Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri
Yıl: 2012 Ay: Aralık Sayı: 94
CİHÂDIN BÜYÜĞÜ
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve ashâbı, Tebük Gazvesi’nden dönüyorlardı.
Çok sıcak bir mevsimde, çöllerde bin kilometrelik mesafeye gitmişlerdi. Yolculukta açlık, susuzluk gibi birçok çaresizlik yaşamışlardı. Saçlar, sakallar birbirine karışmış, deriler kemiklere yapışmıştı. Çok büyük fedâkârlıklar göstermişlerdi. Mahsul zamanı tarlalarını bırakmış, devrin en güçlü devletlerinden biriyle harp etmeye gitmişlerdi. Allah için cihaddan dönüşün sürûru içindeydiler. Onlar bu hâlet-i rûhiye içerisindeyken Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onları dehşete düşüren bir söz söyledi:
“–Şimdi küçük cihaddan, cihâd-ı ekbere yani en büyük cihâda dönüyoruz!”
Ashâb-ı kiram hayretler içinde;
“–Yâ Rasûlâllah! Hâlimiz meydanda! Bundan daha büyük cihad var mı?” dediklerinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Şimdi büyük cihâda (nefs cihâdına, nefsin hevâsı ile mücâhedeye) dönüyoruz!” buyurdular. (Süyûtî, II, 73; Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, III, 141/2873; Ali el-Müttakî, IV, 430/11260)
Hazret-i Mevlânâ; Peygamber Efendimiz’in Tebük dönüşündeki bu îkazını idrakte orada bulunmuş sahâbînin hâl lisânına şöyle tercüman olur:
“Artık, dışta bulunan düşmanla savaşmaktan dönünce, içteki düşmanla savaşmaya; nefsimi yenmeye yöneldim. En küçük bir savaştan döndük ama Peygamber’le beraber en büyük savaştayız. Şu nefsin Kaf Dağı’nı, iğne ile yerinden kaldırabilmek için Hak’tan güç, kuvvet dilerim, başarı niyâz ederim.
Şunu iyi bil ki; safları bozan, dağıtan arslanla savaşmak kolaydır. Asıl arslan, kendini tutan ve nefsini alt edendir.”
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, nefisle mücadele konusunda başka hadîs-i şeriflerinde de şöyle buyurdu:
الْمُجَاهِدُ مَنْ جَاهَدَ نَفْسَهُ
“(Hakikatte) mücâhid, nefsine karşı cihâd eden kimsedir.”(Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 2/1621; Ahmed, VI, 20)
الْكَيِّسُ مَنْ دَانَ نَفْسَهُ وَعَمِلَ لِمَا بَعْدَ الْمَوْتِ ، وَالْعَاجِزُ مَنْ أَتْبَعَ نَفْسَهُ هَوَاهَا وَتَمَنّٰى عَلَى اللّٰهِ
“Akıllı kişi, nefsine hâkim olup onu hesaba çekerek ölüm ötesi için çalışan; ahmak da nefsini hevâsına tâbî kıldığı hâlde Allah’tan (hayır) umandır.”(Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459; İbn-i Mâce, Zühd, 31)
Nefisle cihâd etmek, kalbî eğitim ve mânevî terbiyedir. Gaye; ahlâkı yüceltmek ve insanı mânen olgunlaştırarak «insân-ı kâmil» hâline getirmektir. Bunun yolu da, ilâhî hakikatlerle yoğrulmuş bir akıl, îman ve güzel ahlâk ile tezyîn edilmiş bir kalp, Kur’ân ve Sünnet’in rûhâniyetiyle taçlanmış hâl ve davranışlarla «tevhîdin mîrâcına yükselerek» kemâle ermektir.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
وَنَفْسٍ وَمَا سَوّٰیهَا فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰیهَا
“…Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilhâm edene yemin ederim ki; nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyân etmiş, hüsrâna uğramıştır.”(eş-Şems, 7-10)
Hazret-i Mevlânâ, insanın savaşacağı nefsin korkunç sûretini şöyle ifade eder:
“Bu nefs, cehennemdir. Cehennem ise öyle bir ejderhâdır ki, denizler bile onun ateşini söndüremez. Yedi denizin suyunu içer de, halkı yakıp yandıran ateşi eksilmez, sönmez. Taşlar ve taş yürekli kâfirler; yüzleri yerde, inleyerek, ağlayarak cehennemin içine girerler. … Bütün bir âlemi, bir lokma edip yutar da, midesi hâlâ; “Daha yok mu?” diye bağırır.
