1994 – Eylul, Sayı: 103, Sayfa: 034
Uçsuz bucaksız bir ormanda azılı bir arslan yaşamaktadır. Ormandaki bütün hayvanlar korku içindedirler. Böyle yaşamaktansa bir çare ararlar. Düşünür, taşınır, aralarından bir heyet seçerek arslana gönderirler:
– “Ey ormanların şahı arslan!. Her gün içimizden birini yakalıyor, yiyorsun!. Buna bir diyeceğimiz yok, fakat bu zahmet niye? Sen tahtında otur, biz, sana her gün içimizden birini yollarız, sen de rahatça yersin! Böylece, biz de, sen de huzur içinde ömrümüzü geçiririz!.” derler. Bu teklif arslanın hoşuna gider. Kabul eder. Artık her sabah bir hayvan kendi ayağı ile gelip arslana teslim olmaktadır.
Günlerden bir gün, sıra tavşana gelir. Hayvanlar:
– “Eh ne yapalım, kısmet böyle!. Çoğumuzun rahatı için birimizin ölmesi gerek!. Haydi vakit geçirmeden yola düş!. Arslanı kızdırmayalım.” derlerse de tavşan işi ağırdan alır, pek aldırmaz. Hayvanlar telaş içindedirler. Nihayet yalvara yakara tavşanı yola düşürürler…
Tavşan, kayıtsız, seke oynaya arslanın huzuruna gelir ama, vakit de bir hayli ilerlemiştir.
Açlıktan ateş püsküren arslan, kükrer:
– “Nerede kaldın? Bu gecikmene sebep ne?”
Tavşan, yalancı bir telaşla terlerini siler, boynunu büker:
– “Aman efendim, ben saygıda kusur etmedim. Sabah erken yola çıktım ama, diğer bir arslan yolumu kesti, elinden kurtuluncaya kadar neler çektiğimi bilemezsiniz?”
Arslanın öfkesi büsbütün başına vurur:
“Kim bu küstah? Bu ormanda yalnız benim hükmüm geçer. Kimmiş o, çabuk söyle?”
Tavşan durumdan memnun, hep öteki arslanı över, böylece arslanın haysiyetini tahrik eder. Arslan dayanamaz:
– “Düş önüme, göster bu alçağı!.” der, yola düşerler. Tavşan arslanı bir kuyunun başına getirir:
– “İşte sultanım, bu kuyunun içinde!. Bakınız nasıl da kurulmuş.”
Arslan hırsla kuyunun içine bakar. Suda aksini görür. Hırlamaya başlar, kuyudaki aksi de hırlar. Tavşan fırsatı kaçırmaz:
– “Görüyor musunuz efendim? Size nasıl da meydan okuyor.” der.
Arslan büsbütün hiddetlenir, gözleri döner. “Bir diyarda iki sultan olamaz, parçalamalıyım onu!.” diye mırıldanır. Ardından da: “Gümm..” diye kuyuya atlar.
Her şey bitmiştir artık. Tavşan yemyeşil çayırlarda seke seke hayvanlara kurtuluşlarını müjdeler.
MESNEVİ: -“Ey kişi… Sen bu dünya kuyusunun dibine, hırsla, tamahla atlamış, mahpus bir arslansın. Nefsini yen de tavşan gibi hür dolaş… Senin tavşan nefsin, sahrada yiyip içmekte, zevk ve safa etmekte. Sen ise şu dedikodu ve münakaşa kuyusunun dibindesin!” (Beyit: 1350-1351)
Ebu Mücahid -radıyallâhu anh- buyurur:
“Allah’ın -celle celâlühû- yarattığı en ahmak mahluk nefistir.” Çünkü, hep kendi aleyhine olanı ister.
Allah -celle celâlühû- nefsi yarattığı zaman sordu:
– “Sen kimsin, ben kimim?” Nefis cevap verdi:
– “Sen sensin, ben benim!..”
Hz. Musa -aleyhisselâm- zamanında gizli ilimler ve hassaten sihirbazlık ilerlemişti. Onun için Hz. Musa -aleyhisselâm- da asasını meydana attığı vakit canavar şeklinde gözüktü. Ve O, asayı kızıl denize vurunca, deniz yol oldu ve ümmeti geçti. Tasavvuf uleması iş’arî mana olarak, Hz. Musa -aleyhisselâm- ın asasının nefsine delalet ettiğini ifade etmişlerdir. Hz. Musa, o asaya dayanıyordu. Cenab-ı Allah -celle celâlühû- onu attırınca nefsinin ne büyük bir canavar olduğunu öğrendi ve ürktü. Çünkü, Rabbi Musa -aleyhisselâm-‘a sormuştu:
– “Elindeki nedir?”
– “Asadır, Ya Rabbi!”
– “Onu ne yapıyorsun?”
– “Ona dayanıyorum..”
– “Benden başka dayanacak, sığınacak bir şey olmadığını bilmiyor musun? At onu elinden!..”
Hz. Musa -aleyhisselâm- asayı atınca onun hakikatini görmüştü. Fakat O, nefsini ıslah etmesi, onun hakikatini bilmesiyle kavmini yola getirmiş ve sihirbazları aciz bırakmıştı…
Zülkarneyn -aleyhisselâm-, ölüm endişesi ve nefs engelini aşmaya çalışan bir kavme uğradı. Oradaki insanların elinde dünya serveti namına bir şey yoktu. Rızıklarını sebzeden te’min ederlerdi. Sebzelerini korumakta çok ihtimam gösterirlerdi. Ayrıca bu kavimde herkes kendi mezarını kazar, hergün mezarını temizler ve ibadetlerini burada yapardı. Zülkarneyn -aleyhisselâm- bunların hükümdarlarını çağırttı. Hükümdar:
– “Ben kimseyi istemiyorum. Beni isteyen de yanıma gelir.” dedi.
