sokakta bir kanalizasyon borusu patlasa, onun kötü kokusu, bütün sokağa aynı şekilde yayılmaya devam eder.

Bu keyfiyet, bir fizik kânunudur. Fakat mâneviyatta da durum bunun gibidir. Sâlihlerin de gâfillerin de hâlleri, etraflarına sirâyet eder.

Yine fizikten bir misalle devam edelim: Bir atom, enerjiye dönüştüğü zaman, gözle görülmeyen, fakat tesiri hissedilen müthiş bir radyasyon yayar.

Aynen bunun gibi, kalpler de etraflarına bir enerji yayarlar. Bu enerjinin müsbet olanına feyz ve rûhâniyet diyoruz, menfî olanına ise gaflet ve kasvet diyoruz.

Bu hususlara kitabımızın “Sâlihlerle Beraberlik, Fâsıklardan Sakınmak” bahsinde de epeyce yer verdik. Orada ifade ettiğimiz gibi, dünyaya dalmış gâfillerin nefsânî refah ve şatafatlarına özenmemek, bunlardan müstağnî kalabilmek, gönül dünyamızın sıhhat ve selâmeti için son derece mühimdir.

Efendimiz r:

“Allâh’ım! Bana ne bir fâcirin ne de bir fâsığın, yardımını da ikramını da nasîb etme!..” niyâzında bulunuyor. (İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Mücâdele, 22)

Niçin? Çünkü insan ihsâna mağluptur. İyiliğini gördüğü kimselerin tesiri altında kalır. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de mübârek kalbinin, fâcir ve fâsık kimselere meyletmemesi için bu niyazda bulunuyor.

Küfrün, şirkin, nifâkın, velhâsıl bâtılın temsilcileri tarafından yapılan bir duvara bile “aman ne güzel” demek, onlara ufacık bir iltifat nazarıyla bakmak bile, bâtılın îtibârını artıracağından, îmâna zarar verir, Cenâb-ı Hakkʼın gazabını celbeder.

Yine hadîs-i şerîfte buyruluyor:

“Münâfığa, «efendi» demeyiniz. Eğer onu efendi kabul edecek olursanız, Azîz ve Celîl olan Rabbinizʼin gazabını üzerinize çekmiş olursunuz.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 83; Ahmed bin Hanbel, V, 346)

Demek ki Allâh’ın sevmediği kimselerin muhabbetinden de kalplerimizi korumamız elzem. Îman da esasen muhabbeti doğru kullanabilme sanatıdır. Lâyıkına muhabbet, müstahakkına nefret meziyetidir. Hubb-i fillah, yani Allah için sevmek kadar, buğz-i fillah, yani Allâh’ın sevmediklerine Allah için buğzetmek de îmânın bir sıhhat şartıdır.

Dolayısıyla;

Hazret-i İbrahimʼi sevmek kadar, Nemrudʼa buğzetmek,

Hazret-i Mûsâʼyı sevmek kadar Firavunʼa nefret duymak,

Peygamber Efendimiz rʼi sevmek kadar Ebû Cehil’den ve günümüzdeki temsilcilerinden nefret etmek de îmânın bir gereğidir.

Nitekim Tebbet Sûresi’nde, Peygamber Efendimiz’in amcası olmasına rağmen azılı bir müşrik olan Ebû Leheb’e buğz etmemiz telkin edilmektedir.

Günümüzde zamâne şerlerinden korunmak, ne mağaralara çekilmekle, ne de dağ başlarında inzivâ hayatı yaşamakladır. Zira İslâm, bizlerden içtimâîleşmeyi ister. Toplum içinde; hâlimizle, kālimizle, ahlâkımızla yüce dînimizin güzel bir temsilcisi olmamızı, Cenâb-ı Hakkʼın yeryüzündeki şâhitleri olmamızı ister.

Bu hususla ilgili -eserimizde de geçen- bir hâdiseyi zikretmek isterim:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ashâbından bir kişi, içinde tatlı su gözesi bulunan bir dağ yolundan geçer. Orası çok hoşuna gider ve:

“–Keşke insanlardan ayrılıp şu vâdide otursam. Ama Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-r’den izin almadan bunu aslâ yapamam.” der. Sonra arzusunu Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e anlatır.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Sakın böyle bir şey yapma! Çünkü sizden birinin Allah yolunda çalışıp gayret sarf etmesi, evinde oturup yetmiş sene namaz kılmasından daha fazîletlidir…” buyurur. (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 17)

Bugün bizler de evimizde, yakın çevremizde, sokağımızda, işimizde, çarşı-pazarda, velhâsıl toplumun içinde “halvet der encümen” düsturuyla, “el kârda gönül yarda” şuuruyla, yani halkın içinde Hak’la beraberliği yaşamak mecburiyetindeyiz.

ALTINOLUK: Efendim; son olarak, Altınoluk Dergimizin bu dönem abonelerine vereceği bu hediye kitabı alan bir okuyucuya âzamî istifade için nasıl bir okuma usûlü tavsiye edersiniz?

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi: Faydalı okuma, gönül gözüyle okumadır. Kıymetli okuyucularımıza da, “Müslümanın Gönül Dünyası”nı gönül gözüyle okumalarını tavsiye ederiz.

Okunan her bir nükteyi tefekkür ederek, okuduklarıyla kendi vaziyetlerini mîzân ederek, kendilerine âdeta bir reçete çıkararak okumalarını ve -şâyet dinliyorlarsa- tasavvufî sohbetlerin âdâbına riâyet ederek dinlemelerini tavsiye ederiz. Ashâb-ı kirâmın sohbetlerde büründükleri dikkat ve edep hâline riâyet ederek, tefekkürle dinlemelerini arzu ederiz.

Fakat işin en mühim tarafı, elbette, okuduğunu anlamak ve hayatına tatbik edebilmektir. Zira okumak, söylemek, dinlemek kolaydır. Esas zor ve kıymetli olan, öğrendiklerini yaşayıp yaşatabilmektir. Öğrendiğimiz hakîkatlerle amel edebildiğimiz nisbette, gönlümüzde o hususla ilgili bambaşka ufuklar açılır, idrâkimiz inkişâf eder, sır ve hikmetlerden hisseler almaya başlarız -inşâallah-.

Rabbimiz’den bu hususta da -kendimizle birlikte- bütün kardeşlerimize muvaffakıyetler niyâz ederiz. Gayret kuldan, tevfik Allah’tandır.

Cenâb-ı Hak, bu nâçizâne eserimiz vesîlesiyle, kıymetli kardeşlerimizin gönüllerinde -inşâallah- hayırlı tesirler halkeylesin.

Âmîn!..

[1] Bkz. el-Bakara, 2; el-İsrâ, 82; el-Mâide 64, 68.