Nihayet, Cenâb-ı Hak; mekânsızlık âleminden onun üstüne kudret ayağını basınca, o zaman cehennem sakinleşir, yatışır kalır.
Bizim bu nefsimiz de, doymamak husûsunda, cehennemin bir cüz’üdür. Cüzler ise küllün tabiatında, küllün huyundadırlar.
Nefsin cehennem ateşini, ancak Cenâb-ı Hakk’ın kudret ayağı bastırır, söndürür. Zaten azgın nefsi öldürecek oku da, Cenâb-ı Hak’tan başkası atamaz.”
İnsan; tabiatındaki bu düşmanı yenmeli, bu tatminsiz ateş çukurunu söndürmelidir. Yani nefsini terbiye etmek yolunda onunla mücadele etmelidir:
“Aklını başına al da, o kötü nefsi öldür. Çünkü o kötü nefis yüzünden, her an bir aziz varlığa kast ediyorsun. Onun yüzünden bu güzelim dünya sana dar geliyor. Onun yüzünden Hak ile de, halk ile de savaşıyorsun. Yani Hakk’ın emirlerine karşı geliyorsun, nefsin kötü emirleri sebebiyle halka da kötü muamelede bulunuyorsun.
Nefsini öldürür, yani onun isteklerini hiçe sayar, onun sözünü dinlemezsen; yaptığın hatalardan dolayı şundan, bundan özür dilemekten kurtulursun. Yaşadığın memlekette hiçbir düşman kalmaz.”
İnsan, kusuru başkasında, düşmanı da dışarıda aramaya meyyaldir. Kendi varlığına, nefsine bakmaktan, kusurlarını görmek ve itiraf etmekten kaçınır. Böyle olduğu müddetçe boşuna başkalarını suçlar:
Hazret-i Mevlânâ, insanın dikkatini dâimâ, o içteki düşmana çeker:
AYNAYA BAK!..
“Ey dünya malı için çırpınan ve dünyaya tapan gafil!.. Firavun’da olan kötü ahlâk, tamamıyla sende de var! Sen de kibirlisin, sen de kendini beğeniyorsun, sen de mal ve şehvet peşinde koşuyorsun! Fakat senin ejderhan, yani nefsin; âcizlik, yoksulluk kuyusuna düşmüş, güçsüz kalmış da Firavun kadar saldıramıyor!”
Yazıklar olsun! Bu söylenen sözlerin hepsi de senin hâllerin, senin kötü huylarındır; tutuyor, sen onları Firavun’un üstüne atıyorsun!
Hâlbuki senin kötü hâllerinden, kötü huylarından söz edilse, canın sıkılır, hoşuna gitmez; başkalarından bahsedilse sana masal gibi gelir!..”
Firavun’un kendisi de, insanın, içindeki düşmanı göremeyip de dışarıda arama gafletine ne yaman bir misaldir:
“Hazret-i Musa, Firavun’un sarayında rahatça yaşadığı hâlde, Firavun boş yere çocukları öldürüyordu.
Firavun, hislerine uyarak tenini besleyerek, en büyük düşman olan nefsini kuvvetlendirdiği hâlde;
«Dışarıda bir kimsenin bana düşmanlığı vardır. Bana haset ediyor.» diye vehme kapılan bir kişiye benziyordu.”
“«Bu adam benim düşmanımdır, bana haset etmektedir.» der. Hâlbuki, kendisine asıl haset eden, asıl düşman olan, o beslediği bedendir. Yani nefsidir.”
“O benlik, o nefis sahibi olan kişi Firavun’a, bedeni de Musa’ya benzer. Firavun; «Düşman nerede?» diye dışarılarda dolaşır durur. Dışarılarda düşman arar.
Duygularının esiri olan kişinin nefsi, beden evinde nazla çeşitli nimetlerle beslenmektedir. Hâlbuki, kendisi başkalarına, kendi dışında bulunan kimselere kin güderek elini ısırmaktadır.”
