1995 – Ekim, Sayı: 116, Sayfa: 036
Bir zaferin şerefi, ona ulaşmak için katlanılan güçlükler ve bediî heyecanlar neticesindedir.
Adem’in, bilinen zelleyi -yani gayr-i iradi hatayı- irtikab etmesi, onun Cennetten Dünya’ya gönderilmesine sebep olmuştur. Bu yeni mekânda neslinin çoğalıp bir imtihana tabi tutularak, bir kısmının ancak hak kazanma neticesinde tekrar Cennete döndürülmesi, insanın ahsen-i takvim şerefine nâiliyyeti içindir. Ancak bu şeref ve değerin artması için Cenâb-ı Hakk insanı “nefs” ile techiz etmişdir. “Nefs”, ulaşılacak neticenin şeref ve değerini arttıran muazzam bir engeldir.
İnsanları, istihkak ile kendi rızasına ve Cennete dönmenin cehdine me’mur eden Cenâb-ı Hakk, onların önüne koyduğu nefis engelini aşmanın imkân ve vasıtalarını da lütfetmiştir. Bunların başında, “peygamberler” gönderilmesi ve onların beşere hizmetini kıyamete kadar devam ettirecek “evliya” ve “ulema” silsilesinin devamının sağlanması gelir.
Mevlânâ -kuddise sirruh-, aşağıdaki hikâyesinde “nefsi”in varlık hikmetini temsili bir şekilde şöyle anlatır:
“Ata binmiş bir emir, ağaç altında uyurken ağzına kara bir yılan giren bir kişi gördü.”
“Emir, uyuyan adamı feci ve hazin akıbetten kurtarmak için, bütün san’at ve maharetini kullanmağa başladı.”
“Adama bir kaç kamçı vurdu. Adam dayak yediği emirden korku ve endişe içinde kaçmağa başladı.”
“Emir, adamı bir elma ağacının altında yakaladı. Ağaçtan düşen çürümüş, kokuşmuş elmaları adamın boğazına sokarak ona zorla yedirmeye başladı. Bir taraftan:
“Ey dertli biçâre, hepsini yiyeceksin! Bu çileye katlanacaksın!” diyordu.”
“Adamcağız, hayret ve şaşkınlık içinde emire hitaben:
“Ey emir! Ben sana ne yaptım ki?.. Bana kastın ve bu zulmün sebebi ne?”
“Eğer benim hayatımda senin asli bir düşmanlığın varsa, bir kılıç vur da kanımı dök!”
“Seni gördüğüm an, ne uğursuz bir zamanmış!.. Senin yüzünü görmeyenler ne bahtiyar insanlarmış!..
“Cinâyetsiz, günahsız bir insana, bu zulmü, en büyük zâlimler bile yapmaz..”
“Görüyorsun, bu sözleri söylerken bile ağzımdan kan fışkırıyor!.. Rabbim, bu zalimin cezasını sen ver!..” diyerek la’netler yağdırıyordu.”
“Emir ise, “koş!” diye bir taraftan da onu kamçılıyordu.”
“Adamcağızın midesi çürük elmalarla dolmuş, kamçılardan, yüzü gözü yara-bere içinde kalmıştı.”
“Tâ ki, adamcağızın safrası kabardı. Kusmağa başladı.”
“Yediği çürük elmalarla beraber, kara yılan da dışarı fırladı.”
“Adamcağız, midesinden çıkan yılanın korkunçluğunu görünce, dehşete kapıldı. O salih emirin önünde yerlere kapandı. Dedi ki:
“Hakikaten sen, Cebrail’in -aleyhisselâm- rahmeti gibi gelmişsin! Meğer benim velinimetim imişsin!”
“Seni gördüğüm saat, ne mübarek zamanmış! Eğer sen olmâsâydın ben çoktan hazin bir şekilde ölmüş gitmiştim. Sen bana hayat bahşettin.”
“Senin yüzünü görene, yahud ansızın senin mahallene gelene ne mutlu!”
“Ey övülmeğe lâyık temiz ruh! Cehaletim ve gafletim, sana ne kadar saçma-sapan sözler söyletti. Onlardan dolayı beni afvet!”
“Emir dedi ki:
“Eğer ben o vakit, senin iç âlemindekilerden bir parça söyleseydim, ödün kopardı. Korku, seni helâk ederdi.”
“Kedi önündeki fare gibi mahvolur, kurda karşı kuzu gibi fani olurdun…”
Hz. Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- buyurmuştur ki:
“İçinizdeki düşmanı açıklayacak olsam, cesurların ödü patlar; ne bir yolda gidebilir, ne de bir iş becerebilirdi; çaresizlik içinde kıvranırdı. Ne vücutta ibâdete kuvvet, ne kalbde takât, ne de seyr-i süluka mecal kalırdı. O halde ben sizi, sükutla, içinizdekini dışınıza vurmadan terbiye ederim.”
Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- böyle olduğu gibi, O’nun -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- varisleri bulunan evliyaullah da böyledir. Onlar da bildikleri her doğruyu muhatabın menfaati icabı söylemez ve susarlar. Ayrıca muhataplarının kalplerindekini açığa vurmaz, ayıpları setredeler. Sözden ziyade fiil ve hareketleri ile terbiye ederler. Ehlullah hazeratı, demir gibi sertleşmiş ve taşlaşmış kalplere de -maneviyata isti’dadı varsa- Davut’un -aleyhisselâm- demiri yumuşattığı gibi tesir ederler.
Hikâyede zikri geçen uyuyan insan, insan-ı gâfildir. Ağzına giren kara yılan, nefs-i emmaredir. Emir ise, mürşid-i kâmildir. Onu uykuda iken kamçılayarak döve döve uyandırıp kırda bayırda koşturması, riyazat ve mücahededir. Yılanın çıkışı da, nefs-i emmareden kurtuluştur.
Mukaddes Tuva vadisinde Allah Teâlâ, Mûsa -aleyhisselâm- ile konuşurken ona, sağ elinde bulunan şeyin ne olduğunu sordu. O da:
“O benim âsâmdır. Ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkerim. Benim ona başkaca ihtiyaçlarım da vardır.” (Taha, 18) şeklinde cevap verdi. Bunun üzerine Allah -celle celâlühû-:
“Yere at onu, ey Mûsa!” buyurdu. (Taha,19)
Müfessirler,. Mûsa’ya -aleyhisselâm- âsâsının yere atılması ile ilgili âyetin işari açıklamasında Hz. Mûsa -aleyhisselâm-‘nın iç dünyasına aid bir irşad sadedinde olduğunu beyan etmişlerdir.
Mûsa -aleyhisselâm-, izafetleri (fâni alâkaları) zikredince, Allah -celle celâlühû-, bunların atılmasını emretti. Nefs ve nefse bağlantılı olan şeyler, koca bir yılan olarak temessül etti. Mûsa -aleyhisselâm-‘ya nefsin hakikati gösterildi. Korktu, ürktü ve ondan kaçtı. Ona denildi ki:
“Ey Mûsa, işte bu yılan, Allah’dan başka şeylere bağlılık vasfının ta kendisidir. Bu vasıf şekillenmiş bir sûrette sahibine gösterilince, ondan kaçar.”
Diğer bir işârî mânâda “âsânı at!” diye emrolunması;
Artık sen tevhid sıfatı ile sıfatlanmışsın. Senin bir âsâya dayanman, senin için kendisine dayanacağın, ondan yardım dileyeceğin ve istifade edeceğin bir şey olması, nasıl doğru ve yerinde olabilir?.. Nasıl olur da sen, o âsâ ile şöyle yapıyorum, ondan istifade ediyorum ve onda benim için başka faydalar da var diyorsun?.. Tevhid yolunda ilk adım, sebepleri terkdir. Her türlü talep ve istekten vazgeç şeklinde izah edilir.
Nitekim Te’vilat-ıNecmiyyede denilmiştir ki:
“Hakk’ın nidasını işiten ve O’nun cemâlinin nûrunu gören kişi, Allah’dan -celle celâlühû- başka dayandığı her şeyi bırakır. Allah’ın fazl ve kereminden başka bir şeye dayanmaz. Nefsin arzularundan sıyrılır.”
Yusuf -aleyhisselâm-, Züleyha’nın desiselerine uğrayınca, kendisinde gayr-ı ilahi bir meyil başladı. O anda Allah -celle celâlühû-, Yusuf’a -aleyhisselâm- bürhanını gösterdi. Odanın tavanı yarıldı. Ve Hz. Ya’kub’u gördü ki, parmağını ısırıyordu. Bir de yanında bir şahıs peyda oldu. O şahıs:
“Ey Yusuf, sağa bak!” dedi.
“Yusuf )a.s.), sağına bakınca kocaman bir yılan gördü.
Yusuf’a -aleyhisselâm-, eşyanın hakikati, nefsani fiilerin hakiki suretleri gösteriliyordu. Nefsin fiileri, en çirkin şekilde müşahhas bir hale getiriliyordu. İğreti suretler kaldırılıyor, hakiki vecheler görünüyordu. Ardan perdeler kalkmış, Rabbin ilâhi tecellilerinin ve eşyanın esrarı ayan olmuştu.
Rabbin bürhanı, yani imda-ı ilâhi yetişince, Yusuf -aleyhisselâm-, nefs ve kadın şerrinden halâs oldu.
Hz. Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- buyurur:
“Cennet, nefsin sevmediği şeylerle , cehennem ise, şehvetlerle çevrilmiştir.”