Zülkarneyn -aleyhisselâm- bu söz üzerine hükümdarın yanına giderek:
– “Ben seni davet ettim, niye gelmedin?” dedi. Hükümdar:
– “Sana bir ihtiyacım yok, olsa gelirdim.” cevabını verdi. Bunun üzerine Zülkarneyn -aleyhisselâm-:
– “Bu haliniz nedir? Sizdeki bu hali kimsede görmedim.” deyince hükümdar:
– “Evet biz altın ve gümüşe kıymet vermiyoruz. Çünkü baktık ki, bunlardan bir miktar, bir kimsenin eline geçerse, bu sefer daha fazlasını isteyecek ve huzuru bozulacak. Onun için dünyalık peşinde değiliz.” dedi.
Zülkarneyn -aleyhisselâm-:
– “Bu mezarlar nedir? Neden bunları kazıyor ve ibadetlerinizi burada yapıyorsunuz?” diye sordu. Hükümdar:
– “Dünyalık peşinde koşmamak için bunu böyle yaptık. Mezarları görüp de oraya gireceğimizi hatırlayınca, her şeyden vaz geçeriz.” dedi.
Zülkarneyn -aleyhisselâm-:
– “Niçin sebzeden başka yiyeceğiniz yoktur? Hayvan yetiştirseniz, sütünden, etinden istifade etseniz olmaz mı?” dedi. Hükümdar:
– “Midelerimizin canlı hayvanlara mezar olmasını istemedik. Bitkilerle geçimimizi sağlıyoruz. Zaten boğazdan aşağı geçtikten sonra hiç birinin tadını alamayız.” diye cevap verdi.
Cenab-ı Hakk buyurur:
“Ey Rasulüm, nefsanî arzularını kendisine ma’bud edineni gördün mü? Şimdi sen mi ona vekil olacaksın?”(Furkan Suresi, Ayet:43)
“Ey Rasulüm, heva ve hevesini ilah edinen kimseyi gördün mü?” (Câsiye Sûresi, Ayet:23)
Bu iki ayet-i kerîme insanoğlunun kendini cehenneme mahkum eden handikabını ve zaaflarını hatırlatır.
Demek ki, arzular mihrap ve kıble haline gelince insan, zaaflarının putperesti oluyor. Aslî hakikatini, derunî istidatlarını dumura uğratıyor…
Kendini nefs canavarına teslim eden insanın acıklı akıbeti ne hazindir. Ten planında ömrünü idame ettirmek için, öteleri düşünmek istemez. Hakîkatine ereceği ölüm kendisi için kabus olur. Çünkü ölüm, bir istikbal endişesi doğurur.
İnsanın en mühim irfanı, toprak bilmecesini çözmekle başlar. Fikirler, çalışmalar, gönüller toprak altında pervaneleşmedikçe bu karanlık ülkenin sırrına, iklimine, yakınlığına girilemez.
Sînemizden her kopan nefesin birer cenaze halinde bizden uzaklaştığını görünce, korkunç ve meçhul istikbalin karanlıkları içimize çökerek;
“Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime!.” teranesi dudaklarımızın son nasibi olursa, hayatın manası ve cazibesi ne olabilir? Mezarlık hududunu aşamayan bir hayat yolcusunun kartondan eşyaların, nefsanî yıldızların ve zilli zevallerin (biten gölgelerin) esiri olması ne hazindir.
Hayat, beşik ile tabut arasındaki dar bir koridor ve yolculuktur. Dünya hayatı, sonsuz zaman şeridi içinde bir sabun köpüğünden farksızdır.
İnsanların idraklerinde beliren hayat anlayışı nedir? sorusuna, toprakların rutubeti ve mezar taşlarının katılığı en gerçekçi bir cevap olur. Bu takdirde, nefsanî arzular ve ten planında geçen hayattan daha acı ne olabilir?
Öteden beri beşeriyeti, peygamberlerin irşadlarına rağmen ölüm mes’elesi çok meşgul etmiştir. Zihinlerde zehirli bir yılan gibi çöreklenen, zaman zaman iz’ac halkaları ile kımıldanan bu soru, türlü nefsanî ifadelerle susturulmak istenmiştir.
Herkesi hayat mevzuunda daha üstün ve ateşli girdap halinde saracak olan ölüm, istisnasız başlara çökecek en çetin bir istikbal endişesi ve musibeti veya rahmetidir… Beşer tefekkürü ile kavranmasına imkan bulunmayan bu istikbal düğümünü çözebilmek, nefs engelini aşıp, vahyin sesine kulak verip, peygamberlerin ve evliyaullahın gönül ikliminin aşk, vecd ve istiğrakından nasib ve feyz alabilmekle kabildir.
Mevlana -kuddise sirruh- buyurur:
“Ey salik.. Musa da Fir’avn da senin varlığında mevcuddur. Bu iki hasmı kendinde aramak gerektir.”
Vahyin ışığında aydınlan ki, sendeki Musa, sendeki Fir’avn’a galip gelsin!..