“Ey insan; hasedinden dolayı başkalarına isnâd ettiğin huylar, aslında senin kendi kötü huyunun aksetmesidir. O sensin, kendi aynanda gördüklerini karşıdakine izâfe ediyor, sen kendini anlatıyor ve yaralıyorsun; lânet ipliğini, kendine, kendin dokuyorsun.”
“O kötülüğü sen, kendi iç dünyanda göremiyorsun. Görecek olsaydın başkalarına değil, kendi nefsine candan ve gönülden düşman kesilirdin.
Eğer sen, Allah nûru ile baksaydın, kötülük husûsunda başkasını ayıplar, başkasının kusurlarını görür de gaflete düşer mi idin?
Ey hüzün ve keder sahibi zavallı kişi; yavaş yavaş, azar azar, nûra yaklaş ki; nâr, yani ateş olan nazarın nûra çevrilsin, başkalarında ayıp ve noksan göreceğin yerde, kendi iç âlemini seyret. Kendini ihyâ et ki gönlün mezbeleliklerden temizlensin.”
Nefis ejderhâsıyla mücadelede en müessir silâh, doğruluk ve istikamettir. Hazret-i Mevlânâ bunu şöyle bir teşbihle izah eder:
MÜSTAKÎM OL!..
“Yaya, ancak doğru ok koyarlar; bu yayın ise, tersine eğri okları vardır. (Yani bu nefse atılan oklar eğri olursa hedefe varmazlar. Bu sebeple ey tâlib, doğru ol ki hedefe varasın da nefsi öldüresin.) Sen de, ok gibi doğru ol da yaydan kurtul, çünkü doğru oktan başkası yaydan fırlamaz.”
Zâhirî cihadda düşman tarafından öldürülen kimseye şehid denilir. Cenâb-ı Hak, şehidlerin Hak katında diri olduklarını ve rızıklandırıldıklarını beyân etmiştir. Hazret-i Mevlânâ bu mükâfâtın, büyük cihad olan nefisle mücâhedede de cârî olduğunu şöyle îzâh eder:
“Kusurlar içinde, birçok kazançlar saklıdır. Şehidler için de ölümde hayat vardır. Rızık yiyen boğaz kesilince, yani Allah yolunda savaşan şehid olunca; Rabbi, o şehidi mânevî rızıklarla rızıklandırır.
Bir hayvanın boğazı kesilince, insanın boğazı bundan yararlanır, gıda alır. O hayvan, insan bedenine karışır, şereflenir.
İnsanın boğazı kesilince, yani insan, insanlık yolunda, Allah yolunda şehid olunca; ondan ne olacağını, değerinin nasıl artacağını, buna kıyas et.
Bundan, rûhânî gıdalar alacak kabiliyette üçüncü bir boğaz doğar ki; onu Hakk’ın ledün şerbeti ve nurları besler, geliştirir.
Hakk’ın bu ledün şerbetini, ancak nefis savaşında şehid olan içer, her kesilen boğaz içmez. Bu şerbeti içmek için; «Lâ»dan, yani inkârdan kurtulmak; «Belâ»da tasdik ve îmanda yok olmak gerekir.
Ey himmeti kıt, beceriksiz, sakat kişi! Ne vakte kadar yalnız ekmekle besleneceksin? Rûhânî gıdalardan, ilâhî zevklerden habersiz yaşayacaksın? Beyaz ve has ekmek elde etmek için yüzsuyu döktüğünden ötürü söğüt ağacı gibi meyvesiz kalmışsın. Eğer hayvânî ruh, bu has ekmeğe sabır edemiyorsa, kimyayı elde et de, bakırı altın yap.”
Yani, nefisle mücadele eden kişi bilmelidir ki, nefsin süflî arzularından vazgeçebilene, Allah mânevî, rûhânî lezzetler tattırır. Bu lezzetleri tadan kişi, tıpkı bir şehidin, ölümü hiçe sayması, tekrar tekrar ölmeyi arzulaması gibi, nefsin çemberinden kurtulmuş olur.