Nefs engelini aşabilmek, Peygamberlerin ve inkıtasız (kesintisiz) gelen ve varisleri olan evliyaullah’ın elinden tutmak, onlara bey’at etmek ve onların terbiyelerine teslim olmakla mümkün olur. Nitekim Kur’ân’ı Kerîm’de:
“Allah’ın eli, onların eli üstündedir.” âyetindeki “onların eli”nden maksad, Allah’a -celle celâlühû- bey’at eden Hz. Peygamber ( s.a.) ile ashabının elleridir. Aynı şekilde ehlullahda, hatta aciz bir dervişde bile, elden ele Rasûlullah’a -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ve o vasıta ile Allah’a -celle celâlühû- yed-i kudretine ve Hz. Peygamber’in -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- yed-i bey’atine vasıl olan kâmiller de fevkalade işler görülebilir. Fail-i Mutlak, Cenâb-ı Hak’dır. Evliyaullah’da bu tasarrufa mezun ve selahiyeti olanlardır.
Aşkın hakikisi ve mecâzisi vardır. Hakikisi, Allah -celle celâlühû- sevgisinden ibarettir. Mecâzisi ise, mahlukattan birine bağlılıktır. Aşık, tek bir varlığa bağlandığı için, diğer bağlantılardan kurtulmuştur. “Çünkü, sevgiden başka bir şey düşünmez ve görmez. Mecnun, son zamanlarda öyle bir hâle geldi ki, dostu-düşmanı, kendisini, hatta Leylâ’yı bile tanıyamaz oldu. Kendini Leylâ farzetmeğe başladı. Mevlâna -kuddise sirruh-, bu hususta buyurur:
“Allah, Bir ten aşkından (yani, Leylâ yüzüden) Mecnun’u dost ve düşmanı fark etmeyecek bir hale getirmiştir.
Peygamber aşığı Fuzuli ise, meşhur Su Kasidesi’nde Rasulullah’ı hiçbir gül ile kıyaslayamaz hale gelmiştir:
“Sûya virsün bağban gülzarı rahmet çakmesün, Bir gül açılmaz yüzün tek virse bin gülzare su”
(Bahçıvan gül bahçesini sulamak için zahmet çekmesin! Zira, bin tane gül bahçesi sulasa, senin yüzün gibi bir gül açılmaz!..)
Mevlânâ -kuddise sirruh-, bu muhabbeti şöyle dile getirmektedir:
“Cenâb-ı Hakk, bir yudumcuk ilâhi muhabbete öyle bir hassa vermiştir ki, ondan nasip alan, iki âlemin endişesinden kurtuluşa erer.” Yani, ilâhi muhabbet ile mest olan kimse, âleme haset etmekten, halkın ayıp ve kusurunu görmekten âzâd olur. Böylece kâmilleşir. Ve menzil-i maksuduna erer. İşte bu da, aşk-ı safi, hubb-i ilâhidir.
Bir mürşid-i kâmil, ilâhi tasarrufla müridlerini kendine bağlar, onları süfli alakalarından kurtarıp ulvi bağlantılarda derinleştirir. Böylece kendisi, ilâhi aşkın basamağı olur.
Şeyh Sadi Gülistan’ında mürşid-i kâmilin bu tâsârrufunu şu hikâye ile anlatır:
“Birgün hamamda dostlardan biri bana güzel kokulu bir kil (temizleyici toprak) parçası verdi. Kile sordum:
“- A mübarek, sen misk misin, amber misin? Senin gönül çekici güzel kokunla mest oldum.”dedim. Kil bana şöyle cevap verdi:
“- Ben bir gülün toprağıydım. O gülün yaprakları seher şebnemleriyle dolar, benim üzerime ağlayarak damlardı. Ben yaşlarla hamur gibi yoğruldum. Ben aslında alelâde bir kilim… Bu koku onundur.
Cenâb-ı Hakk, kâinâtı insan için yarattı. Karada, denizde ve havada bütün eşyayı, insanın emrine amade kıldı. Buna mukabil, dağların ve göklerin taşıyamayacağı ilâhi emaneti, insan yüklendi.
İnsan, kendisine ve kâinât manzumesine ibret nazarı ile baktığı zaman, dünya hayatını nasıl yaşayacağını düşünmeğe mecburdur. Ciddi yaşaması icâb eden her insanı, hayatta en çok alâkadar eden gerçek, “Ölüm” hadisesidir. O muhteşem veda, insan için ne büyük bir ibret tablosudur. “Ölüm”, dünya hayatında sadece et ve kemikten meydana gelen toprak yapısını, yani nefsaniliğini geliştirip ruhani yapısını cılızlaştıranlar için, ne hazin bir sondur!
Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- dünya hayatını tarif eden bir hadis-i şerifinde:
“Dünya benim neme gerek?.. Benim halim dünyada bir ağaç altında oturup gölgelenen, sonra da yerini bırakıp giden binitli bir yolcuya benzemektedir,” buyururlar.
Ya Rabbi, muhabbetin ve rızan, saadet cennetlerimiz olsun! Amin…