Bunun için bir an önce nefsi zaptetmek gerekir. Onun mühlet arzusuna aldanmamalıdır. Nefisle cihâda bir an önce başlamak, bu mücadeleyi geciktirmemek konusunda Hazret-i Mevlânâ şu temsilî hikâyeyi anlatır:
GİTGİDE ZORLAŞIYOR
Tatlı sözlü, fakat sert huylu adamın biri yol üstüne dikenli çalı dikmişti. Yoldan geçenler onu ayıpladılar; «Bunları sök at!..» dediler. Fakat o dinlemedi, sökmedi. O dikenli çalı her geçen gün büyüyor, çoğalıyordu. Halkın ayağı diken yarası ile kanlara bulanıyordu. Geçenlerin elbisesi dikenlerden yırtılıyor, yalınayak gezen yoksulların ayakları paramparça oluyordu.
Vali o adama;
“–Bunları sökmelisin!” diye emir verince, o;
“–Tamam.” dedi. “Bir gün sökerim.”
Bir müddet; «Yarın, öbür gün sökerim.» diye vaatte bulundu. Bu müddet içinde de diktiği dikenler kökleşti, kuvvetlendi. Bir gün vali ona;
“–Ey va‘dini yerine getirmeyen, sözünde durmayan; beri gel, buyruğumuzu sürüncemede bırakma. Vazifeni yerine getir.” dedi.
Çalıyı diken adam hâlâ;
“–Önümüzde hayli günler var, merak etme günün birinde sökerim.” diyordu.
Vali de;
“–Çabuk ol, işi savsaklama, va‘dini yerine getir.” diye söylendi. Sonunda vali ona şu ihtarda bulundu:
“Sen yarın bu işi görürüm diyorsun ama; şunu iyi bil ki gün geçip gittikçe, o dikenler daha çok yeşeriyor, kuvvetleniyor. Onu sökecek olan da ihtiyarlıyor, gitgide kuvvetten düşüyor.
Diken güçlenmede, boy atmada; diken sökecek ise ihtiyarlamada, gücü-kuvveti eksilmede. Diken her gün yeşerip tazelenmede; diken sökecek her gün daha da perişan olmada, kuruyup gitmede… O daha da gençleşiyor, sen daha da ihtiyarlıyorsun. Çabuk ol, vaktini boşa geçirme…”
Sen de her bir kötü huyunu bir diken bil. O dikenler kaç keredir senin ayaklarına battı, seni yaraladı. Evet; kaç kere kötü huyun seni yaraladı, perişan etti. Sen kendi tabiatından hastalandın. Çirkin huyunun başkalarını rahatsız ettiğini, yaraladığını bilmiyorsan kendi yarandan da mı haberin yok? Bu durumunla sen, hem kendine, hem başkalarına dertsin, azapsın!
Sen, ya baltayı al, erkekçe vurup Hazret-i Ali gibi Hayber Kalesi’nin kapısını kopar. Yani ibâdet ve güzel ahlâka sarılmakla, nefsinle savaşa gir. Nefs-i emmârenin kalesine hücum et. Kapısını kopar… Cihâd-ı ekber sevabı kazan.
Yahut şu dikeni gül fidanı hâline getir. Yani ona gül fidanı ile aşıla. Kötü huyunun ateşini dostun nûru hâline sok. Böylece dostun nûru, sendeki şehvet ateşini söndürsün; onunla buluşmak senin dikenlerini gül bahçesi hâline getirsin.
Nefsinin ateşi söndükten sonra, gönül bahçesine ne ekersen biter. Lâleler, ak güller, güzel kokulu reyhanlar yetişir.”
“Bu alçak nefis, seni fânî bir kazanca sevk etmek ister. Ne vakte kadar o fânî kazançla oyalanacaksın, şimdiye kadar oyalandığın yeter. Nefis, salâha dair sana taze taze vaatler verdiği hâlde binlerce defa o vaatleri, o tevbeleri bozar. Ömür; bin sene bile sana mühlet verse, nefsin her gün yeni bir bahane bulur.”
Bu savaşta, nefsi öldürmek mecâzîdir. İntihar haram olduğu gibi, nefsânî arzuları tamamen bertarâf etmek; meselâ cinsî arzuları yok edecek tıbbî müdahalelerde bulunmak, dünyayı tamamen reddedip manastır hayatı yaşamak da dînimizde hoş görülmez. Maksat; nefsi dizginlemek, kontrol altında tutmak, rûhun itaatkâr bineği hâline getirmektir. Hazret-i Mevlânâ’nın şu sözü de böyledir:
“Cesedi yakmadan ilâhî aşk ve muhabbet lezzetlerine vâsıl olmak mümkün değildir.”
Çünkü insan bedenden, cesetten ibaret değildir. Nefisle cihâdı, insanın iç dünyasındaki dengelerin kurulmasıdır.
İÇ DÜNYADAKİ MÜCADELE
Nefis; insanın içindeki arzuların, isteklerin merkezidir. İnsanın iç dünyasında bir hâkimiyet mücadelesi yaşanır. Nefis; çoğu kez kendi aleyhine de olsa dâimâ kötülüğü isteyip duran, şehvetlerin, gazapların ateşiyle kavrulan bir ejderhâ sıfatındadır. Toprak asıllı bedenle irtibatlı olduğu için, arzuları da toprak bedenin meyvelerine, dünyevî şeyleredir. İnsan; beden ve cismâniyet zâviyesinden baktıkça, nefsâniyete ağırlık verir.
Hâlbuki;
İnsanda nefse ve bedene mukabil, öteler âleminden gelen bir ruh var. Aşk ve muhabbetin, cezb ve incizâbın merkezi bir letâif, mânevî bir uzuv olarak bir de kalp var. Hak ve hakikati aramak, iyiyle kötüyü, doğruyla yanlışı ayırt etmek için bir akl-ı selîm mekanizması var.
İnsanın iç dünyasındaki hâkimiyet mücadelesinde, nefsâniyet galebe çalarsa, hepsi maksadı dışına çıkar. İnsan; rûhânî istîdatlarını kaybederek, esfel-i sâfilîne yuvarlanır.
Bu sebeple Mevlânâ -kuddise sirruh-; “Dünya nedir?” suâline; “Ruhlar hapishânesidir!.” diye cevap verir. Ruh ve nefsin birlikte ikamet mecburiyetlerini de şöyle teşbih eder:
“Her kimi ki, kendi zıddıyla bir arada korlar; bu, o kimse için ölüm azabıdır. Hakk’a yakın kişi, bu beden yüzünden azap içindedir. Çünkü onun ruh kuşu, kendi cinsinin gayri olan nefsâniyetle bir araya bağlanmıştır.”
Ruh, kuşlar arasında bülbül gibidir. Tabiatlar olan nefs ise, kargalardır. O bülbül, kargalardan ve baykuşlardan yaralanır. Bir arada olmaktan dolayı ıstırap duyar.
Ruh bülbülü, o hodgâm nefs kargaları ve kem gözlü nefs baykuşları arasında inim inim inlemektedir.”
Ruh ile terbiye edilmemiş nefs arasındaki bu mahiyet, arzu ve hedef farklılığını şu teşbih de acı bir şekilde ortaya koyar:
RÛHUN ESÂRETİ
Avcının biri, avladığı ceylânı öküz ve eşeklerle dolu bir ahıra hapsetmişti. Ceylân, ahırda şaşkınlık ve korku içinde bir taraftan diğer tarafa kaçıyordu. Avcı, akşamüstü gelerek hayvanların önüne saman döktü. Eşekler ve öküzler büyük bir iştihâ ile kapışarak yemeye başladılar. Ceylân ise, kâh ürktü, kâh bu samanlardan çıkan toz ve topraktan acıyan gözlerini ovaladı. Böylece o karnı misk kokulu ve zarif hayvan, ahırda işkence altında kalmıştı. Eşeğin biri, alay ederek yanındaki diğer eşeklere dedi ki:
“–Susun!.. Bu, padişahların ve beylerin huyunda bir hayvandır.”
Bir başka eşek de şöyle dedi:
“–O hâlde bu hayvan, nezâket ile padişahın tahtına çıkıp yaslansın!..”
Durumu seyreden başka bir eşek, ceylânı saman yemeye çağırdı. Ceylân;
“–Hayır, hiç iştahım yok!” dedi. Eşek cevap verdi:
“–Biliyorum ki nazlanıyorsun!” Ceylân, bu sözlere karşı;
“–Ben; çemenler, akan berrak sular arasında bağ ve bahçelerde gezerdim, ilâhî nakışları seyrederdim. Kazâ ve kader, beni bu azaba düşürmüşse, nasıl olur da birdenbire hâlet-i rûhiyem değişebilir?!. Ben sümbülü, lâleyi, reyhanı bile naz ile koklaya koklaya yerdim. Tabiattaki ilâhî kudret akışlarının âhengini, hayran hayran seyrederdim. Ve bu hayranlığı yudumlarken de, avcılar bizleri su başlarında gönlümüz ve gözlerimiz yaşlarla dolu iken avlarlar…” dedi.
Bir eşek cevap verdi:
“–Söylen, bakalım… Nasılsa gurbette yalan söylemesi kolaydır.”
Ceylân cevap verdi:
“–Benim karnımdan çıkan misk kokusu, sözlerime şahittir. O, misk ve anber neşreder. Sizlerin ise, hâliniz meydanda. Bu sözler, elbette size yalan gelir. Sizin aranızda hakikaten garip, bîkes ve bîçâre kaldım…”
Lâf anlamaz nefis karşısındaki bu çaresizlik ve garipliğin çaresi; onunla mücadelede, işin ustalarından, üstadlarından yardım almaktır.
CİHÂD-I EKBERİN KUMANDANLARI
“Evlâdım; her kimi Allah tâlibi (Allâh’ı isteyen) görürsen, onun dostu ol, onun önünde saygı ile eğil!”
“Allâh’ı isteyenlerin, Allah dostu olanların komşusu olursan, sen de Hakk’ı isteyenlerden olursun; onların sayesinde, sen de nefis savaşını kazanırsın.”
İnsanın peygamberler ve Hak dostlarının rehberliği olmaksızın, nefsiyle mücadele etmesi mümkün değildir. Zira; «Harp hiledir.» ve nefsin türlü hileleri vardır:
“Eğer o alçak nefis, senden mânevî bir kazanç, yani sâlih ameller isterse; sakın aldanma ki o talebin arkasında o düşman nefsin bir hilesi vardır. Nefsin sağ elinde tesbih ile Kur’ân vardır, lâkin yeninde hançerle kılıç saklıdır.”
Nefsin hilelerine ve oyunlarına aldanmamak için Allâh’a sığınmak ve O’nun dostlarından yardım almak gerekir:
“Bir bıçak, kendi sapını, başka bir bıçak olmaksızın nasıl yontabilir? Sen git, yaralarını bir gönül cerrahına göster. Sen onları kendi kendine tedavi edemezsin… Dünyevî duygu ve düşüncelerinin sağlığını tabipten, kişiyi sonsuza yücelten ilâhî hislerin sıhhatini de mürşid-i kâmilden öğren.”
“Şu, ten içinde bulunan ruh, mânâdan, aşktan habersiz ise; o, kın içindeki tahta kılıç gibidir. O tahta kılıç; kınında bulundukça, görünüşte kıymetli, işe yarar sanılır, dışarı çıkınca, ancak yanmaya yarar.
Tahta kılıçla, sakın savaşa gitme; önce onu bir gözden geçir, onun ne olduğunu anla ki, işin ağlayıp, inlemeye varmasın… Eğer o tahtadan ise, git, başka bir kılıç ara. Eğer elmastan ise; sevinerek, oynayarak ileri atıl. Elmas kılıç; velîlerin, Hak dostlarının silâhlığındadır. Onları görmek size kimyadır. Mânevî güçtür.”
Elbette, zâhirî cihad da müslümana farzdır. Fakat hariçteki düşmanı yenebilenler de ancak, iç dünyalarındaki iç savaştan galip çıkabilmiş, nefsini arındırabilmiş, kalbini tasfiye ederek selâmete kavuşabilmiş sâlim ruhlar olabilecektir.
Nitekim, dıştaki mânevî düşman olan şeytanla da, dıştaki zâhirî düşman olan küffar ile de mücadelede zafer, bu iç zafere muhtaçtır.
Tarihe bakıldığında, ufuklardaki zaferlere nâil olabilen ecdadımızın, enfüslerindeki mücadelelerden de ilâhî nusret ile muzaffer çıkabilen, mâneviyat kahramanları, irfan alperenleri oldukları müşâhede olunur.
Yâ Rab! Bizleri nefislerimizle mücadelede muzaffer eyle… Nefsin hoyratlığından kurtulup rûhânî istîdatları inkişâf ettirmede muvaffak eyle… Bizleri dünyada ve âhirette felâha eren bahtiyarlar zümresine ilhâk eyle…
Âmîn!..